Ak ekranda saçlarına kırlar düşmüş, ince yapılı, ince yüzlü biri belirdi birdenbire.

Çevresindeki korumalar, basın mensupları, çekimciler (kameraman) itişip kalkıştılar, bir süre.

Sonra insanlar, göz kesildiler, kulak kesildiler.

Herkes ona kilitlendi.

Önce biraz bekledi, ince yapılı, ince yüzlü adam.

Derken bir benmerkezcinin (beniçinci, egocentric) kendini beğenmişliği içinde sağ elini kaldırdı. Yavaşça.

Oradakiler, ekran başındakiler, hem merak, hem de dehşet

içindeydiler.

İnce yapılı, ince yüzlü adam, meydan savaşı kazanmış bir komutan gibi bekledi, bir süre.

Sonra ağır çekim başladı.

Çevresindeki insanlara ezici bakışlarla baktı. 

Konuşmaya başladı.

O saat anlaşıldı ki, ince yapılı, ince yüzlü adam, bir komutan değildi.

Daha da büyük biriydi, insanlığın kurtarıcısıydı.

Kendisince, elbette.

Tanrı’yla sözleşmiş gibi işaret parmağıyla gökyüzünü gösterdi.

Kendisinin kim ve öz görevinin neler olduğunu, neler yapacağını İngilizce haykırmaya başladı.

Herkes yadırgadı önce.

Neden anadiliyle, Türkçeyle konuşmuyordu ince yapılı, ince yüzlü adam?

Bu soruya kardeşi açıklık getirdi: O, sadece Türkiye’ye değil, dünyaya da sesleniyordu. Elbette ulusal dili değil, uluslar arası bir dil kullanacaktı. 

Benmerkezci adama göre Tanrı vardı. Ama “üçleme” (teslis) diye bir şey yoktu.

Kendisi ne Tanrı’ydı, ne de Tanrı’nın oğlu. Sadece evrenin sahibi Ulu Tanrı’nın hizmetçisiydi.

Sonsuz zamanın içinde ete kemiğe bürünmüş bir Mesih’ti, o.

“Kutsal Ruh”sa (Ruh-ül Kudüs),  Tanrı’nın yarattığı bir melekti, sadece.

Sonra yeryüzündeki bütün insanlara kötü haberlerini sıraladı: Dünya da, insanlar da bu yüzyıl içinde yok olup gideceklerdi.

Bu “boşunalık duygusu” uyarısı, kimilerini için için güldürdü, kimilerini de ciddi ciddi düşündürdü.

Ama bir de iyi haberi vardı, ince yapılı, ince yüzlü adamın: İncil yanlışlarla doluydu. En yetkin İncil’i kendisi yazacaktı.

Bütün bunları yazılı olarak da basına dağıttı, altına da “Ebedi Mesih” diye adını yazdı. Mesihlik yetmemiş olacak ki, kahramanımız (!) Papa’yla çekilmiş resmini gösteren Times dergisinin kapağının ve aynı dergide çıkan bir makalenin tıpkıbasımını da basına dağıttı.

Ama bu derginin bir özelliği vardı. Ünlü bilim, sanat, devlet adamlarının yanı sıra ünlü suçluları da kapak resmi yapar, suçbilim ve/ya hukuk açısından incelerdi.

Bunları bilmezlikten geldi, ince yapılı, ince yüzlü adam.

Aslına bakarsanız ne bir Mesih’ti o, ne bir kurtarıcı, ne de sıra dışı biri.

Herkes, kolayca tanı koyabilirdi ona: Benmerkezci biriydi elbette. Peki, bir özsever (narsisist) miydi?

Belki de. Kuşkusuz bu tanıyı ancak ruhbilimciler koyabilirdi.

Ama yargı kararlarına göre şu

kesindi.

Her Allah’ın günü rastlanan sıradan bir hükümlüydü, o.

1 Şubat 1979’da parlak bir gazeteciyi, Abdi İpekçi’yi öldürmüş, yargılanmış, 28 Nisan 1980’de ölüm cezasına hüküm giymişti.

Daha sonra ülkesinden kaçmayı başarmış, 13 Mayıs 1981’de Vatikan’ın dünyaca ünlü meydanı San Pietro’da Papa II. Jean Paul’ü öldürmeye kalkışmış, ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştı.

Ancak daha sonraları herkesi şaşırtan gelişmeler olmuştu.

Papa onu Tanrı önünde bağışladığını açıklamış, bununla da yetinmemiş, 27 Aralık 1983’te cezaevi hücresinde kendisiyle görüşmüştü.

Aslında bütün bunlarda ne şaşılacak bir durum vardı, ne de bir çelişki.

Çünkü bunları “sağ yanağına tokat vurana sol yanağını uzat” inancına ve ilkesine göre yapmıştı, Papa.

Daha sonra İtalya Cumhurbaşkanı Scalfaro da kendisini affetmişti.

İnce yapılı, ince yüzlü adam, 14 Haziran 2000’de Vatikan’dan Türkiye’ye gelmiş, cezaevine konmuştu.

O gün bir de demeç vermişti. Hıristiyan olduğu takdirde kendisine kardinallik önerildiğini, bu öneriyi “Vatikan’da kral olmaktansa Afrika’da maymun olmayı yeğlerim” diyerek reddettiğini söylemişti. Çünkü ona göre “Şeytanın evi”ydi, Vatikan.   

Davaları birleştirildi, yağma ve benzeri suçlardan dolayı yargılandı, otuz altı yıl ağır hapis cezasına hüküm giydi.

Ama burası Türkiye’ydi. Hukuk kaygandı; onlarca yıl geçmesine karşın, bir türlü oturmamıştı. Herkese şaşırtıcı olanaklar doğardı

Ona da doğdu.

Ölüm cezasının kaldırılmış olmasından ve gelişigüzel çıkan af yasalarından yararlandı.

18 Ocakta da salıverildi.

Hepsi buydu.

Öyleyse insan öldüren, devlet başkanını öldürmeye kalkışan, yağma ve daha birçok suç işleyen bir hükümlüyle mi karşı karşıyaydık yoksa bir kahramanla mı?

Bunun yanıtı basittir.

Hukuk açısından, her yargı kararı, bir kınama yargısıdır. “Sen kınanası bir eylem yaptığın için cezalandırıldın” der, her yargı kararı.

“Toplumsal yaşama karşıt” (antisocial) biri olduğun için cezaevine konuldun” der, her hükümlülük yararı.

Besbelli ki, hükümlü o gün mahkemece koşullu olarak salıverilmişti.

Her “koşullu salıverme kararı” da, “Sen toplum yaşamına uyum sağlayacak derecede iyileştiğin ve ikiyüzlü (hypocrite) olmadığın için ödüllendirildin” der.

 Bu yüzden Avrupa ülkelerinde her dokuz ya da on hükümlüden biri bu ödülü hak eder, ancak. Çünkü koşulları katı ve kesindir: Gerçekten iyileştiği, ikiyüzlü olmadığı için topluma dönmeyi hak etmek.

Oysa bizde her kurum gibi bu kurum da doğululaştırılmıştır. Felsefesi, amacı, eti budu gitmiş iskeleti kalmıştır. Her hükümlü, ikiyüzlü bile olsa, doğuştan bu ödülü hak eder, Türkiye’de. Yatacağı günün hesabını buna göre yapar. İnfazda cezanın bireyselleştirilmesi kurumu olmaktan çıkmış, bir af kurumu olmuştur, koşullu salıverilme.

Kurum batılıdır; ama uygulama doğuludur.

 İşte o gün, işte bu hükümlüyü kimileri çiçekler, davullar, zurnalarla karşıladılar, kimileri onunla röportaj yapmak için sıraya girdiler.

Kimi yazarlarımız da “bu hükümlünün uzmanı” diye duyuruldu.

2006’daki ilk yanlış salıvermede yaşanan yanlışlar yeniden yaşandı.

Peki, böyle biri yaptıklarından pişman mı olur yoksa bunları yinelemek mi ister?

Bu yaşananlar, çocuklarımıza düzene karşı saygı mı aşılar yoksa başkaldırı mı?

Böyle bir toplumda düzene, hukuka, devlete saygı bilinci yaratılabilir mi?

Yeni Türk Ceza Yasasının birinci maddesine Yasanın amacı, “...suç işlenmesini önlemektir” diye yazdık.

Yazdık da ne oldu sanki?

Üç yıl önce Dink’i öldürdükten sonra öldürenle resimler çektirmedik mi? Hem Yasadaki yazdıklarımızı çiğneyip, hem de bu bilinçten ne denli yoksun olduğumuzu cümle âleme göstermedik mi?

Peki, şiddet suçlularını kahraman yapan böyle bir toplumda suçlar önlenebilir mi?

Yanıtı gelecek yazıda.


(Sayın Sami SELÇUK'un Star Gazetesinde yayınlanan yazısıdır.)