Birleşik Avrupa hayaline yönelik uğraşların ve bu yöndeki fikirsel tartışmaların geçmişi uzun bir sürece denk gelmektedir. Buna rağmen, anılan birlikteliğin gerçekleşmesi bakımından en önemli dönüm noktalarından biri kuşkusuz ki ikinci dünya savaşıdır. Avrupa`nın birbiriyle kenetlenmesi ve birlik olma yoluna girmesi bu savaşın bitmesiyle birlikte büyük bir hız kazanmıştır. Bu çerçevede, Fransız ve Alman siyasi önderlerince savaşın yıkıcı etkisini önlemek, bir daha aynı acıları yaşamamak adına barışın egemen olduğu bir döneme geçişin adımları atılmaya başlanmıştır. 

Soğuk savaş döneminin coğrafi olarak kritik konumunda olan ülkemiz ise Batılı ülkeler tarafından stratejik etkisi nedeniyle önemli bir konuma yerleştirilmiş ve Batı ittifakının bir parçası olması için elverişli bir ortam oluşturulmaya çalışılmıştır. Soğuk savaş koşulları Avrupa bütünleşmesi imkanını ve ülkemizi büyük oranda etkilemiş; Türkiye bu ortamda kurulan Avrupa Topluluğu örgütüne yakınlaşmıştır.



Avrupa Birliği (AB), 1999 Helsinki Zirvesi sonrasında Türkiye`yi AB genişleme stratejisine dahil etmiş ve Türkiye`nin diğer aday ülkelerle aynı katılım şartlarında değerlendirileceği vurgusu yapmıştır. 1999 yılı sonrası dönemde hız kazanan ve iç politikada öncelikli hale gelen reform süreçleri, 2002 ve 2006 yıllarında siyasi katılım kriterlerini karşılamaya yönelik toplam dokuz uyum paketi ile birlikte süregelmiş olsa da özellikle bu yıllardan sonra ilerlemeye yönelik dinamiklerde gerileme olduğu anlaşılmaktadır. 

Genel manada ne yazık ki, Avrupa bütünleşmesinin omurgasını oluşturacak olan toplumlararası yakınlaşma ve milletler arasında barış iklimi oluşturma gayretlerinde çok da fazla bir ilerleme kaydedilememiştir. Bunda, ülkemiz kamuoyu ile AB kamuoyunun endişe ve beklentilerindeki farklılıkların etkili olduğunu düşünmekteyim.
Örneğin ülkemiz kamuoyunun, AB hedefi konusunda ikiye ayrıldığını görmekteyim. Bunlardan birinci gruptakiler, Türkiye`nin AB ile ilişkilerinin tam üyeliğe doğru gelişmesinin bireysel ve toplumsal olarak yol açacağı sonuçlar ve getireceği yararlara odaklanmış görünmektedirler. Ikinci gruptakiler ise daha çok üyeliğin getireceği batılı kimlik ve değerlere önem vermektedir. 

Bu itibarla anlaşılmaktadır ki, bir fayda beklentisi içinde olan birinci grup, AB üyeliğinin; ekonomik kazancın ve refahın artmasına, Türkiye`nin dünyada daha etkin olmasına, düzen ve güvenliğin sağlanmasına katkıda bulunacağını düşünmektedir. Kimlik eksenli yaklaşıma umut bağlayanlar ise, batının savunduğu demokrasi ve insan hakları gibi değerleri benimsemenin AB`nin getireceği en önemli katkı olduğunu düşünmektedirler.
Ne var ki, Türkiye kamuoyunun AB üyeliğine destek düzeyinin sürekli olarak bir düşüş trendinde olduğunu görüyoruz. Bu hususta, AB`nin Türkiye`ye karşı tutumu konusundaki olumsuz değerlendirmelerin ve süreçte AB ülkeleri ve organları kaynaklı (özellikle Fransa ve  Avusturya) engellerin çıkarılmasının Türk kamuoyunu önemli ölçüde etkilediğini söylemek mümkündür. 

Haksızlığa uğranmış olma algısının yersiz olmadığı bir gerçektir. Fakat ne yazık ki ülkemizde halen, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, azınlıklara saygı gibi değerlere tam olarak kıymet verildiğini söylemek de mümkün görünmemektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen onca ihlal kararına rağmen halen ifade özgürlüğü, toplanma özgülüğü kavramlarının bireysel ve toplumsal düzlemde yaşatılamadığını görmekteyiz. Ne yazık ki halen, uzun yargılamalardan, yaşam hakkı ihlallerinden, uzun tutukluluk sürelerinden muzdarip bir toplum ile karşı karşıya bulunmaktayız.

Ülkemiz kamuoyunun yaşadığı hayal kırıklığının bir diğer sebebi de AB kamuoyunun bizler hakkındaki yanlış algısıdır. Sahip olunan bu önyargılı yaklaşım nedeniyle, 1999 yılında Helsinki`de adaylığın kabulü ve 2005 yılında üyelik müzakerelerinin başlamasıyla, ülkemizin üyeligi AB genelinde ekonomik kalkınmışlıktan insan haklarına, coğrafyasından kültürüne ve tarihsel boyutlarına varan geniş bir yelpazede çekişmeli tartışmalara konu olmuştur ve olmaktadır. Bu çerçevede AB kamuoyu nezdinde ülkemizin en çok tartışılan yanı ise, ait olmadığı ileri sürülen Avrupalılığıdır.

Türkiye`nin AB üyeliği konusundaki muhalif görüşler sadece ulusal üstü değil aynı zamanda kendi ulusal meclislerinde de seslerini yükseltmişlerdir. “Hazmetme kapasitesi” ya da “entegrasyon kapasitesi” olarak tanınan yeni katılım şartlarının oluşturulmasını sağlamışlardır. 

Siyasilerin ülkemiz aleyhinde takındıkları tavrın ana kaynağı, haliyle, AB kamuoyunun Türkiye`nin üyeliğine sıcak bakmıyor olmasıdır. Yapılan araştırmalara göre AB kamuoyunun sadece yüzde yirmisi Türkiye`nin AB üyeliğini desteklemektedir.

AB kamuoyu, Türkiye`nin AB üyeligi durumunda AB kurumlarındaki dengelerin değişeceğine ve ülkemizin büyük nüfusu sayesinde bu kurumlarda etkin söz hakkına sahip olacağına dair kaygılar taşımaktadır. Bu saftaki insanlar ayrıca, ülkemizin geri kalmış olduğunu ve olası üyelik halinde AB fonlarından alınacak desteğin boyutlarının çok yüksek olacağını ileri sürmektedirler. Yine, islamiyet hakkındaki yanlış algı nedeniyle, toplumlar arasındaki sözde uyum sorununun çatışmaya dönüşeceğine dair yersiz bir beklenti de bulunmaktadır. 
Peki bu algıyı değiştirebilmemiz nasıl mümkün olabilecektir? Öncelikle, olası bir üyelik halinde Türkiye`den AB`ye büyük bir göç olacağı kaygılarının yersiz olduğunu ortaya koymamız gerekir diye düşünüyorum. Düşünülenin aksine, Avrupa`da yaşayan pek çok Türk asıllı bireyin düzelen siyasi ve iktisadi şartlar sebebiyle ülkemize geri dönmek isteyeceğine dair beklenti taşıyanların da hiç az olmadığını biliyorum. Bu gibi konuların daha sık gündeme getirilmesi gerekmektedir. Türkiye artık o eski Türkiye değil! 

AB kamuoyunun asıl çekindiği konuların başında kültürel ve kimliğe dayalı farklılıklar olduğu dikkate alındığında; AB kamuoyu nezdinde, Avrupalılığının çok kültürlüğe ve çeşitliliğe olan saygısı vurgulanarak müslüman öteki oluşturmanın haksızlığına vurgu yapmamız gerektiğine, kendimizi güçlü ve kararlı bir şekilde ifade etmemiz  gerektiğine inanmaktayım.

Biliyoruz ki olumsuz algıların olumlu hale getirilebilmesi çabası büyük emek istemektedir. Bunun için bireysel ve toplumsal bir dinamizm gerekli olmakla birlikte yeterli de değildir. Tarihsel anazlizde görülüyor ki, büyük toplumsal dönüşümler ya da daha hafif tabiriyle iyiliğe dair atılan büyük adımlar yeni toplumsal sözleşmeler ve antlarla sağlanmıştır. Anayasa değişikliği hedefimizin ise tam da bu anlamda çok önemli olduğunu düşünüyorum. 

Ayrıca, yapay bir olumlu algı oluşturma gayretinin de yersiz ve saçma olduğunu açıklıkla ifade etmek gerekir diye düşünüyorum zira bu yanlışa sık sık düşen bir insan ve toplum yapımız mevcuttur. 
Öz bakımından olumluya dönük olan, hedefinde ben değil de biz olan toplumların, milletlerin zaten bu algıya ihtiyaç duymadığı da aşikardır. Hatırlatmak gerekir ki; Osmanlı Devleti, kimliğini yitirmeden Avrupa`ya yerleşmeyi ve üstelik yayılmayı başarmış tek Türk devletidir. Bu çerçevede ele alınmasının uygun olacağını ifade etmek istiyorum. 

Milli ve dini şuurumuzda bulunan tüm o güzel ve eşsiz değerleri; inanç, sabır ve hoşgörü ile AB kamuoyuna aktarmamız gereğini belirtmek istiyorum. AB kamuoyuna ve bireylerine karşı takınmamız gereken tavır bakımından, aşağıda yer alan hikayenin bir nebze olsun yol gösterici olacağını umuyorum.
Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretleri, Mesnevi adlı eserinde, ölümünden sonra üç oğlundan hangisine malvarlığının miras bırakılması gerektiğini kadıya vasiyet eden bir adamın hikayesini anlatmıştır. Buna göre, adamın malvarlığı, dünya nimetlerini elde etmekte en tembel (tasavvufta dünya nimetlerini elde etmekte tembellik etmek övülmektedir) olana verilecektir.

Kadı, vasiyeti yerine getirebilmek, üç oğuldan hangisinin belirtilen özelliğe sahip olduğunu tespit edebilmek için bu kişileri yanına çağırır ve onlardan bu özelliğe sahip olup olmadıklarını ispatlamalarını ister.
O üç kardeşten biri kadıya der ki: “Ben; bir insanın, konuşmaya başlar başlamaz konuşuş tarzından, kullandığı dil bakımından ne adam olduğunu anlarım! Eğer ağzını açmaz ise, konuşmaya başlamaz ise, ancak üç gün içinde anlayabilirim!”

Öbürü; “Ben” der, “Söz söylerse, o adamın ne biçim adam olduğunu anlarım! Söylemezse, onu söz söylemeye zorlar, ona söz söyletirim!” Kadı üçüncü kişiye dönerek; “Senin bu hileni, kurnazlığını duymuş, işitmişse ağzını kapar, susar ya da hiçbir şey söylemezse ne yaparsın?” der. 

Diğeri: “Onun karşısında susar, otururum!” diye cevap verir ve ekler: “Çıkacağım yerde, sabrı merdiven edinirim, çıkarım da! Böylece rahatlığın sevincin damına ulaşırım. Fakat onun huzurunda otururken bu alemin neşe ve gamına ait olmayan bir söz gönlümden coşuverirse, bilirim anlarım ki o sözü … parlak nurlu gönülden gönderen odur! Gönlümden çıkıp gelen o söz; ötelerden, şerefli, uğurlu yönlerden gelmektedir! Çünkü gönülden gönüle pencere vardır!’ diye yanıtlar.  

Bu hikayede bazen sadece beklemek gerektiği, sarfedilen onca geyretten sonra biraz da susmak gerektiği anlatılmaktadır. Denilmektedir ki, gönlü bütün o heveslerden, dünya arzusundan arındırdığında, benlikten sıyrılıp öze dokunulduğunda anlaşılacaktır tüm niyetler ve düşünceler. 

Mevcut şartlarda Türkiye AB ilişkilerinin bir iyi niyet ve güven bunalımı yaşadığı, her iki tarafın da kimlik tanımı yapma gayretinde olduğu, gerçek niyetlerin sorgulandığı, uyum sorunu adı altında yalnızlık kaosuna sürüklendiği anlaşılmaktadır. 

Bu durumda, yukarıda aktarmış olduğum hikayeye atıf yaparak belirtmek istiyorum ki; ülke olarak, tüm fayda ve kimlik bunalımlarından sıyrılıp, kendimizi ve birbirimizi değersizleştirmek yerine, birbirimize nasıl destek olabiliriz düşüncesi ile hareket etmemiz gerekmektedir. Türkiye güçlü bir dünya devletidir ve her geçen gün gücüne güç katarak yoluna devam edecektir. Bu süreçte ihtiyacımız olan en önemli konu “Doğru bir Türkiye Algısı” bunu sağladığımız durumda Avrupa Birliği bizim için asla bir hayal değil! Göreceksiniz;  Avrupa Birliği ilerki dönemde Türkiye’siz geçen günlerinin kendisine verdiği zararı hesaplayarak geçirecek! Sözlerimi burada tamamlarken hepinize mutlubir haftasonu diliyor saygı ve sevgilerimi sunuyorum…
Av. Meltem BANKO