Bu yazımızda, TCK m.158/1-f kapsamında düzenlenen bilişim sistemlerinin araç olarak kullanılması suretiyle nitelikli dolandırıcılık suçunun taraflar (mağdur, hesap sahibi, esas dolandırıcı ve karar makamları) açısından tanımını, yapısal unsurlarını ve uygulamada karşılaşılan temel sorunları; özellikle de soruşturma–kovuşturma süreçlerinde delillerin değerlendirilmesi sırasında ortaya çıkan hataları uygulama bakımından ayrıntılı şekilde ele alacağız.

Her şeyden önce, mevcut yargısal konjonktürde bilişim dolandırıcılığı kapsamında verilen cezaların dikkat çekici ölçüde yüksek olduğu, ancak buna rağmen aynı nitelikteki dosyalar arasında dahi yeknesak ve öngörülebilir kriterlerin bulunmadığı görülmektedir. Ceza tayininde standart bir uygulama geliştirilememesi, özellikle iştirak iddiası bulunan dosyalarda zincirleme suç hükümlerinin devreye sokulması ya da suç konusu paranın ‘yüksek meblağ’ olarak nitelendirilmesi suretiyle mahkemelerin alt sınırdan uzaklaşma gerekçelerini genişlettiği ve 8 ila 12 yıl arasında değişen, giderek olağanlaşan ağır yaptırımlara hükmettiği bir pratiği ortaya çıkarmaktadır.

Oysa örgütlü suç isnadı içeren terör dosyalarında dahi örgüt üyeliği suçundan çoğunlukla 6 yıl 3 ay civarında ceza tayin edildiği bilinmektedir. Buna karşılık, bilişim sistemlerinin araç olarak kullanıldığı iddia edilen dosyalarda objektif kriterler belirlenmeden, hesap sahiplerinin otomatik biçimde ‘fail’ konumuna yerleştirildiği ve bu suretle fahiş cezalara hükmedildiği görülmektedir. Bu durum, ceza yargılamasının temelini oluşturan ‘hukuki güvenlik’, ‘öngörülebilirlik’ ve ‘adil yargılanma’ ilkelerini zedeleyen ciddi bir sorun alanı niteliğindedir.

Bu meyanda uygulamada süreç, terör, uyuşturucu ve yağma gibi ağır suç dosyalarında savunmaya tanınan imkânların nitelikli dolandırıcılık dosyalarında aynı düzeyde tanınmadığını bizlere göstermektedir. Kollukta alınan ifadeler çoğu zaman sınırlı birkaç soruyla geçiştirilmekte; tensip duruşmasında taraflara söz verilmemesi nedeniyle dosyanın başında yapılması gereken temel açıklamalar dahi yapılamamakta; yargılamanın ilerleyen aşamalarında tevsii tahkikat talepleri çoğu zaman gerekçesiz şekilde dikkate alınmamakta; mütalaadan sonra ise diğer ağır suç tiplerinde rutin olarak tanınan esas hakkında savunma ilişkin beyanda bulunma süresi bu dosyalarda formaliteye indirgenmiş bir süre ile geçiştirilmektedir. Kısaca nitelikli dolandırıcılık suçu kapsamındaki yargılamalarda sürecin diğer ağır suç tiplerinde olduğu ölçüde özenle yürütülmediğini; aksine uygulamanın giderek belirgin bir otomatikleşme eğilimine sürüklendiğini göstermektedir

Aslında bu suç tipinin karar makamları tarafından basite indirgenmesinin temel nedeni şudur: ‘Karar makamı–Yargıtay’ ile uygulama arasındaki ilişkinin yapısal olarak, yalnızca dosyaya yansıyan sınırlı bilgiler ve duruşmada kurulan yüzeysel temasla şekillenmesi; buna bağlı olarak yüksek yargının dosyaya ancak duruşma zabıtlarına yansıdığı kadarıyla müdahale edebilmesi hatalı uygulamaların düzeltilmesini sistematik biçimde geciktirmektedir. Yüksek Mahkeme’nin ve doktrinin çoğu zaman masa başında dosya üzerinden yapılan değerlendirmelerle yetinmek zorunda kalması; somut yargılamanın maddi hakikatini, tarafların duruşmalara yeterince yansımayan gerçek beyanlarını ve olayın fiilî örgüsünü tüm ayrıntılarıyla görme imkânını fiilen sınırlamaktadır. Buna karşılık avukatlar uygulamanın tam merkezinde yer almakta; hem aşağıda ayrıntılı biçimde açıklanacak ‘Esas Dolandırıcılar’la hem de ‘Hesap Sahipleri’ ile doğrudan temas kurarak olayların gerçek dinamiklerini bizzat gözlemleyebilmektedir. Bu nedenle hazırladığımız bu çalışmanın, karar makamlarının yanı sıra iddia ve savunma makamlarınca da dikkatle değerlendirilmesinin, maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasına ve adil yargılama ilkesinin somutlaştırılmasına önemli katkılar sağlayacağı kanaatindeyiz

Şunu da belirtmek gerekir ki bu yazının kaleme alınmasındaki temel amaç; 21. yüzyılda vatandaşların ve hukukun, adalete erişim yolunda karşısına bir set gibi dikilen bu suç tipinin uygulamadaki sorunlarını görünür kılmak, adeta yolun ortasında duran bu taşı kenara çekmek ve zerre de olsa hukuka katkı sunabilmektir. Zaman bakımından ifade etmek gerekirse, savunma makamı olarak görev aldığımız sayısız bilişim dolandırıcılığı dosyasında ilk kez, suç işlemediğine tam bir kesinlikte inandığımız bir ‘Hesap Sahibi’ müvekkilin hiçbir maddi delil bulunmaksızın 9 yılı aşkın hapis cezasına mahkûm edilmesinin ardından bu yazı serisini kaleme alma ihtiyacı ve bu doğrultuda bir sorumluluk duygusu oluşmuştur. Kısaca bu metinde yalnızca hakikatin kendisini, dosyalarda fiilen yaşananları ve uygulamanın ortaya koyduğu gerçekliği bütün açıklığıyla aktarmayı hedefliyoruz. Amacımız hukuk süjeleri arasında bir tartışma yaratmak; sahada karşılaştığımız somut olguları ve bu olguların hukuki değerlendirmedeki etkilerini yalın, anlaşılır ve doğrudan bir dille ortaya koymaktır.

Bu noktaya kadar aktardığımız tüm bilgiler bir giriş/mukaddime niteliğindedir. Şimdi, yukarıda değinilen hatalı yaklaşımın en kritik ayağı olan ‘hesap sahibi’ kavramının kimlere tekabül ettiğini; yani tahkikatın çoğu zaman yöneldiği ve nihayetinde mahkûmiyet kararlarının büyük ölçüde üzerinde yoğunlaştığı bu kişilerin gerçekte nasıl bir sosyolojik profile sahip olduklarını açıklamak gerekmektedir. Zira doğru ve isabetli bir hukuki değerlendirme, ancak bu kişilerin kim olduklarının, olay örgüsünde hangi konumda yer aldıklarının ve neden bu suç tipine kolaylıkla alet edilebilir hâle geldiklerinin gerçekçi biçimde anlaşılmasıyla mümkündür.

HESAP SAHİPLERİ KİMDİR?

Hesap Sahipleri, uygulamada çoğu zaman yargılamalarda sanıldığı gibi organize dolandırıcılık ağlarının profesyonel bir parçası(!) değildir. Aksine, pratikte karşılaşılan tablo, bu kişilerin toplumsal hayatın en kırılgan kesimlerinde yer alan; ekonomik, sosyal veya kişisel sebeplerle risklere açık, hukuki ve finansal okuryazarlığı son derece sınırlı bireyler olduğunu göstermektedir.

Yargılamaya konu eylemlerde şahsi banka hesapları suça konu hale gelen kişiler olan Hesap Sahipleri; kimi zaman hesaplarını “Esas Dolandırıcılar” olarak nitelendirebileceğimiz kişilerin kullanımına açmakta, kimi zaman da banka kartlarını, şifrelerini ve mobil bankacılık erişimlerini doğrudan bu kişilere teslim etmektedir.

Bu sosyolojik profil doğru anlaşılmadığı sürece, hukuki değerlendirmelerin isabetli olması ve maddi gerçeğin ortaya çıkarılması mümkün değildir.

Bu gruba ilişkin sahada/pratikte görülen anlayış, meselenin basit bir ‘geçim sıkıntısı’ kategorisine indirgenemeyeceğini göstermektedir. Asıl belirleyici olan; bireylerin dijital okuryazarlık, işlem güvenliği, banka sistemi işleyişi ve hukuki sonuçları öngörebilme konularındaki ciddi eksiklikleridir. Dolandırıcılık suçlarında ‘hesap sahipliği’ isnadına konu edilen kişiler bu nedenle çoğu zaman kasten hareket eden failler değil; dijital altyapı bilgisi, sosyal farkındalık düzeyi ve hukuki kavrayış kapasitesi sınırlı olduğu için kolaylıkla yönlendirilebilen, manipülasyona açık bireylerdir. Bu durumun kökeninde ise hem teknolojinin baş döndürücü bir hızla gelişmesi ve geniş toplum kesimlerinin bu hıza uyum sağlamakta zorlanması, hem de toplumsal kültürümüzde başkalarına yardım etmeyi, birine ‘kolaylık sağlamayı’ veya bir işi ‘iyilik olsun diye’ üstlenmeyi doğal bir davranış kalıbı olarak görmenin yattığı açıktır.

Bu gruba dâhil olan kişileri anlamak için önce içinde bulundukları sosyal çevreyi doğru okumak gerekir. Toplumdaki her bireyin yaşam koşulları aynı değildir; herkes hukuki bilinç düzeyi yüksek, düzenli ve güvenli bir çevrenin hâkim olduğu nezih mahallelerde hayatını sürdürme imkânına sahip olmayabilir. Aslında toplumun büyük bir kesimi kişi, hukuka saygının ve toplumsal bilincin daha düşük olduğu, günlük sorunların daha yoğun hissedildiği ortamlarda yaşamak durumundadır. Bu meyanda bu kişiler çoğu zaman bir hesabın başkasına verilmesinin ne tür sonuçlar doğuracağını bilmez; banka kartını veya şifresini vermeyi, kötü niyetli bir eyleme kapı açmak olarak değil, ''Nasıl olsa hesaba para gelecek, çıkmayacak'' gibi bir düşünce ile gündelik hayatta sıkça rastlanan bir ‘iyilik’ olarak görürler.

Bugün uygulamada karar makamlarının ve Yargıtay’ın adeta topluma “Banka Kartı Namustur! Kimseye Verilmez!” anlayışını cezalandırma suretiyle (!) dikte ederek ve insanlara 4-10 yıl ile alt-üst sınırı belirlenmiş bir cezayı hak görmek suretiyle bir bilinç(!) oluşturmaya çalıştığı sezinlenmektedir. Ancak bu yaklaşım, geniş toplum kesimlerinin gerçek hayattaki davranış kalıplarıyla, kültürel kodlarıyla ve sosyal ilişkileriyle örtüşmemektedir. Türkiye’de insanlar birbirine güvenmeyi, yardım etmeyi, bir işi rica üzerine üstlenmeyi kültürel olarak doğal bir refleks sayar. Burası Avrupa değildir; bizim toplumumuzda insanlar birbirine daha yakındır, ilişkiler daha iç içedir ve günlük hayatta yardım etmek, bir ricayı kırmamak, birine kolaylık sağlamak olağan ve kültürel olarak beklenen davranışlardır. Dolayısıyla bu kişiler ‘kasten suç işleyen fail’ değil, sosyal ilişkilerinin ve sınırlı farkındalıklarının bir sonucu olarak kolayca yönlendirilebilen bireylerdir.

Bu nedenle, bu gruba ilişkin belirleyici unsur çoğu zaman ekonomik koşullar değil; kişilerin suçun işleniş biçimini kavrayabilecek bilinç düzeyi, çevre, kasten hareket etmeye elverişli irade kapasitesi ve dijital–hukuki farkındalık eşiğidir. Uygulamada hesap sahipliği iddiasıyla karşılaşılan dosyaların büyük bölümünde, bireylerin en temel seviyede dahi suça yönelik farkındalık geliştirecek bilgi birikimine sahip olmadıkları; hatta çoğu zaman işlenen fiilin hukuki karşılığına, niteliğine veya sonuçlarına ilişkin somut bir kavrayışlarının dahi bulunmadığı, bu nedenle sanıkların dosyayı takip etmedikleri gibi düşük miktardaki zararı dahi giderme yoluna gitmedikleri, ancak ceza geldiğinde vahametin farkına vardıkları açıkça görülmektedir.

Bu kişilerin ortak niteliği şudur: Dolandırıcılık suçunu meslek edinmiş faillerde bulunması gereken teknik bilgi birikimine, dijital operasyon kabiliyetine, organizasyon yeteneğine ve sürekliliğe sahip değildirler. Çoğu, bilişim dolandırıcılığının hangi aşamalardan oluştuğunu, paranın akış zincirinin nasıl manipüle edildiğini veya banka hesabının suçta nasıl bir araç haline getirildiğini dahi bilmez. Banka hesaplarının, kendilerinin haberdar olmadığı karmaşık ve hiyerarşik bir yapıda faaliyet gösteren esas failler tarafından kullanılabileceğini öngöremezler. Nitekim uygulamada, ‘Esas Dolandırıcı’ olarak nitelendirdiğimiz, dijital altyapıyı kuran, mağdurla temas kuran, para transfer mekanizmasını yöneten kişilerle yalnızca güven ilişkisi, ricaya dayalı sosyal normlar veya ekonomik sıkışmışlık nedeniyle hesaplarını ‘emaneten’ ya da düşük miktarlı bir komisyon karşılığında kullandırmaktadırlar.

Dolayısıyla ‘hesap sahibi’ profili, kamu düzenini tehdit eden yapının merkezinde yer alan, bilinçli ve organize bir fail değil; aksine, bu yapının en zayıf halkasını oluşturan, yönlendirmeye açık, çoğu zaman sömürülen ve en önemlisi—insanın doğasında var olan zaaflar nedeniyle— neredeyse her bireyin ama her bireyin belli koşullar altında sürüklenebileceği bir konumda bulunan kişidir.

Şimdi dolandırıcılık eylemi bakımından tanım içerir ve özellikle diğer suçlardan ayırt etmek adına birçok kararda kendi muhakememiz adına kullandığımız 2004 yılında Ceza Genel Kurulu tarafından verilen 6-85/104 Sayılı kararın değerli bir kesitini sunduktan ve birtakım meseleleri açıkladıktan sonra ''Esas Dolandırıcı'' olarak nitelendirdiğimiz dosyaların genellikle ''Tek Fail'' lerine dair bilgilendirme yapacağız.

CGK 27.04.2004 6-85/104

“Maddi olmayan yollarla karşısındakini aldatan, yanılgıya düşüren, dikkat ve özen yükümlülüğünü etkisiz kılan her türlü davranış hile olarak kabul edilir. Bu eylemler, bir gösteriş biçiminde olabileceği gibi; gizli davranışlar olarak da ortaya çıkabilir. Gösterişe dayalı davranış ise, failin sahip olmadığı olanaklara ve sıfatlara sahip olduğu izlenimini uyandırmak, bu durumu gizlemektir.”

Dikkat edildiği üzere, anılan kararda dolandırıcılık fiilini gerçekleştiren faillerin, kendi kimliklerini sakladıkları, gerçek konumlarını gizledikleri ve kendilerini tamamen farklı bir kişi veya sıfatla tanıttıkları açık biçimde ortaya konulmaktadır. Bu nedenle, uygulamada göz önünde olan, kendi adıyla banka hesabı açan ve tüm işlemleri kendi T.C. kimlik numarası ile yapan hesap sahiplerinin gerçek failler olabileceğini düşünmek ve iştirakten bahsetmek hukuki ve fiilî mantıkla bağdaşmamaktadır; bu durumu anlatmanın izahtan vareste olduğu kanaatindeyiz.

ESAS DOLANDIRICI KİMDİR?

Esas Dolandırıcı, yargılamalarda çoğu zaman “Hesap Sahibi” ile karıştırılmakla birlikte, gerçekte bilişim sistemlerinin araç olarak kullanıldığı nitelikli dolandırıcılık suçunun merkezinde yer alan, eylemin planlayıcısı ve yöneticisi konumundaki kişidir. “Esas Dolandırıcı” olarak nitelendirilen bu fail grubu, fiili münferit veya tesadüfî bir davranış olarak değil; aksine süreklilik, organizasyon, iş bölümü ve teknik donanım gerektiren profesyonel bir faaliyet alanı şeklinde icra eder. Uygulamada karşılaşılan örneklerde, belirli bir ofis düzeni kurdukları, günün önemli bölümünü potansiyel mağdur arayarak, iletişim kanalları oluşturarak, zafiyet gösteren bireyleri tespit ederek ve her gün yeni dolandırıcılık senaryoları geliştirerek geçirdikleri; bu nedenle eylemlerinin “günlük mesai” niteliğine büründüğü görülmektedir.

Yine sahadaki pratik bilgilerden, bu örgütlenmelerin özellikle Mersin ili başta olmak üzere bazı büyükşehirlerde kümelendiği, bir kısmının ofis benzeri yapılarda faaliyet gösterdiği, çalışan pozisyonundaki kişilere dahi aylık 300.000–500.000 TL aralığında kazanç sağladığı, 2-3 lüks eve kira ödedikleri, ayrıca sahada çalışan kişiler üzerinden sistematik şekilde banka hesap sahipleri topladıkları bilinmektedir. Bu kapsamda söz konusu yapıların süreklilik arz eden, profesyonel ve örgütlü bir faaliyet yürütmelerine rağmen, kolluk tarafından bu organizasyonların yapısı, sürekliliği, finansal akışları ve personel ağı hakkında yeterli ve derinlikli bir araştırma yapılmadığı da gözlemlenen bir diğer önemli husustur.

Bu faillerin karakteristiği; mağdurlarla doğrudan irtibat kurmaları, kendilerini sahte kimlikler, sahte internet siteleri, sosyal medya profilleri, WhatsApp ve Telegram hatları ve en önemlisi ''Hesap sahiplerine'' ait banka hesapları üzerinden farklı kişiler olarak tanıtmaları ve hileli davranışlarını çok katmanlı bir iletişim ağı içinde sürdürmeleridir. Dolandırıcılık eyleminin her aşamasını planlı bir şekilde yürüten bu kişiler, paranın akışını yönlendiren, kuryeleri ve ara bulucuları organize eden, ihtiyaç duydukları anda hesap sahiplerini manipüle eden ve eylemi adeta bir “operasyon zinciri” şeklinde sevk ve idare eden yapılardır. Bu nedenle, bilişim dolandırıcılığının fiilî ve hukuki sorumluluğunun merkezinde, hiçbir teknik bilgiye sahip olmayan, kendi adıyla hesap açan ve çoğu zaman olayın farkında dahi olmayan Hesap Sahipleri değil; tüm eylemi tasarlayan, yöneten, gizleyen ve sahte kimlik arkasına saklanan bu profesyonel dolandırıcılar bulunmaktadır.

Esas dolandırıcıların belirgin niteliği, suçun maddi ve manevi unsurlarını bütünsel biçimde oluşturacak bilgi, beceri ve hile kapasitesine sahip olmalarıdır. Bu kişiler, banka sistemlerinin işleyişinden mağdurların psikolojik zaaflarına, sosyal mühendislik yöntemlerinden kimlik gizleme tekniklerine kadar geniş bir alanda deneyim kazanmış; zincirleme suç yapıları içinde organize biçimde faaliyet gösteren profesyonel fail tipini temsil eder. Kısacası, bilişim yoluyla dolandırıcılık suçunun asli unsuru, olay örgüsünün başında ve sonunda yer alan; eylemi kuran, yürüten ve sonuçlarını kendi lehine yönlendiren bu fail grubudur.

Esas dolandırıcıların yakalanmasının güçlüğü de esasen bu yapısal özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Zira gerçek failler, anonimliği korumak adına dijital izlerini sistematik şekilde gizlemekte; sürekli değişen IP adresleri kullanmakta, hatlarını ‘patates hat’ olarak tabir edilen başkasının üzerine kayıtlı GSM hatlarıyla yönlendirmekte, VPN–proxy zincirleriyle konumlarını maskelemekte ve en kritik aşamada, tüm para akışını kendi adlarına değil bizzat üçüncü kişilere ait banka hesapları üzerinden gerçekleştirmektedir. Bu nedenle bir ''Hesap Sahibi'', Esas Dolandırıcının gerçek kimliğinin paylaşmadığı veya faile bilerek yardım ettiği sürece, esas dolandırıcının tespit edilmesi neredeyse imkânsız hâle gelmektedir. Keza paylaşsa dahi bu durum çoğu zaman atf-ı cürüm olarak nitelendirilmektedir. Zira Esas Dolandırıcının fail olduğuna ilişkin çoğu zaman hiçbir delil yoktur.

Yargılamalar bakımından en dikkat çekici husus ise şudur: Esas dolandırıcılar hakkında, birbirleriyle hiç yüz yüze gelmemiş, hatta bir kez dahi iletişim kurmamış çok sayıda ‘hesap sahibi’ üzerinden işaret edilerek esas dolandırıcı oldukları konusunda onlarca, kimi zaman yüzlerce ifade olup bir o kadar da soruşturma yürütülmektedir. Bu kişiler dolandırıcılık faaliyetinin işleyişine ne kadar aşinaysa, ceza yargılamasının tüm safhalarına da o denli alışkındır. Nitekim hesap sahipleri soruşturma aşamasında kendilerini işaret ettiğinde, esas dolandırıcı çoğu zaman sadece ‘tanımıyorum’ veya ‘neden iftira attığını bilmiyorum’ şeklindeki son derece basit inkâr ifadeleriyle kovuşturmaya yer olmadığına dair karar ya da beraat almaktadır. Dahası, bu KYOK ve beraat kararlarını diğer dosyalarda da adeta bir zırh gibi kullanarak, ‘suçsuzluklarına’ dair bir delilmiş gibi savcılık ve mahkemelere sunmakta; böylece aynı faaliyeti yargısal koruma kalkanı altında sürdürmeye devam etmektedir.

Oysa ceza yargılamasında bilinen temel prensip şudur: Birbirinden tamamen bağımsız, farklı kaynaklardan ve farklı kişilerden gelen deliller ispat bakımından en yüksek değer taşıyan delillerdir. Nasıl ki bir sokakta işlenen bir cinayet dosyasında, birbirini tanımayan ve aralarında hiçbir ilişki bulunmayan 2 tanığın aynı kişiyi işaret eden beyanı önemli bir kıymet ifade ediyorsa; bu tanık sayısı 10'a ulaştığında, işaret edilen kişinin fail olduğu yönündeki kanaatin oluşması kaçınılmazdır. Dolandırıcılık soruşturmaları açısından da durum farklı değildir. Birbirinden bağımsız çok sayıda hesap sahibinin –aralarında hiçbir iletişim, bağ veya çıkar ilişkisi bulunmayan kişilerin– aynı kişiyi ‘Esas Dolandırıcı’ olarak göstermesi, tahkikatların bir bütün olarak ele alınması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu tür dosyalarda yapılması gereken; beyanların yeknesaklığını, kronolojik örgüsünü, eylemlerin benzerliğini, yöntemsel ortaklıkları ve failin farklı dosyalarda tekrar eden rolünü birlikte değerlendirerek delillerin bütüncül bir perspektiften analiz edilmesidir. Aksi hâlde, birbirinden bağımsız yüzlerce kaynağın aynı kişiyi işaret ettiği bir yapı, basit inkâr cümleleriyle görünmez kılınmış olur ki bu durum hem maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasını engeller hem de ceza adalet sisteminin ispat ilkeleriyle bağdaşmaz.

Bu tablo, esas faillerin profesyonelce izlerini silerken, sıradan vatandaşların sistem tarafından kolayca hedef hâline getirildiğini göstermektedir. Gerçek dolandırıcıların görünmez kaldığı; buna karşılık hiçbir teknik bilgiye sahip olmayan, yalnızca adını taşıyan banka hesabı nedeniyle sürecin merkezine oturtulan vatandaşlarımızın ağır cezalara mahkûm edilmesi, adalet duygusunu en derin noktadan yaralayan asıl mağduriyettir.

(PATATES HAT MESELESİne dair kısa bir mülahaza;

Bilişim dolandırıcılığının en kritik unsurlarından biri, sahte kimliklerle veya başkalarının bilgileriyle çıkarılan ve “patates hat” olarak adlandırılan kayıt dışı GSM hatlarıdır. Operatörlerin kimlik doğrulama ve denetim sorumluluklarını gereği gibi yerine getirmemeleri nedeniyle bu hatlar piyasaya kolayca sürülmekte, dolandırıcılar ise yanlarında yüzlercesini taşıyıp aynı IMEI’li telefonlara takıp çıkararak kimliklerini tamamen gizleyebilmektedir. Bu sayede suçun tüm iletişim trafiği görünmez hâle gelirken, gerçek failler tespit edilememekte; buna karşılık hiçbir irtibatı bulunmayan hesap sahipleri fail gibi yargılanmaktadır. Ne acıdır ki, aynı IMEI’den kendi akrabalarıyla görüştüğü tespit edilen Esas Dolandırıcılar ile birlikte iştirak olduğu(!) gerekçesiyle hiçbir suça kastı olmayan vatandaşların ağır cezalara mahkûm edildiği dosyalarla sıkça karşılaşılmaktadır. )

HESAP SAHİPLERİ NASIL KANDIRILIYOR?

Bilişim yoluyla dolandırıcılık dosyalarında “hesap sahiplerinin” suça nasıl dâhil edildiğini doğru anlamak, maddi gerçeğe ulaşmanın zorunlu bir aşamasıdır. Zira sahada görülen, hesap sahiplerinin büyük çoğunluğunun bilinçli bir suç kastıyla değil; sistematik kandırma, yönlendirme, baskı ve manipülasyon teknikleriyle bu sürecin içine çekildiğini açıkça göstermektedir. Dolandırıcılar, hedef kişilerin sosyo-ekonomik, psikolojik ve kültürel zafiyetlerini ustalıkla istismar ederek, onları adım adım bu zincire dâhil etmektedir. Bu yöntemlerin en belirgin olanları aşağıda ele alınmıştır.

1. Güven İlişkisi Üzerinden Kandırma

Dolandırıcıların en sık kullandığı yöntem, hedef kişinin güvenini kazanmak ve bu güveni suça giriş kapısı hâline getirmektir. Bu kişiler, kimi zaman aynı mahalleden, köyden veya okul çevresinden gelen tanıdık bir profil şeklinde kendilerini sunmakta; kimi zaman sosyal medyada samimi ve güven veren bir kimlikle yaklaşmakta; kimi zaman da ortak bir tanıdık üzerinden “güvenilir biri” olduğu algısını yaratmaktadır. Telefonda ise düzgün konuşan, kibar, ikna kabiliyeti yüksek biri izlenimi oluştururlar.

Güven tesis edildikten sonra hesap isteme talepleri genellikle şu argümanlarla desteklenir:

“Benim hesabım blokeli, para senin hesabına gelecek.” “Parayı alınca bana gönderirsin, senden bir şey çıkmayacak.” “İşim yoğun, hesabı senin üzerinden halledeyim.”

Bu söylemler iki kritik psikolojik etki yaratmaktadır:

I. ‘Benden para çıkmayacak’ düşüncesiyle “risk yok” algısı

II. ''İyilik yapma” duygusuyla “birine yardım ediyorum” hissi.

Dolandırıcılık zincirinin en zayıf halkasını çoğu zaman bu masum refleks oluşturmaktadır.

2. Kripto/Bahis Yatırımı Vaadiyle Kandırma

Son yıllarda artan bir başka yöntem, hesap sahiplerini kripto para veya bahis üzerinden “komisyon karşılığı hesap verme” vaadiyle kandırmaktır. Dolandırıcılar:

“Biz kriptodan kazanıyoruz, hesaplarımız dolu.” “Hızlı işlem için başkasının hesabına ihtiyacımız var.” “Paralar önce senin hesabına gelecek, komisyon da vereceğiz.” gibi sözlerle teknik bilgiye sahip olmayan kişileri kolayca ikna eder. Hesap sahibi kripto dünyasını bilmediği için, sunulan gerekçeleri “bu işler böyle yürüyordur” düşüncesiyle kabul eder ve hesabını kullandırır.

3. İş Vaadi, Kuruma Giriş ve Resmî İşlem Gerekçesi

Uygulamada sık karşılaşılan bir başka kandırma şekli, iş bulma, işe yerleştirme, İŞKUR başvurusu yapma veya kamu kurumlarında işlem yürütme gibi gerekçelerle hesap toplamaktır. Dolandırıcı:

“Seni işe sokacağım.” “Başvuru için hesap şart.” “Devlet desteği var, işlemler senin adına yapılacak.” gibi söylemlerle kişiden birden fazla banka hesabı açmasını ister. Bu hesapların kartları, şifreleri ve mobil bankacılık erişimleri tamamen faile teslim ettirilir. İş bulma umudu, özellikle gençlerde ve ekonomik sıkıntı yaşayanlarda bu yöntemi oldukça etkili kılmaktadır.

4. Sosyal Yardım, Ek Ödeme veya Devlet Desteği Vaadi

Bazı dolandırıcılar, tamamen uydurma “sosyal yardım”, “öğrenci bursu”, “devlet ödeneği”, “ek fon” gibi başlıklarla hesap isterler.

“Devlet para yatıracak, IBAN lazım.” “Öğrenci yardım fonu açıldı.” “Anket şirketi ödeme yapacak, hesabın gerekli.”

Ekonomik sıkıntı yaşayan kişiler, küçük bir umuda dahi tutunarak bu talebi kabul eder.

5. Sosyal Medya-Siteler Üzerinden ‘Komisyonculuk’ Tuzağı

Bir başka yaygın yöntem, sosyal medya mesajları- siteler üzerinden “hesap komisyonculuğu” adı altında hesap toplamaktır. Dolandırıcı şu şekilde yazar:

“Para transferi işi yapıyorum.”, “Hesabını kullanırım, komisyon veririm.”, “Ben esnafım, işler yoğun.”

Bu yöntemle fail neredeyse hiçbir emek sarf etmeden (pratikte %0,02 Komisyon verildiği görülmüştür), yalnızca mesaj yoluyla bir kişiyi zincire dahil edebilmektedir.

6. Diğer Dolandırıcılık Yöntemleri

Dolandırıcıların kullandığı yöntemler son derece çeşitlidir ve her biri toplumun farklı kesimlerinde farklı zafiyet noktalarına hitap edecek şekilde kurgulanmıştır. Depremzedelere konteyner vaadiyle umut sömürüsü yapmak, kredi çıkarma veya banka borcu kapatma vaadiyle ekonomik sıkışmışlığı kullanmak, online satış ve e-ticaret üzerinden ürün bedeli bahanesiyle insanları ikna etmek, fatura ödeme–komisyon sistemi adı altında kolay gelir vaadi oluşturmak, GSM hattı üzerinden para kazanma iddiasıyla kişileri sürece çekmek, öğrencilere yönelik part-time iş ve evden çalışma ilanlarıyla gençleri hedef almak, sosyal medya üzerinden “hesap kiralama” gibi masum görünen tuzaklar kurmak, kripto para ve bahis siteleri üzerinden yatırım veya komisyon adı altında hesap toplamak bu yöntemlerden sadece birkaçıdır. Bunlara ek olarak devlet yardımı, burs, ek destek ödemesi gibi bahanelerle vatandaşların umutlarını istismar eden sahte vaatler; işe yerleştirme, İŞKUR veya kamuya giriş işlemleri bahanesiyle hesap açtırma; tanıdık ya da akraba referansıyla güven ilişkisi oluşturma; “hesabım blokeli”, “para sana gelecek çıkmayacak” veya “esnaf yoğunluğu” gibi söylemlerle iyi niyet suiistimali; kargo veya kurye ücreti iadesi bahanesi; sahte savcı, polis veya icra memuru aramaları; IBAN doğrulama iddiası; “sende dursun” diyerek hesap isteme; varlık şirketi ya da borç yapılandırma bahanesi; hatta emlak kapora ödeme-alma senaryoları da bu zincirin bir parçasıdır. Tüm bu yöntemlerin ortak noktası, dolandırıcıların toplumdaki güven ilişkilerini, ekonomik kırılganlıkları ve bilgi eksikliklerini ustalıkla kullanarak sıradan vatandaşları iradeleri dışında suç zincirine dahil etmesidir.

MAĞDURLAR BAKIMINDAN;

Uygulamada “mağdur” olarak tanımlanan kişiler, kuşkusuz yargılamaya konu eylemlerde dolandırıcılık fiiline maruz kalan kimselerdir. Bununla birlikte, sahadaki perspektiften mesele dikkatle incelendiğinde, bu kişilerin önemli bir kısmının da kolay yoldan kazanç sağlama arzusuyla hareket ettiğini söylemek abartı olmayacaktır. Nitekim son yıllarda karşılaşılan dosyaların büyük bölümünde, mağdurların belirli bir malı piyasa değerinin çok altında satın almaya çalışırken yada “kazanç fırsatı”, “indirimli ürün”, “yatırım fırsatı”, “çekiliş” ya da “bonus kazanma” gibi farklı dolandırıcılık yöntemlerine kolaylıkla yöneldikleri görülmektedir. Hatta bir dosyamızda tanık beyanları ve ifade tutanakları incelendiğinde, bir polisin dahi “8.000 TL gönder, 10.000 TL hesabına yatacak” şeklindeki bariz bir dolandırıcılık yöntemine kandığına rastlanmıştır. Bu manzarada mağdurların tamamen masum bir konumda bulunduğunu ileri sürmek, akli ve tecrübi kaideler ile de bağdaşmamaktadır; zira toplum olarak tarihsel hafızamızda ve dini/vicdani kültürümüzde malı bu şekilde ucuza elde etmek gibi bir fırsatçılık/İstismar etme eğilimi/açgözlülük bulunmamaktadır.

Bu bağlamda mağdurların, çoğu zaman kendi tamahkârlıkları, dikkatsizlikleri ve özen yükümlülüklerine aykırı davranışları sebebiyle suça zemin hazırladıkları da göz ardı edilmemelidir. Buna karşılık Hesap Sahiplerinin büyük çoğunluğu, yukarıda açıkladığımız sosyolojik çerçevede, çoğu kez herhangi bir menfaat beklentisi olmaksızın ve çoğunlukla iyi niyetlerine güvenilerek kartlarını veya hesap erişimlerini başkalarına devreden kişilerden oluşmaktadır. Dolayısıyla hukuki ve ahlaki kıyaslama bakımından, hesap sahiplerinin, mağdurlardan daha az kusurlu ve daha masum bir konumda bulunduğu kanaatine varmak hiç de uzak bir değerlendirme değildir. Zira mağdurların tamah saikiyle bilinçli risk aldığı birçok durumda, hesap sahipleri çoğunlukla suça ilişkin kast, bilgi veya öngörüden tamamen uzaktır.

İşbu Tanımlar Bakımından Neticeye Varış;

Genel bir tanım niteliği taşıyan tüm anlatılanlar ışığında açıkça görülmektedir ki, bilişim yoluyla dolandırıcılık suçları bugün Türkiye’de gerek soruşturma gerek kovuşturma makamlarının yapısal eksiklikleri sebebiyle yanlış kişiler üzerinden yürütülen, maddi gerçeğe ulaşmaktan henüz çok uzak bir yargılama pratiğine dönüşmüştür. Suçun gerçek failleri, profesyonel yöntemler kullanan, patates hatlarla, ortak IMEI cihazlarla, VPN–proxy ağlarıyla hareket eden ve izlerini ustalıkla gizleyen kişiler iken; sistem çoğunlukla en zayıf halka olan “hesap sahiplerine” yönelmekte, bu kişileri suç örgütünün merkezinde gibi varsayarak ağır yaptırımlarla karşı karşıya bırakmaktadır. Oysa ortaya koyduğumuz tüm maddi, teknik ve sosyolojik veriler; hesap sahiplerinin önemli bir kısmının kast unsurundan yoksun, bilinçsizce sürece çekilmiş, çoğu zaman da “iyilik yapmak”, “iş bulmak”, “komisyon almak” veya “blokeli hesap sorunu” gibi görünürde makul sebeplerle kandırılmış kişiler olduğunu göstermektedir. Yargılama pratiğinin bu gerçeği görmezden gelmesi, ceza hukukunun temel prensipleri olan kusur ilkesi, cezaların şahsiliği, şüpheden sanık yararlanır, orantılılık ve maddi gerçeğe ulaşma ilkeleriyle bağdaşmamaktadır.

Bugün hesap sahiplerinin yaşadığı tablo, ceza adalet sisteminin ağır bir deformasyonuna işaret etmektedir. Birçok hesap sahibi, mağdurlardan daha mağdur hâle gelmekte; hesaplarını iyilik saikiyle kullandıran kişiler, neye alet edildiklerini dahi bilmeden zarar giderme baskısıyla karşı karşıya bırakılmakta; ekonomik olarak zaten kırılgan durumda olan bu insanlar, yüksek tazminatlar, ağır avukat ücretleri ve 4 ila 10 yıl arası değişen demoklesin kılıcı hüviyetinde hapis cezalarının tehditi altında yaşamaktadır. Adaleti sağlama amacıyla yola çıkan hukuk sistemi, maalesef bazı dosyalarda adaleti üretmek bir yana, bizzat mağduriyet üretir hâle gelmiştir. Bu insanlar; operatör şirketlerinin kontrolsüz hat politikalarının, devletin yıllar boyunca bu suçu ciddiyetle ele almamasının, siber suçlara ilişkin yetersiz teknik altyapının ve soruşturma makamlarının profesyonel dolandırıcıları tespit edememesinin bedelini ödemektedir. Bu da adaletin en temel niteliklerinden biri olan “hak edenin sorumlu tutulması” ilkesini ağır biçimde zedelemektedir.

Bu nedenledir ki, bilişim dolandırıcılığı yargılamalarında yapılması gerekenler yalnızca teknik iyileştirmeler değil, aynı zamanda yaklaşım değişikliğidir. Mahkemeler ve soruşturma makamları, her para transferinde fail aramak yerine, suçun arka planındaki organizasyonu, teknik altyapıyı, faillerin kullandığı kripto zincirleri, hat hareketlerini, cihaz eşleşmelerini, para akışının gerçek yönünü, HTS–CGNAT–IMEI verilerindeki uyumsuzlukları ve en önemlisi “hesap sahibi” ile profesyonel dolandırıcı arasındaki belirgin sosyolojik farkları ortaya koymak zorundadır. Yalnızca IBAN sahibi olmak, yalnızca adının geçmesi, yalnızca bir sanığın diğerini işaret etmesi veya yalnızca küçük bir komisyon alınması; kişinin profesyonel bir bilişim dolandırıcılık ağına kast ve iştirakle katıldığı sonucuna götürülemez. Ceza hukukunun ruhu bunu reddeder.

Gerçek adalet, ancak gerçek faillere ulaşmakla mümkündür. Bunun yolu da teknik kapasitenin genişletilmesi, özel bir bilişim dolandırıcılığı birimi kurulması, organize suç mantığının benimsenmesi, patates hatların kökünden temizlenmesi, operatörlere ağır denetim getirilmesi, halkımızın dolandırıcılığa karşı bilinçlendirilmesi, banka hesap sahiplerinin banka kullanımının başkasına adına yapılmasına dair riskler konusunda kamu reklamlar veya diğer yöntemler ile eğitim verilmesi ve kripto para akışının şeffaflaştırılmasından geçmektedir. Bu adımlar atılmadığı sürece yargılama, suçu işleyenleri değil, onların arkasına saklandığı masum veya kusuru minimal insanları cezalandırmaya devam edecektir.

Bu çalışma, bir yandan bilişim dolandırıcılığı suçunun yapısal gerçekliğini ortaya koymakta; diğer yandan kısmen hesap sahiplerinin ceza sorumluluğunun hukuki çerçevede nasıl değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir. Amacımız kimseyi ikna etmek değil, yalnızca maddi gerçeği, pratiğin sahada ortaya koyduğu olguları ve hukuk sistemimizin eksikliklerini olduğu gibi anlatarak Karar Makamlarına yardımcı olmaktan ibarettir.

Bu yazı kabul edildiği takdirde, zarar giderimi üzerinden yürüyen eski yaklaşımın değişeceği; masum insanların özgürlüklerinin korunacağı; profesyonel suç örgütlerinin ise artık perde arkasında kalamayacağı açıktır. Adalet, ancak maddi gerçeğe temas ettiği ölçüde anlamlıdır. Gerçek failleri bulamayan bir sistemin, hesap sahiplerini “kolay hedef” olarak görmesi ne hukuken, ne sosyolojik olarak, ne de vicdani açıdan kabul edilebilir.

Bu nedenle, yargılamanın her aşamasında; kast, menfaat, iştirak ve teknik delil standardı titizlikle gözetilmeli; şüphe sanık lehine yorumlanmalı; faili olmayan suç yaratmaktan kaçınılmalı ve ceza adaleti, hak eden ile etmeyeni birbirinden ayırdığı ölçüde tesis edilmelidir. Bu yaklaşım, yalnızca bireysel bir adalet talebi değil; aynı zamanda toplumun hukuka olan güveninin yeniden inşası için zorunluluktur.

Av. Murteza Osman AŞIK