Ahlak hukuku besler, hukuk da ahlakı.
Verilen sözü tutmak, ahlaka aykırı sözleşme yapmamak, muhtaç yakınlara nafaka vermek, yaşı ya da hastalığı nedeniyle kendisini yönetemeyecek birini terk etmemek, böyle birine yardım etmek ya da durumu ilgili makamlara bildirmek, hem bir hukuk kuralıdır, hem de ahlak kuralı.
Ahlak ve hukuk, amaçta birleşir. İkisi de adil, barışçı bir toplum düzeni kurmayı amaçlar.
İkisi de birer değer sistemidir.
İkisinin de konuları özdeştir: Toplumda uyulması gereken davranış kuralları.
İkisi de değer biçicidir (normatif). Davranışları değerlendirir. “Hiçbir şey kendi kendine iyi ya da kötü, haklı ya da haksız değildir. Bunlar, (sürgit) bir ölçüte bağlıdır.” (F. Erem).
İkisi de ertelenemez. Çünkü “Ödev olan şey her zaman haktır; hak olmayan ödev değildir.” (Del Vecchio).
Elbette ahlak içseldir (deruni). Ahlaksal davranış, özgür ve özerk (autononome) bir iradenin ürünüdür. Dış dünyaya yansımayan kötücül düşünceler bile, ahlaksal açıdan değerlendirilebilir. Bu hesaplaşmanın yargıcı da, polisi de, vicdandır. Bir yoksula acıdığı için parasal yardımda bulunmak ahlaka uygun, bunu gösteriş için yapmak ahlaka aykırıdır.
Buna karşılık, hukukun kaynağı, doğa yasaları gibi, özerk değil, bunun tam tersi başka erkli (hétéronome) bir dış iradenin ürünüdür; kuralları dış yaptırımla donatılmıştır. Hukuk, sadece dışa yansıyan eylemlerle ilgilidir. İç dünya ile değil.
Ahlakın amacı, “iyi”dir. Hukukun amacı, “adalet”tir. Ancak toplumsal bir değer olan adalet de, iyinin içeriğine dâhildir.
Devlet gücüne yaslanan hukuk kurallarının yaptırımları, kesin ve belirgindir. Ahlak kuralları ise esnek, daha az belirgin; yaptırımları da bireyin/toplumun vicdanındadır.
Hukuk kurallarının yürürlük ve yürürlükten kalkma tarihleri bellidir. Ahlak kurallarının ise belirsiz.
Ahlakın alanı, hukukun alanından geniştir. Sözgelimi, her yalan ahlaksızlıktır. Ama her yalan, başkalarının haklarını çiğnemediği sürece, suç değildir.
İnsanın düşündüğü gibi değil, duyumsadığı gibi davrandığını ileri süren pozitivist okul, irade özgürlüğünü, dolayısıyla hukukun ahlaksal temelini yadsır.
Oysa hukukun hiçbir dalı, suç hukuku kadar ahlakla içli dışlı değildir.
Ahlak, suç düzenlemesi yaparken yasa koyucuya yol gösterir.
Suç politikası; ahlaksal temele dayandığı ölçüde güçlenir, ahlaktan uzaklaştığı oranda güçsüzleşir.
Her hükümlülük kararı, özünde davranışla ilgili bir kusurluluk saptaması, bir kınama yargısıdır.
Hukuk ile ahlak alanları iki daireye benzetilirse kimi insancı öğreti yandaşları bu iki daireyi örtüştürür. Onlara göre, ahlaksızlığa, adaletsizliğe boyun eğmeye alışmış insanlar yığınına insan toplumu denemez. Öyleyse ahlak suçtan önce, suç da yasadan önce vardır.
Suç, hem yasaya, hem de ahlaka aykırı olan bir olgudur.
Ahlak açısından kınanan kötü davranışların çoğaldığı bir toplumda, “toplumsal düzen” ve “özgürlük” tükenmiş demektir. Eğer hukuk kuralları ile ahlak kuralları arasında ayrılık varsa bu, hukuk tekniğinin henüz istenen başarıya ulaşamadığının kanıtıdır. Suç hukuku ahlaksallaştırılmalıdır.
Doğal hukukun “insanlığın ortak vicdanı”nı yansıtan “onurlu yaşa” (honeste vive), “başkasına zarar verme” (neminem laedere) ve “herkese hakkını ver” (suum cuique tribure) gibi evrensel ilkelerinin/buyruklarının ahlaksal oldukları tartışılamaz. Bu ilkelerden türeyen “öldürmeyin, çalmayın...” gibi yasaklar, “On Buyruk”la somutlaşmıştır.
Hukuksallıkla, yasallıkla (légalité) ahlaksallık (moralité) doğal hukuk anlayışında örtüşür. Her ikisinin de buyrukları, yasakları özdeştir.
Bu buyruklar, binlerce yıl egemen ve insanlığın, “sonsuza dek değişmez yasalar”ı (lex sempiterna et immutabilis) olmuştur (Cicerone).
Kant’ın “kesin/koşulsuz buyruk”u ile Cicerone’nin “yasalar”ı, bu kavşakta buluşur.
Kimi düşünürler de, ahlak ve hukuk dairelerini kesiştirirler.
Büyük daire, ahlaktır. Küçük daire de hukuk. Dolayısıyla iki dairenin kimi kuralları ortaktır, kimileri de değildir. Ahlak kurallarının birçoğu hem ahlâk kuralı, hem de bir hukuk kuralıdır. Ancak her hukuk kuralı mutlaka ahlak kuralı, her ahlak kuralı da mutlaka hukuk kuralı değildir.
Kimi düşünürlere göre ise, bu daireler, içi içedir, merkezleri birdir. Suç hukuku dairesi küçüktür; büyük ahlak dairesinin ortasında yer alır. Suç hukuku, “en az ahlak”tır (minimum ahlak).
Bu düşünürlere göre suç, her zaman ahlaka aykırı bir davranıştır. Çünkü yasa koyucu, ahlaka aykırı davranışta direnenlere yaptırım uygular. Bu bir elemedir. Ama ahlak alanı içinde bir eleme.
Suç hukukunun işlevi, çok kapsamlı olarak ahlaka vurgu yapan insana özgü değerleri korumaktır. Bu değerlerin geçerliliği, korumanın koşuludur. Suç, bu değerlerin yadsınması; değerler dengesinin ihlal edici davranışla bozulmasıdır. Bozulan bu denge, yaptırım uygulanarak yeniden kurulur; böylelikle hakkın, hukukun üstünlüğü pekiştirilir/sağlanır.
Garofalo’nın öğretiye kazandırdığı “doğal suçlar”, temellerini ahlak kurallarına aykırılıkta bulur.
Ahlaka aykırı normlar ya hiç yürürlüğe girmemelidir ya da yürürlükte iseler kaldırılmalıdır. Bir değeri korumayan ve sadece itaati sağlamaya yönelik suç normu, tutarlı ve meşru olamaz. Çünkü laf olsun diye yasalaşmış; ahlak dizgesiyle, demokratik ve hukuksal toplumla bağdaşmayan gelişigüzel bir normdur, böyle bir norm. Sağlıklı bir suç politikasının değil, yersiz ve bencil isteklerini dayatan kaprisli bir yasa koyucusunun ürürüdür.
Oysa çağcıl suç hukuku, “ahlaksal güç, dışa yansımış yasa, akılcılık, insan özgürlüğünü belirleyen özgürlük demektir”.
Evrensel ve çağcıl suç hukuku, değerleri gözetmek zorundadır. Cezanın adil olması, sorumluluk ve kusurluluk gibi evrensel/çağcıl ilkelerin temelinde ahlak vardır.
Bir hukuk düzeni, ahlaksız ya da ahlaka karşıt ise doğuştan sakat demektir, ortak toplum yaşamında destek bulamaz.
İnsancı bir suç hukuku, ahlakla bütünleşmek zorundadır.
Suç hukuku, iki durumda ahlaktan kopar: Ya ahlak açısından önemsiz ya da doğal davranışları, doğaya aykırı biçimde suç olarak öngörür. Tıpkı ahlaksal temelden yoksun totaliter sistemlerin dokunulamaz özgürlüklere ilişkin duruşları suç olarak düzenlemeleri gibi.
Yahut da cezalandırılması gereken davranışları suç olarak öngörmez.
İkisi de tehlikeli.
(Sayın Sami SELÇUK'un 23 Ocak 2010 tarihli Star Gazetesinde yayınlanan yazısıdır.)