Televizyon dizilerini seyrediyorlar, onların sonlarını merak ediyorlar, ama kendi sonlarını merak etmiyorlar.’ Murathan MUNGAN

...

Kolejde öğrenci iken İngilizce hocamız olan Amerikalı Mrs.Haynes 1962 veya 1963 yılında ‘televizyonun çok zaman öldürücü ve aptal bir kutu olduğunu, Türkiye gibi henüz daha tam olarak gelişmemiş ülkeler için zarar verici olacağını’ söylemiş ve bizden büyük tepki almıştı. Tepki göstermemizin nedeni, bunu çok yukarıdan ve bizi aşağılayan bir tarzda söylemesi ve yanı sıra Amerikalılara layık görülen bu teknolojik olanağın bize layık görülmemesiydi.

O günden bugüne yaklaşık 56 yıl geçti. Bu süreçte edindiğim onca deneyim sonrasında bugün geldiğim noktadaki görüşüm; kullanma kültürü bulunmayan, hayatı oluşturan en önemli dokunun zaman olduğunun bilincinde olmayan insanlardan oluşan toplumlar için televizyonun, zaman öldüren, izleyenlerinin zihinlerini iğfal eden, onları aptal yerine koyan ve giderek aptallaştıran zararlı ve kurnaz bir kutu olduğu yönündedir.

Elbette televizyonu zararlı ve kurnaz yapan, bizi aptal yerine koyan, zihnimizi ele geçiren ve hatta iğfal eden kutunun kendisi, yani makine değil, programları yapanlar, yayın akışını ve içeriğini düzenleyenler, haber programlarını haber etiğine aykırı biçimde hazırlayanlar, düzenledikleri tartışma programlarıyla bizi ideolojik yönden manipüle etmeye çalışanlardır.

Bertrand Russell 1929 yılında yazdığı ‘Sorgulayan Denemeler’ isimli kitabında önce bir tespit yapar, daha sonra bir öngörüde bulunur. Anımsayabildiğim kadarıyla Russell, ‘radyonun icadından ve yaygınlaşmasından sonra gazete ve kitap okuma sayısında ciddi bir düşüş yaşandığını, gelecekte keşfedilecek yeni bir araçla birlikte insanların kitap okumaktan tamamen vazgeçeceklerini’ yazar, adını koyamamış, nasıl bir şey olacağını net olarak söyleyememiş olmakla birlikte, daha o yıllarda televizyonun bir gün icat edileceğini öngörür.

Nitekim zaman içinde Russell’in öngörüsü gerçekleşmiş, televizyon icat edilmiş, giderek yaygınlaşmış, önceleri tek olan kanal sayısı artmış, siyah beyaz televizyonların yerini renklileri almış ve Russell’ın öngördüğü gibi kitap, gazete, dergi okuma alışkanlığı, keyfi ve zevki tamamen ortadan kalkmadıysa da ciddi şekilde azalmış, bunları okumanın yerini televizyondan edinilen ve hiçbir şekilde içselleştirilemeyen, içselleştirilemediği içinde hayata uygulanamayan protez bilgiler almıştır.

Ben, çok fazla televizyon izleyen bir insan değilim. Ara sıra ciddi habercilik yapan kanalların haber programlarını, eğer bir engelim yok ise Fenerbahçe’nin maçlarını seyrederim. Bunların dışında ne dizilere, ne de tartışma programlarına ilgi duymam. ‘Meşhuriyet Sendromu’ içinde olmadığımdan, bu sendromun en önemli göstergesi ve özelliği olan ‘bir bilen’ pozuna girmek istemediğimden, onlarla aramda fark olsun istediğimden, kendimi sunmak ve kanıtlamak gibi bir derdim bulunmadığından, daha önemlisi yayıncılık anlayışlarını ciddi bulmadığımdan dolayı, davet edildiğim televizyon programlarına da icabet etmem.

İzlediğim haber programlarıyla, takip etmemekte kararlı olduğum ve fakat sağdan soldan duyduklarımla haklarında az çok bilgim olan tartışma programları bağlamında bir değerlendirme, bir tespit yapmam gerekir ise eğer, buna önce Noam Chomsky ile başlamam gerekir.

Chomsky, 1989 yılında yazdığı ‘Necessary Illusions. Thought Control in Democratic Societies/ Zorunlu Yanılsamalar. Demokratik Toplumlarda Düşüncenin Kontrolü’ isimli kitabında; ‘tüm demokratik ülke yurttaşlarının, düşüncelerinin, arzularının ve algılarının üzerinde kitle iletişim araçları tarafından yürütülen manipülasyonlar olduğunu, insanların kendilerini bundan korumaları gerektiğini, bunun için de bir öz-savunmaya gereksinimleri bulunduğunu’ ifade eder.

Sanırım benim televizyonda dizi ve tartışma programlarını izlememe yönündeki kararlılığımın nedeni, Chomsky’nin işaret ettiği gibi düşüncelerimi, arzularımı ve algılarımı korumak amacına yönelik bir öz-savunma mekanizmasına sahip bulunmamdır.

İki tür cahil vardır’ diyor ünlü İslam düşünürü Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve şöyle devam ediyor: ‘biri bir şey bilmez; öteki bir şey bilmediğini de bilmez, iki kere cahildir!’ Tartışma programlarını izlemememin bir diğer nedeni de budur. Yani tartışma programlarında konuşanların çoğunun, iki kere cahil olmaları ve daha da vahimi dinleyenleri cahil yerine koymalarıdır.

Hepimizin çok iyi bildiği üzere, televizyon haberciliğinin, klasik gazetecilikten tevarüs ettiği temel değerler vardır. Bunların en başında; gerçeğin araştırılarak tespiti, kamuoyunun aydınlatılması, halkın haber alma hakkının sağlanması,  insanların özel hayatlarına, mahremiyetlerine ve kişiliklerine saygı gelir.

İtalyan gazeteci ve televizyoncu Enrico Morresi, Türkçeye çevrilen ve Dost Kitabevi tarafından yayımlanan ‘Haber Etiği – Ahlaki Gazeteciliğin Kuruluşu ve Eleştirisi’ isimli kitabında, klasik gazeteciliğin/haberciliğin bu temel değerlerini eksene alır ve şunları ifade eder: ‘…enformasyon kamusal bir maldır ve bu nedenle enformasyonun ilkelerini, kurallarını ve uygulamalarını destekleyecek olan kamusal etiktir. Kitle medyası etiği, olgunlaşmış bir demokrasi bağlamında vurgunun yurttaşların haklarına yapıldığı güçlü bir politik tasarıma ihtiyaç duyar. Burada referans noktalarımız, politik idari gücün ve piyasanın alanından ayrı, yurttaşların eşit dilbilimsel-iletişimsel saygınlığı üzerine temellenmiş kamusal alan modelinin dinamizmi nedeniyle Jürgen Habermas ve kamusal akıl modelinin sınırlarını belirlediği özgün adalet ve özgürlük senteziyle John Rawls olacaktır. Analizin yöntemi ise – ahlaki sezgilerin güçlü bir kuramıyla etkileşime geçirildiği bir pratik felsefe dalı olan – uygulamalı etik alanındaki deneyimlerden beslenecektir.

Benim bu yazıyı yazmama ilham olan, sadece ilham olmakla kalmayıp büyük ölçüde yararlandığım ve esas aldığım bu kitap, Fırat Genç tarafından Türkçeye çevrilmiş. 2006 yılında yazılmış olmasına rağmen güncelliğini daha hala koruyan bu kitap, kamusal alan, kamusal akıl ilkeleriyle, sınırlarını bu ilkelerin belirlediği özgün adalet ve özgürlük sentezinin yanı sıra bir pratik felsefe dalı olan uygulamalı etik alanındaki deneyimlerden beslenmesi gereken haber ve yayın etiği konusunda çok fazla kaynak bulunmayan ülkemiz yayıncılığı yönünden, bana göre daha hala başvuru kitabı olma özelliği taşıyor.

Kitapta yer verilen önemli bir konuşma var. Bu konuşma 1978 yılında Gramsci Enstitüsü tarafından Milona’da düzenlenen bir kongrede yapılmış. ‘Gerçeklik ve Enformasyon İdeolojisi’ üzerine olan bu konuşmayı yapan Umberto Eco. Konuşmanın yapıldığı tarihten zamanımıza yaklaşık 40 yıl geçmiş. Ama buna rağmen bu konuşmada ifade edilen hususlar hem güncelliğini, hem de anlamını daha hala koruyor.

Eco bu konuşmasında şunları söylüyor: ‘Bir süre önce basın organlarıyla polemiğe girdim, çünkü bunlar, medya okullarındaki gerilimin sıcaklığını yansıtmak adına, şu üç olayı ilk sayfada yan yana basmışlardı: Milano’daki Correnti’de yaşanan olay, Napoli’deki Righi’de meydana gelen çatışma ve Padova’daki üniversitede yaşanan özerklik saldırıları. Hiç şüphesiz, Correnti’deki hikaye bir rahatsızlık durumuna işaret ediyor, hatalı çözümleri kışkırtıyordu. Padova saldırısı şiddet içeren bir çatışma dönemiydi. Napoli’de, Righi’deki olay, diğer durumlardan daha fazla bir haber örneğiydi; bir grup öğrenci dikkatleri kendi durumlarına çekmek için kışkırtıcı talepler öne sürmüşlerdi. Bu üç olayı eşit önemle sayfalarına taşıyan gazeteler tüm bir İtalyan medya eğitiminin çöküşün eşiğinde olduğu izlenimini veriyorlardı. Şüphesiz, krizin eşiğinde, hatta krizin içinde; ama tartışmanın farklı biçimlerde yürütüldüğü, deneysel eğitim verilen, araştırmalar yapılan yüzlerce medya okulu var. Böyle çok sayıda okul olduğunu söylemek niçin haber olmuyor? Tarihte ve kesin bilimlerde tekrarlı ve sabit olan önemlidir, istisnai olan değil. Fakat enformasyon endüstrisi, kar amacıyla, istisnai haberler bulmak için küçük olayları bile büyütülmüş, sürekli ve tekrarlı olana dair bağları gazetecilikle bağdaştırmayarak reddetmiştir. Haber ideolojisi, ölünün veya canavarın ilk sayfada basılmasını ister. Ne kamu, ne de gazeteci ilk sayfada yaşayanın veya normal olanın basılması için eğitilmemiştir. Nitekim bu operasyon çok daha fazla yetkinlik, analiz kapasitesi, hadi o kelimeyi kullanalım, profesyonellik ya da en azından geleneksel olandan farklı bir profesyonellik gerektirir.

Umberto Eco’nun gazetecilikle, yani yazılı basınla ilgili olarak bu söyledikleri, görsel medya ile yani televizyonculukla ilgili olarak da aynen geçerlidir ve doğrudur. Sadece İtalya değil, başkaca ülkeler ve elbette Türkiye bağlamında da geçerli ve gerçektir. Yani gazetede verilen haber de ‘ilk sayfaya basılmış ölüdür’, televizyonun haber bandında ilk önce verilen haber de, ne yazık ki ‘ölümdür.

Televizyonların ‘haber bantlarında ilk önce ölünün verilmesi’, bu tür haberlerin ‘arkası az sonra’ anonsları, ‘acı var mı acı’ sosları ile ısıtılarak izleyicinin önüne tekrar tekrar getirilmesi, bulvar, magazin gazeteciliğinin televizyona uyarlanmış çeşitlemesinden başka bir şey değildir. Şiddete eğilimli hasta ruhlu insanları harekete geçiren, kimi illegal örgütlerin propagandasını yapan bu tür habercilik, alıcısı olduğu, ciddi pazar payı bulunduğu için tercih edilen bir habercilik yöntemi ise eğer, – ki öyledir – o toplum ciddi bir psikolojik bozukluk içindedir ve ivedi olarak tedavi edilmelidir.

Her ne kadar psikologlar ‘kendinizi iyi hissetmek için iyi haber kaynaklarını arayın’ diyorlar ve bunu tavsiye ediyorlarsa da, birkaç istisnai kanal ve gazete dışında, ne yazık ki ülkemizde iyi haber sunan ne bir gazete, ne de bir televizyon kanalı var. İyi haber sunan gazete ve televizyon kanalı yok, peki, ülkede iyi haber var mı? Sanırım iyi haber de çok fazla yok!

Onun için çoğu zaman ben, her dinlediğimde moralimi ve asabımı bozan, canımı sıkan bu kanalları ve haber programlarını, insanı sersemleten, hayattan, hayatın gerçeklerinden koparan pembe dizileri, tarihi gerçeklere büyük ölçüde aykırı tarihi dizileri ve filmleri değil, bana kendimi iyi hissettiren klasik müzik, caz, blues, rock, pop, Türk Sanat ve Halk Musikisi gibi yayınları yapan müzik kanallarını dinler; doğayı odamın içine getirerek beni dinlendiren, beni kimi insanlardan çok daha fazla ilgilendiren hayvanların dünyasıyla buluşturan National Geography gibi programları ve kanalları izlerim.

Enrico Morresi az yukarıda sözünü ettiğim kitabında, ‘ölünün ilk sayfada basılması ve ilk haber olarak verilmesi’ durumunu ‘haber ideolojisi’ olarak isimlendiriyor, bunu ‘enformasyon retoriğinin deforme edilmesi’ şeklinde nitelendiriyor ve şöyle devam ediyor: ‘Her medya, kendi doğasıyla ve kullanıcılarıyla kurduğu ilişkiyle uyumlu bir retorik geliştirir, ama bu, her retorik biçiminin ahlaken kabul edilebilir olduğu anlamına gelmez…Umberto Eco’nun sözleri, bir beğeni, moda ya da duyarlılık sorunuyla değil, ahlaki bir sorunla ilgilidir, çünkü haber ideolojisi, iletişimsel eylemin temel gereklerinden birinin – Jürgen Habermas’ın tarif ettiği biçimiyle doğruluk – üzerini örtme eğilimindedir.

Yazılı ve görsel basın bağlamında ülkemiz haberciliği, geride kalan altı yedi yıl içinde bu durumu, yani ‘enformasyon retoriğinin deforme edilmesi’ durumunu, yani ‘gerçeklerin ve doğruluğun üzerini örtme eğilimini’, özellikle siyasal iktidara bağlı ve onun kontrolünde olan gazete ve televizyonların habercilik anlayışı ve uygulaması yönünden somut bir şekilde yaşamış ve halen de yaşamaktadır.

Öyle ki ‘ilk sayfaya basılmış ölü/haber bandında ilk önce verilen ölü’ anlayışının ve uygulamasının takipçisi olan bazı gazete ve televizyon kanalları, geride kalan süre içinde gezi olayları, ciddi yolsuzluk iddiaları, polisin kullandığı orantısız şiddet, bu şiddetin neden olduğu haksız ölümler, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı gibi önemli ve toplumu ilgilendiren, halkın haber alma hakkı kapsamında bulunan hususları es geçmek, bunların yerine “Survivor”, “O Ses Türkiye”, “Ben Evleniyorum”, “Biri Bizi Gözetliyor” türü insanları yozlaştıran, gerçeklerden koparan programlara, ‘Türk’e Türk propagandası yapan”, hamaset ve popülizm kokan, dahası gerçeklere aykırı olan tarihi dizilere, aşkı ve evliliği çığırından çıkaran aptal dizilere yer vermek suretiyle, iletişimsel eylemin temel gereklerinden biri olan ve Habermas’ın doğruluk olarak tanımladığı şeyin, yani gerçeğin üzerini örtmüş ve örtmektedirler.

Bunu yapan gazete ve televizyon kanalları, sadece temel bir insan hakkı olan halkın enformasyon/bilgi edinme hakkını çiğnememekte, gazeteciliğin en başta gelen sorumluluğu olan kamunun olup bitenleri bilme, haber alma, fikirleri öğrenme hakkını da ihlal etmektedirler.

Sanırım bu yayıncılık anlayışının ve buna neden olan deformasyonun en önemli nedeni, gazeteciliğin ve televizyonculuğun bu mesleklerin erbabı olan, bunun eğitimini alan uzman kişilerin elinden alınması, ne oldukları, nerede ve nasıl yetiştikleri belirsiz, yaptımları işin bilincinde olmayan, sorumluluk taşımayan, kamuya, halka hizmet etmeyi değil, efendilerine hizmet etmeyi meslek edinen devşirme gazetecilere ve televizyonculara bu işleri yapma imkanı verilmesidir. Çok sayıda gazetecinin hapiste, bir kısım sözde gazetecinin iş başında olmasının, demokrasinin askıda bulunmasının, basın özgürlüğünün, düşünce ve ifade özgürlüğünün ayaklar altına alınmasının, yargı bağımsızlığının hiçe sayılmasının  nedeni sanırım bundandır, bunlardan dolayıdır.

İsviçre Basın Konseyi’nin 18 Şubat 2000 tarihli kurucu oturumunda kabul edilen ‘Gazetecinin Hak ve Yükümlülükler Bildirgesi ve İsviçre Basın Konseyi’nin Direktifleri’ne göre ‘gazetecinin kamu karşısındaki sorumluluğu herhangi bir başka sorumluluktan, özellikle de onu işverene ve devlet organlarına bağlayan sorumluluktan önce gelir.’ Zira gazeteci gerçeği araştırmakla, sonuçlarına bakmaksızın kamunun gerçeği bilmek hakkına saygı göstermekle yükümlüdür. Bu yükümlülüğün gazeteciyi, ‘devlete, işverenine ve siyasal iktidara bağlanmaktan, bu iktidar odaklarına servis yapmaktan alıkoyması’ gerekir.

Hiç kuşku yoktur ki, gazetecilik mesleği için geçerli ve doğru olan bu tespit ve uyarılar, televizyon yayıncılığı için de doğru ve geçerlidir. Ne yazık ki Türkiye’de gazetecilik ve televizyonculuk bağlamında bu ölçü kaçmış, kitle medyası demokratik güçler tarafından kontrol ve terbiye edilemeyen, en başta siyasal iktidar olmak üzere, başkaca makro ve mikro iktidarlar tarafından yönlendirilen aşırı bir güç elde etmiştir.

Gelinen bu aşama, Karl Popper’in yıllar önce yaptığı bir konuşmada işaret ettiği ve fakat o zaman çok fazla ciddiye alınmayan tehlikenin önemini bugün hepimizin gözlerinin önüne sermiştir. Karl Popper son derece önemli olan bu konuşmasında şunları söyler; ‘…televizyon kontrolsüz bir güce dönüşmüştür ve böylesi kontrolsüz bir güç demokrasinin ilkeleriyle çelişki içindedir. (…) Bizlerin özgürlüğe duyduğu özlemden özgürlüğün kötüye kullanılması sonucu doğan sorunların yok sayılması noktasına gelinirken bizim rızamız alınmadı…

Aynı konuyla ilgili olarak Belçikalı felsefe doktoru ve psikoterapist Boris Libois’in 1994 yılında yayımladığı ‘Ethique de l’information/Enformasyon Etiği’ isimli kitabına yollamada bulunan Enrico Morresi ise şunları yazıyor: ‘…Demokrasinin, sistemdeki değişikliklerin ve piyasa alanının, kamunun doğru bilgiye ulaşma hakkına el koymasına tahammülü olmamasını sağlamak, Libois’e göre, kitlesel medyaya dair – toplumsal sorumluluğun – kamusal olarak kurulmasını gerektirir. Enformasyon etiği değil ama iletişim hakkı toplulukçu özgürlüğün sorumluluk düzlemini sağlayacak seviyededir…Libois eserinde, basın özgürlüğünü ifade özgürlüğünden türeten, liberal hakların tümünü her yurttaşa tanıyan, liberal ekole sıkışıp kalmış bir eleştiri getirir. Dikkat, diye uyarır Libois, enformasyon kamusal bir işlevdir, bireysel bir hak değildir. Gücün öznesi medya sistemidir, gazeteci birey değildir. Yurttaşlara tanınan temel bir hakkın otomatik olarak bir şirkete esnetilebilmesini kabullenmeyen Libois, büyük çoğunluğunu kamunun oluşturduğu ama yargıçları ve üniversite hocalarını da içeren, bağımsız yönetim otoriteleri yoluyla sağlanan bir kontrol öngörür; piyasa ile devlet arasında bir ara formül…

Türkiye, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) adıyla bağımsız bir yönetim otoritesi oluşturarak, radyo ve televizyon yayınları üzerinde, tam olarak değil ise de, Libois’in önerdiğine yakın bir kontrol mekanizması oluşturdu. Bu kurulda, yargıçlar da, akademisyenler de görev yaptı, halen de yapıyorlar. Peki, ne değişti? Hiçbir şey! Peki neden? Bağımsız olması, tarafsız olması, özerk olması gereken bu kurum, hemen hiçbir döneminde, ama daha çok günümüzde, bağımsız, tarafsız ve özerk olamadı da onun için!

O nedenle, Napolyon, ‘feodaliteyi top öldürdü; modern toplumu da mürekkep öldürecektir’ demekte haklıdır. Ama bir farkla; mürekkep sadece modern toplumu öldürmekle kalmamış, ne yazık ki onun bize hediyesi olan demokrasiyi de öldürmüştür. Ama bunu mürekkepten daha çok mürekkep yalayanlar yapmıştır.

Onun için hem ‘Akrep gibisin kardeşim / korkak bir karanlık içindesin akrep gibi / serçe gibisin kardeşim / serçenin telaşı içindesin / midye gibisin kardeşim / midye gibi kapalı, rahat / ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim / bir değil / beş değil / yüz milyonlarlasın maalesef / koyun gibisin kardeşim / gocuklu celep kaldırınca sopasını / sürüye katılıverirsin hemen / ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye / dünyanın en tuhaf mahlukusun yani / hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf / ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende / ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin / -demeğe de dilim varmıyor ama- / kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!’ diye yazan Nazım Hikmet, hem de ‘Ne utanmaz köpekleriz, kimi görsek etekleriz’ diyen Neyzen Tevfik haklıdır.

Hem de bin defa, on bin defa, yüz bin defa, milyon defa haklıdır!