Ankara Barosu Sanat Kulübü tarafından Türk Hukuk Kurumu ve Uğur Mumcu Vakfı ile ortaklaşa düzenlenen etkinliklerden birisi de ‘Uğur Mumcu Haftası’ kapsamında rahmetli Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy anısına düzenlenen açık oturumdu. Çok erken yaşta, daha çok şey yapabilecekleri, yazabilecekleri yaşta kaybettiğimiz Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy, benim çok saygı duyduğum, değer verdiğim, kendilerinden çok şey öğrendiğim insanlardır.

Uğur Mumcu’yu ilk kez üniversite öğrencisi olduğum yıllarda avukat Emin Değer’in bürosunda görmüştüm. 1970’li yıllardı, İstanbul’dan Ankara’ya gelmiştim. Emin Değer’i rahmetli babamın aracılığıyla tanıyordum. Babamlar ailecek görüşürlerdi. Emin Bey’in bürosu Sakarya Caddesi’nde, Bayındır Sokak’ta, şimdiki Göksu Lokantası’nın karşısındaki Rumeli İşkembecisinin bulunduğu iş hanındaydı. Emin Bey’i ziyarete gitmiştim. Bürosunda rahmetli Uğur Mumcu vardı. Uğur Mumcu, Emin Değer ile birlikte aleyhinde açılmış bir ceza davasının savunması üzerinde çalışıyordu.

Uğur Mumcu o zamanlar çok fazla popüler ve tanınmış değildi. Neler konuştuğumuzu tam olarak anımsamıyorum, sadece benim daha fazla dinlemede kaldığımı anımsıyorum. Uğur Mumcu bende son derece esprili, sevimli, zeki, hoşsohbet,  hazırcevap, bilgili bir insan izlenimi bırakmıştı. Gözlediğim bir diğer önemli yönü ise, pek çok insanda olmayan bir özellik olarak onun sahici bir insan oluşuydu. Anlatırken adeta anlattığı şeyleri yaşıyordu. En çok da bu sahici özelliğinden etkilenmiştim.

Muammer Hoca’yı hem Türk Hukuk Kurumu, hem de Ankara Barosu Başkanlığından tanıyordum. Rahmetli babamla olan ahbaplığı nedeniyle birkaç kez de babamın yanında görmüştüm. Son derece çalışkan, üretken, donanımlı bir insandı. Yaşayan bir insandı, heyecanlı bir insandı, Uğur Mumcu gibi o da sahici bir insandı.

Muammer Hoca’nın yönetimiyle baroda halef selef olmuştuk. O zamanlar giden yönetim kurulu, yeni gelen yönetim kuruluna yemek verirdi. Yeni gelen yönetim olarak vereceğimiz yemeğin organizasyonunu ben yapmıştım. Yemeği, adını Necip Mirkelamoğlu’nun çok sevilen şarkısından alan ve hatta 1965’de milletvekilliği seçimini kaybettikten sonra ilk kez Necip Mirkelamoğlu tarafından açılıp 70’li yıllara kadar işletilen ‘Gülağacı’ isimli İzmir Caddesi’nde ki Grand Hotel Balin’in altındaki gece kulübünde veriyorduk.

Ben rahmetli hocanın vejetaryen olduğunu o gün yemekte öğrendim. Et yemiyordu, ama balık seviyordu. Bunun üzerine hemen Sakarya’daki balıkçılardan hoca için balık aldırdık. Orkestra o zamanın popüler şarkılarının yanı sıra nostaljik şarkılarını da seslendiriyordu. Çok keyifli bir geceydi. Rahmetli hocaya istediği bir parça olup olmadığını sordum, ‘Für Elise’ dedi. Orkestraya söyledim. Az sonra Beethoven’in ‘Für Elise’si değil, Aysel Gürel’in sözlerini yazdığı ‘Duru bir su gibi, / Bazen volkan gibi / Bazen bir deli rüzgâr gibi / Gözlerinde telaş, yıllar sence yavaş / Acelen ne bekle Firuze’ diyen ‘Firuze’ şarkısı çalmaya başladı. Hep beraber güldük, en çok da rahmetli hoca güldü.  

Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy’un anısına düzenlediğimiz bu etkinlikle ilgili olarak başkaları ne düşündü, ne hissetti bilmiyorum. Ama ben, Türkiye’nin bu iki değerli, iki yürekli, iki namuslu insanına olan kişisel ve kurumsal vefamızı ifade ettik diye düşündüm. Bunun mutluluğunu ve vicdani huzurunu yaşadım. 31 Ocak 2005 tarihinde yapılan ve Prof. Dr. Uğur Alacakaptan’ın da katıldığı, her iki mümtaz insanla ilgili anılarını bizimle paylaştığı bu etkinliğin açılışında Ankara Barosu Başkanı olarak yaptığım konuşmada şunları söyledim; 

(…)

İçinde yaşadığımız geç modern çağda; alışılagelmiş özgürlük ve sorumluluk standartları, bize her gün yeni ve zor seçimler dayatıyor. İnsan ya kurulu düzen ile onun kurumlarının dayattığı disiplin, çıkar ve gerekliliklerin, ince biçimde örülmüş ağı içinde, kendisine yol açarak hayatına bir proje muame­lesi yapıyor ya da bunu reddederek bu disiplin ve dayatmalarla mücadele ediyor.

İlk yolu izlemek, içinde sıkışıp kaldığımız kurumlara borçlu olmayı ve kalmayı getirir. Zira bu durumda, disiplinci güçler ve standartlar, kişiliği çok yoğun biçimde etkisi altına alır, elde ettiğimiz kazanımlar ve faydalar bizi onlara karşı çok fazla borçlu hale getirir.

Kişi, kendisine bağışlanan statü, güç ve fırsatların içinde, belirsizlik, endişe, korku, tatminsizlik, vicdani rahatsızlık, hayal kırıklığı ve kırılganlığı yaşamaya başlar. Zira böyle bir durumda, kazanılan pek çok şey geri alınabilir.  Örneğin profesyonel bir siyasetçi için bir sonraki seçim kayıp edilebilir veya bir eylem alanı kapanabilir.  İstihdam edilen bir kişi için var olan terfi standardı ortadan kaldırılabilir veya amirlerin tercihleri değişebilir. İş adamı için işler kötüye gidebilir. Evli bir kişi için sağlıklı olarak yürümekte olan aile düzeni bozulabilir. Aşka, sevgiye, saygıya dair pek çok şey anlamını yitirebilir. Arkadaşlıklar, dostluklar kaybedilebilir. 

İkinci yolu seçmek ya da onun tarafından seçilmek; post ve pozisyona endeksli olmamak, bir şey olmayı değil, bir şey yapmayı amaçlamak, önemli değil, değerli olmayı bir yaşam tarzı olarak tercih etmek demektir. Ama böyle bir tercih, elverişli ve daha iyi bir yaşamın dışına atılmak tehlikesini de beraberinde getirebilir.

İşte! Bugün anıları önünde saygıyla eğildiğimiz, hukukçu ve gazeteci kimliği ile yazıp çizdiklerinden feyiz aldığımız rahmetli Uğur Mumcu ve yine bu paneli düzenleyen her iki kuruma da başkanlık yapmış, akademisyen, hukukçu, avukat ve siyasetçi kimliği ile bizlere örnek olmuş olan rahmetli Muammer Aksoy; ikinci yolu seçtikleri, bu bağlamda entelektüel kimlikleri ile toplumu aydınlattıkları, toplum­sal değişime öncülük ettikleri, post ve pozisyona endeksli olmadıkları için, düşünce ve eylemlerinden dolayı devrin iktidarları tarafından yasaklanıp mahkûm edilmiş, yaşamlarının bir bölümünü hapiste geçirmiş, bu seçimlerinden dolayı daha iyi bir yaşamın dışına atılmışlardır.

Onları şükranla andığımız şu anda olduğu gibi, yaşam bazı anlarda, insanın ru­hundan içeri süzülen anılarla doludur. Ağır veya ağırlığı daha az ya da belirsiz olan bütün bu anılar, yaşamın birikimleridir ve yaşamı zenginleştirir. Arkadaşlara, dostlara, akrabalara dair anılar ile yaşama ait olan diğer şeyler arasında ölüm, bu depoyu ortadan kaldırır. Ama anılar, sağ kalanlarla varlığını sürdürmek ister. Yaşayan kişiler anıları seçtiği kadar, anılar da yaşayanları seçer. İşte, anılar bizi, biz­ anıları seçtiğimiz için bugün buradayız.

Bu duygular içinde, her ikisini de bizzat tanıyan, kendileri ile ortak anıları olan bir kişi olarak, şim­di durup düşündüğümde, aklıma önce ölüm, daha sonra ölümsüzlük geliyor.

‘Gönüllü Ölüm’de Zerdüşt şöyle der: ‘Çokları pek geç ölürler, kimileri de pek erken ölür. Şu öğreti hala garip geliyor: Doğru zamanda öl.’ ‘Putların Alacakaranlığı’nda, Nietzsche yine aynı temayı dile getirir: ‘Gururlu yaşamanın artık mümkün olmadığı anda, gururlu ölmek. Kişinin kendi seçimi olan ölüm, çocuklar ve tanıklar arasında mükemmel bir biçimde, berrak bir kafayla ve neşeyle, doğru zamanda ölüm; böylece ayrılacak olan hala oradayken, gerçek bir vedalaşma mümkündür. Kişi kazayla değil, aniden; kendini kaybederek değil, ya­şam sevgisi yüzünden özgürce, bilinçli bir biçimde ölmeyi arzulamalıdır…’

Nietzsche’den hareketle, her ikisinin de, doğru zamanda ölmediklerine, bu bağlamda erken yaşta öldükle­rine, daha yapacak çok işleri varken öldürüldüklerine vurgu yaparak, insan yaşamının üzüntü veren ironilerinden biri olan, ‘ölümün ölümsüzlüğü’ üzerine konuşmamı sürdürmek istiyorum.

Görkemli bir imgeleme sahip bulunan, filozofların yapması gerekeni yaparak bize yeni kavramlar kazandıran, insanlığın yalnız dâhilerinin içinde en seçkinlerinden birisi olan Elias Canetti, ‘Düşünmek ısrar etmektir’ diyerek kaleme aldığı ‘Kitle ve İktidar’ isimli abidevi eserinde, ‘ölüme karşı direnmenin yolu emre karşı koymak ve yaratmaktır’ diyor ve Stendhal’ı örnek vererek ‘ölümsüzlük’ üzerine şunları yazıyor: ‘Yazınsal ya da başka herhangi bir tür kişisel ölümsüzlük üzerine düşünmeye en iyi Stendhal gibi bir adamla başlanabilir… Stendhal, bu hayatı tam ve derin bir biçimde yaşadı. Ona haz verebilecek şeylerin keyfini çıkararak, kendisini bütünüyle hayata verdi; bunu yaparken de sığ ve bayağı olmadı; çünkü sahte birliktelikler yapılandırmaya çalışmak yerine, ayrı olan her şeyin ayrı kalmasına izin verdi…. Hiçbir şeyi mutlak addetmeyen, her şeyi kendisi için keşfetmek isteyen; her durumun merkezinde olan ve bu yüzden de dışarıdan bakabilen bu adamın, bir sevgiliden söz edercesine yalın ve doğal olarak söz ettiği bir inancı vardı…. Yazınsal ve düşünsel ölümsüzlüğe duyulan bu inanç, modern zamanlarda hiçbir yerde daha açık, daha saf ve daha az gösterişli bir biçimde bulunamaz. Bu inanca sahip olan bir insan ne demek ister? Onunla aynı zamanda yaşamış insanlar artık burada değilken kendisinin hala burada olacağını söylemek ister… Bir gün ait olacağı topluluğu, eserleri hala yaşayan, ona hitap eden ve onu besleyen, eski çağların insanlarının oluşturduğu, kendisinin de bir gün ait olacağı topluluğu seçer. Onlara duyduğu şükran, hayatın kendisine duyduğu şükrandır… Stendhal, kendisi öldüğü zaman, yeryüzünde alışık oldukları her şeyi ölüler dünyasında bulabilmeleri için, bütün çevresi de ölmesi gereken o iktidar sahiplerinin tam zıddıdır. Bu iktidar sahiplerinin nihai iktidarsızlıkları bundan başka hiçbir şeyde daha berbat bir biçimde açığa vurulamaz. Hayatta öldürdükleri gibi, ölümde de öldürürler; bir dünyadan diğerine giderken katledilenin maiyeti onlara eşlik eder. Ama Stendhal’in kitaplarını açan her kim olursa olsun, onu ve ayrıca onu çevreleyen her şeyi orada bulacaktır ve bunu burada, bu hayatın içinde bulacaktır. Böylelikle ölüler kendilerini, yaşayanlara besin olarak sunarlar; onların ölümsüzlüğü yaşayanlara yarar. Ölümsüzlükleri, hem ölülere, hem de yaşayanlara yarayan, ölülere verilen kurbanın tersidir. Ölülerle yaşayanlar arasında artık garez yoktur ve hayatta kalmak artık sızıya neden olmaz’

Bazı düşüncelerine tam olarak katılmadığım, siyasi duruşlarının bir kısmını paylaşmadığım, ama inanmışlıklarına, sahici oluşlarına, laik Cumhuriyete olan bağlılıklarına, demokrasiyi ve hukuk devletini savunmuşluklarına, bir düşün adamı olarak yazdıklarına, eylem adamı olarak yaptıklarına her zaman saygı duyduğum, Elias Canetti’nin Stendhal için yazdıklarını, her ikisine de yakıştırdığım için ölümsüz bulduğum, bu iki yiğit insanın ve onlar gibi teröre kurban verdiğimiz diğer pek çok insanın anısı önünde saygı ile eğiliyorum.’

(…)