Bağlı olduğumuz İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 6. maddesinin başlığı, “Right to a fair trial” olarak gösterilmiştir. Bu başlık dilimize ve Türk Hukuku’na, “adil yargılanma hakkı” olarak tercüme edilmiştir. Bu çeviri, “dürüst yargılanma hakkı” olarak yapılmalıdır. Doğrusu da budur. Her ne kadar, “fair” kelimesinin Türkçe karşılığının “adil” veya “dürüst” olduğu söylense de, her adillik dürüstlük demek değildir.
“Hak arama hürriyeti” başlıklı Anayasa m.36/1 “adil yargılanma hakkı” ile “Bir suçun işlendiğini öğrenen cumhuriyet savcısının görevi” başlıklı Ceza Muhakemesi Kanunu m.160/2’de “Adil bir yargılama” kavramından bahsedildiği görülmektedir.
Kullanılan kelime ve ibarelerin değil, içerik ve fonksiyonlarının önemli olduğunu savunan düşünceye göre, kelime ve ibareler üzerinde durmamak gerekir. Bu sebeple, yargılanma hakkı için “adil” veya “dürüst” kelimelerinden hangisinin kullanılması gerektiği tartışılmamalıdır. Her ikisi de aynı anlamı taşımakta ve yargılamanın doğru ve dürüst yapılması gerektiğine, bunun insan için bir hak olduğuna işaret etmektedir.
Doğrudur, belki kelime ve ibareler hakkında fazla tartışılmaması, “o mu olsun, bu mu olsun” ayrıntısına fazla girilmemesi gerektiği ileri sürülebilir. Bu düşünceye bir yere kadar katılmak mümkündür; o da, kavram ve ibarelerin birbiri ile aynı anlamı taşıdığı ve ulaşılan sonuçların farklılık içermediği durumla sınırlıdır.
Oysa “adillik mi dürüstlük mü” tartışması bu kadar basit değildir. Hem “dürüst yargılanma hakkı” kavramının önemi ve hem de bu kavramın “adil yargılanma hakkı” ile olan farkı, bu hususta kavram tercihi yapmamıza sebebiyet vermiştir.
Türk Dil Kurumu “adil” kavramını; adaletle iş gören, adaletten ve doğruluktan ayrılmayan, hakkı yerine getiren, adaletli insan olarak tanımlamıştır. “Dürüst” kelimesini ise; sözünde ve davranışında doğruluktan ayrılmayan, doğru kimse olarak ve yine “adil” kelimesinde olduğu gibi sıfat tanımlaması yaptıktan sonra, “kurallara uygun, yanlışsız” olarak da açıklamıştır.
Her iki kavramın anlamı birbirine benzese de kanaatimizce, adillik görsel, yani dışta ve dışa yansıyan olduğu halde, dürüstlük içsel, yani içte yaşanan ve bunun karşı tarafça ne şekilde hissedildiği ve anlaşıldığı ile ilgilidir. Kişi adil görünebilir, fakat dürüst olmayabilir. Dışardan bakıldığında ve davranışları itibariyle kişi; adaletle iş gören, adaletten ve doğruluktan ayrılmayan, adaletli davranan bir görüntü ortaya koyabilir. Ancak bu o kişinin; mutlak şekilde dürüst davrandığını ve dürüstlükle hareket ettiğinin kabulü için yeterli değildir. Önemli olan, kişinin içsel olarak önyargıya sahip olup olmadığı, tarafsızlığı, dışarıya yansıttığı adaletli davranma biçimini içinde taşıyıp taşımadığıdır. Birey adaletten ve doğruluktan ayrılmayan dış görüntü sergilemekle birlikte, gizlediği ve taşıdığı önyargı ve taraflılığı sebebiyle dürüstlükten ayrılabilir ve “sen ne söylersen söyle benim senin hakkında düşüncem budur ve değişmez” anlayışını taşıyabilir.
Görüleceği üzere, adillikte zahiri bir dürüstlük vardır. Bireyin ortaya koyduğu görüntü, yaptığı açıklamalar ve davranışları itibariyle adaletli olduğu düşünülebilir, fakat dürüstlük için bu yeterli değildir. Kişinin taşıdığı sıfat, çevrenin etkisine açık olup olmaması, hakkında karar vereceği mesele ile ilgili önyargılı olmasına yol açabilecek sübjektif sebep veya yönlendirmeler, şekil itibariyle adilliğin dürüstlüğü kapsamasını engelleyebilir.
Adil yargılanma hakkında, yargılanan şüpheli veya sanığın görünürde her türlü hakkı kendisine tanınmıştır. Şüpheli veya sanık; avukat hakkından yararlanabilir, dil bilmiyorsa tercüman yardımı alabilir, dosyayı inceleyebilir, usule uygun duruşma salonunda yargılanabilir, önyargısız hakimler tarafından makul sürede yargılanacağına dair her türlü güvence kendisine verilebilir ve savunma hakkını kullanabilir. “Şekil açısından dürüstlük” olarak tanımlanabilecek adillik çok önemlidir. Şüpheli veya sanık sıfatı ile yargılanan bir kimsenin, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.5 ve 6, Anayasa ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun ilgili maddelerinde yer alan haklardan yararlanabilmesi ve bu konuda şüpheli veya sanığa engel getirilmemesi gerekir. Çünkü günümüzde, şüpheli veya sanığa tanınan hakların usule uygun kullanılmasında dahi birçok sorunla karşılaşılmaktadır.
“Görünüşte dürüstlük” bir yargılamada şüpheli veya sanık için yeterli görülebilir mi? Elbette hayır. Duruşma salonuna girdiğinizde, şartlar çok iyi görünebilir, duruşma salonunun düzeni zahiri olarak sanığın haklarının korunacağı izlenimi verebilir, ancak bunlar yeterli değildir. Bir şüpheli veya sanığın dürüst yargılanma hakkı, bu sıfatı aldığı andan başladıktan sonra sübjektif ve objektif açılardan yargılamanın tüm aşamalarını ve yargılamayı yapan tüm süjeleri kapsar ve yargılamanın son bulacağı ana kadar devam eder.
“Sen ne söylersen söyle, benim kararım belli” anlayışına sahip yargılama sistemi ve hakimlerle, belki “adil yargılanma hakkı” sağlanabilir, fakat “dürüst yargılanma hakkı” kavramının varlığından bahsedilemez.
Önyargılı, bu önyargıya sahip olabilmesi için kurulan, görünüşte insan hak ve hürriyetlerinin asgari müştereklerini ihlal etmeyen bir yargılama sistemi, buna hizmet eden muhakeme kuralları, özel mahkemeler ve tayin edilmiş hakimler, ne karar verilmesi gerektiğine dair yargılama öncesi toplumsal baskının oluşabilmesi amacıyla iletişim vasıtaları tarafından başlatılan suçluluk kampanyası, “dürüst yargılanma hakkı” ile bağdaştırılamaz. İlk bakışta, şüpheli veya sanığın hakları var gibi gözükebilir ve bunlar tutanaklarda kendisine sağlanmış gibi yer alabilir ve hatta şüpheli veya sanık haklarını kullanmış olabilir. Bu son kısım önemlidir ve görünüşte dürüstlüğün, yani adilliğin varlığına işaret edebilir. Bu yeterli midir? Hayır. Esas olan dürüstlüktür ve insanın dürüst bir mahkemede yargılanması, bunu bilmesi ve buna inanması gerekir.
Kurulan yargılama sisteminin şüpheli veya sanık üzerinde korku, baskı ve kaygı oluşturduğu, kişi hak ve hürriyetlerini sınırlayan koruma tedbirlerinin aşırı uygulandığı ve ceza yerine kullanıldığı, masumiyet/suçsuzluk karinesinin deyim yerinde ise yerle bir edildiği, hukuk güvenliği hakkının bir kısım insanlar için kanun, tatbikat veya basın eliyle kaldırıldığı, gücü elinde tutanın veya toplumun çoğunluğunu oluşturan insanların memnuniyetlerine göre hareket eden bir yargı sistemi veya mahkemeden dürüst yargılanma hakkını korumasını beklemek hayaldir.
Bireysel veya toplu olarak gerçekleşebilecek bu güvensizlik toplumu, hukuk güvenliği hakkını ortadan kaldıracağı gibi, keyfi yargılamaların önünü açan, kanun ve hatta polis devleti anlayışını hakim kılan, herkesin kendi bulduğu ve önerdiği yöntemlerle yargılanmasını istediği tuhaf bir yargı sistemine götürür. Bu da bir sistemdir, uyguladığı kuralları itibariyle de adil de gözükebilir. Çünkü “hukuk devleti” ilkesi Anayasada bulunduğu sürece, uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan yükümlülük ve engellerden kurtulmak için adil yargılanma hakkının korunduğu dış dünyaya gösterilmelidir. Bu eşik de geçilirse, “adil yargılanma hakkı” yerini kanun ve tatbikinde “keyfi yargı” alır. Sonrası mı? Sonra olmaz, bağımsız ve tarafsız bir yargı erkine bağlı hukukilik denetiminin olmadığı yerde, “eşitlik” ilkesine dayalı dürüst yargılanma hakkı biteceğinden, toplum ve insanlar üzerinde her an değişebilen kural ve uygulamalara bağlı adil bile olmayan yargılanma korkusu, baskısı ve kaygısı oluşacaktır. Bu durumda adaleti sağlayacak yargı mülkün temelini oluşturmaz, aksine olanları yıkar.
Türkiye Cumhuriyeti; yapboz tahtasına dönüşen yargı sisteminden, sabahtan akşama kanun değiştirerek her sorunun çözüleceğini zannetme anlayışı ile duruma, kişiye ve eyleme göre hareket etme kültüründen vazgeçip, hukukun evrensel ilke ve esaslarına bağlanmış, özel mahkemeleri, hakimleri ve savcıları olmayan, siyaset üstüne çıkarılmış yargı erkine kavuşmalıdır.
Yeri gelmişken son söz; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi değil, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’dir. “European Court Of Human Rights”, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi olarak çevrilmelidir. Mahkeme; Avrupa’nın insan hak ve hürriyetlerini korumak için değil, insan hak ve hürriyetlerinin ihlal edildiğine dair başvuruların değerlendirilmesi amacıyla Avrupa’da kurulmuştur. Mahkemenin amacı ve yargılama yetkisi, Avrupa’da yaşayan bireylerin hak ve hürriyetlerinin korunması ile sınırlandırılamaz. Mahkemenin yargı yetkisini tanıyan her üye devletin ülkesinde meydana gelen hak ihlali iddiası, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne yapılacak başvuruya konu edilebilir.
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)