Türkiye Cumhuriyeti, parlamenter sistemin gereklerini layıkı ile yerine getirmiş de temsili demokraside istediği sonucu alamamış gibi, yönetim sistemini değiştirme çabasına girmiş gözüküyor. Yap-bozla, istikrar kazanmayan müessese ve uygulamalarla bir yere gidilemeyeceğinin farkına varmalıyız. Sadece değiştirmekle ve mevcudu bozmakla sorunlar çözülebilse idi, en iyi anayasayı ve kanunları düzenlemek suretiyle her meselenin halli mümkün olabilirdi.

Mevcut durumda; milletvekilliği seçimlerinde %10 Ülke barajı, ön seçim olmaksızın adayların siyasi parti merkezlerinden belirlenmesi, temsili demokrasi ve parlamenter sistemin temelini oluşturan “siyasi parti” anlayışına ters düşen bağımsız milletvekili seçimi usulleri aynen devam etmektedir.

Olması gereken ise, seçim barajının kaldırılması veya %3, en fazla %5 seviyesinde tutulması, milletvekili adaylarının ön seçimle siyasi parti delegeleri tarafından belirlenmesi, bu yolla halkın iradesinin parlamentoya daha yüksek oranda yansımasının sağlanması, “siyasi parti” ve “örgütlenme” esasına ters düşen bağımsız milletvekilliği seçiminin kaldırılması, milletvekilinin istifa etmesinin veya bir başka partiye geçmesinin engellenmesi, böylece kendisini seçen iradenin korunması, parlamenter sistemin esasına uygun şekilde Cumhurbaşkanının temsili demokraside halkın iradesi ile hareket eden Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilmesidir. Tam işleyen temsili demokraside, koalisyondan ve seçimden korkulmamalıdır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti gibi demokrasinin tam olarak hazmedilmediği, demokrasi ve hukukta tedirginlik ve güvensizliğin yaşandığı ülkelerde, “temsilde adalet, yönetim istikrar” anlayışından hareketle, koalisyona izin vermemeyi hedefleyen seçim usullerinin benimsendiği görülmektedir.

Parlamenter sistemde koalisyonların sorunlara yol açtığı, çok partili siyasi hayattan ziyade başkan adaylarını destekleyen az sayıda siyasi partinin Ülke için daha faydalı olacağı, yönetimde istikrara kavuşulacağı, yürütme organının başı sıfatıyla hareket edip sorumlu tutulacak olan başkanın daha hızlı hareket edip kararlar alabileceği, bu şekilde kamu hizmetlerinin daha kaliteli ve başarılı yerine getirilmesinin mümkün hale geleceği ileri sürülebilir. Başkanlık sisteminde, başkanı halk seçecek ve başkan, hükümet üyelerini belirleyecek, kanunları ise bağımsız meclis çıkaracaktır.

Parlamenter sistemde yasama ile yürütme organları arasında yaşanan hakimiyet sorununun, başkanlık sistemine geçilmesi ile çözüleceğini söylemek isabetli değildir.

Başkan ile parlamento arasında uyum olduğunda bir sorun çıkmayacak, ancak aralarında ihtilaf olduğunda, hem başkan ve hem de yönetim sistemi kriz yaşayacaktır. Her iki durum da halk için olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Parlamento ile arası iyi olan başkan istediğini yapacak, arası kötü olan ise sistemi çıkmaza sokabilecektir. Bu sorun, parlamenter sistemde yaşanan sorunla benzerlik göstermektedir. Temel sorun, “insan” unsuru ve parlamentonun bağımsız olamamasıdır. Milletvekilleri ve meclis bağımsız olmadıkça, yasama ile yürütme organlarının birbirine müdahalesi, aşırıya kaçan etkisi ve aralarında olması gereken dengede bozukluk sürecektir.

Halkın seçtiği “kanun koyucu” konumunda olan parlamentoya karşı, yine halkın seçtiği “yürütme organı” sıfatını taşıyan başkanın daha güçlü ve etkin konumda olduğu bir gerçektir.

Başkanlık sistemi; denetimin zayıf olduğu, sivil toplum örgütlerinin henüz gelişmediği, basın-yayın ve sendikaların bağımsızlık ve tarafsızlık elde edemediği ülkelerde, demokrasilerde iyileşme yerine otoritenin daha da güçlenmesine yol açabilir.

Ülkemizde izlenecek başkanlık sisteminde, örnek ülke olarak takip edilebilecek Amerika Birleşik Devletleri’nin sosyolojik yapısı, Ülkemize kıyasla son derece farklıdır. Bu Ülkede uygulanan başkanlık sistemi ile birlikte kurulan müesseselerin, Türkiye Cumhuriyeti’nde eşzamanlı kurulup, etkin şekilde yürürlük kazanabileceğini söylemek de mümkün değildir.

İleri demokrasinin yolu, başkanlık sisteminden ve buna uygun Yeni Anayasa düzenlemekten geçmez. Esas olan, demokrasi ve hukukun benimsenmesidir.

Mevcut durumda, Cumhurbaşkanını halk seçti. Normlar hiyerarşisinin tepesinde olan ve herkesi bağlayan Anayasa m.100 ila 105’e bakıldığında Cumhurbaşkanı; tarafsız ev sorumsuz olacak, Devletin başı ve temsilcisi sıfatıyla hareket edecek, Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetecek, bu kapsamda da m.100’de öngörülen yetkileri kullanacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kabul ettiği parlamenter sistemde, gerek seçim sistemi ve gerekse Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri olması gereken değildir. “Temsilde adalet, yönetimde istikrar” gerekçesiyle temsili demokraside toplumu oluşturan her bireyin iradesinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne yansıması kısıtlanmış ve Anayasa m.104’de tanınan yetkilerle de Cumhurbaşkanının sembolik başkanlığı ve temsilci sıfatının ötesine geçilmiştir.

Şimdi ise, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmekle ve seçimde siyasi destek almakla tarafsızlığını kaybettiği, bu durum ile mevcut Anayasa hükümleri arasında çelişki doğduğu, halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanının yürütme organı ve idarenin başı olması gerektiği, halkın seçtiği Cumhurbaşkanının “kanun koyucu” yetkisini haiz Meclisten çıkan Hükümet karşısında çaresiz ve zayıf konumda bırakılamayacağı, bu sebeple de başkanlık, olmadığı takdirde “de facto” uygulanan ve mevcut Anayasaya da uygun düşen yarı başkanlık sistemine geçilmesi gerektiği ileri sürülmektedir.

Kanaatimizce, Meclisin seçtiği Cumhurbaşkanı da atanmış olmayıp, temsili demokraside halkın iradesini temsil eden parlamenterlerin seçtiği, dolayısıyla siyasi partilerin desteklediği, bu açıdan bakıldığında da tarafsızlığını kaybetmiş bir sıfat taşımaktadır. Bu nedenle, Cumhurbaşkanı için yapılan “tarafsızlık” tartışması doğru değildir. İster Meclis ve isterse halk seçsin, seçilme şartlarına sahip Cumhurbaşkanı adayı, seçildiği andan itibaren herkese eşit mesafede olmak ve tarafsız bir şekilde yetkilerini kullanmak zorundadır. Bu noktada, halkın seçiminin Meclisin Cumhurbaşkanı seçiminden daha ileri bir anlam taşıyacağı, aynı seviyede görülemeyeceği, halkın iradesini arkasına alan Cumhurbaşkanının “Devlet Başkanı” sıfatıyla sorumluluk alıp, “yürütme organının başı” olarak daha fazla yetki ile donatılması gerektiği savunulabilir.

7 Haziran 2015 milletvekili seçimlerine mevcut Anayasa ile girileceği, Cumhurbaşkanı ile ilgili Anayasa m.101 ila 105’in yürürlükte olacağı, seçime girmeyen Cumhurbaşkanın tarafsızlığını koruması gerektiği, yani hiçbir siyasi parti veya bağımsız milletvekilinin leh ve aleyhinde görüş bildiremeyeceği, Cumhurbaşkanın doğrudan veya dolaylı bir siyasi parti için oy istemeyeceği ve propaganda yapamayacağı, seçimin “Yeni Anayasa”, “Başkanlık Sistemi”, “Üniter Yapı” oylamasına çevrilemeyeceği tartışmasızdır.

Ancak görülen o ki, hukuk kurallarında ne yazarsa yazsın işin içine siyaset girdiğinde, yorumla, siyasi gerekçelerle, bu yetmediğinde de anlık yasal değişikliklerle sisteme müdahale edilebildiği, bu müdahaleden toplumun her bireyi dahil yasama, yürütme ve idare ile yargı organlarının da nasibini aldığı ortadadır.

Kürt, Alevi ve Roman Açılımı, Demokrasi Açılımı, Barış Süreci ve devam eden Çözüm Süreci tartışmaları sırasında, üniter yapıyı desteklemediği anlaşılan bir siyasi parti, seçim barajının altında kalma riskini de göze almak suretiyle seçime katılacağını ifade etmektedir. Bu siyasi parti barajı geçerse, Mecliste ciddi etkinlik kazanacak ve bu şekilde de Yeni Anayasa karşılığında taleplerini açıklayacak; barajı geçemediği takdirde de, milyonlarca oya sahip olduğunu, temsili demokrasinin özüne aykırı olan ağır baraj oranı nedeniyle Meclise giremediğini, “Çözüm Süreci” adı altında dile getirdikleri, fakat 6551 sayılı Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun m.2/1-ç’ye rağmen kamuoyunun öğrenemediği taleplerinin yerine getirilmesi gerektiğini, bu taleplerin muhtemelen af, federasyon ve buna uygun Yeni Anayasa olduğunu ifade edecektir. Millet ve Ülke birliği ile bütünlüğüne ters düşen “federasyon” talebi, Anayasanın ilk üç maddesi esas alınmak suretiyle reddedilecektir.

Son söz; kişi hak ve hürriyetleri konusunda yaşanan gelişmeler ve sorunların Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için ortak olduğu, hukukun evrensel ilke ve esasları ışığında kabul edilmesi gereken kanun ve uygulamalarda hukuka aykırılıkların yaşandığı, bunların Ülkeye aidiyet ve Millet duygusu ile çözülebileceği, etnik kimlik farklılığına dayalı ayrışmaların fayda getirmeyeceği kuşkusuzdur.


(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)