Aldığım davet üzerine yargıç ve savcı stajyerlerine “Yargılama Etiği” konusunda sunum yapmak ve sohbet etmek üzere bugün, yani 11 Temmuz 2024 günü Türkiye Adalet Akademisi’ne gittim.

Malumları olduğu üzere, insan hayatında en önemli yol göstericilerden birisi, yaşadıklarımız ile yaşadıklarımızın bizlerde bıraktığı izlerden oluşan deneyimlerdir.

Peyami Safa’nın özlü sözü ile deneyim, “yaşlanarak değil yaşayarak elde edilir, çünkü zaman insanları değil armutları olgunlaştırır.”

O nedenle, deneyimden daha güçlü ve yol gösterici olan bir öğretmen yoktur; ama heyecan ve öğrenme isteği olmadığı takdirde, deneyimden de bir şey öğrenilemez.

Bugünün bende bıraktığı en önemli izlenim, bir gelecek inşa etmek üzere eğitim gören genç yargıç ve savcı adaylarının, gözlerinden ve davranışlarından okuduğum heyecanları ile öğrenme istekleri olmuştur.  

Dileğim onların bu heyecanlarını ve öğrenme isteklerini hiç yitirmemeleridir. Zira heyecan ve öğrenme isteği, insanı başarıya götüren iki önemli ve olumlu duygudur. Bu bağlamda, insan eğer yaptığı işi heyecan duyarak yapmazsa başarılı olamaz ve yine öğrenme isteği olmazsa insan kendisini geliştiremez.   

Aşağıda Türkiye Adalet Akademisi’nde “Yargılama Etiği” üzerine yaptığım konuşmayı sunuyor ve size iyi okumalar diliyorum.

“Türkiye Adalet Akademisi’nin Sayın Başkanı, Daire Başkanı  Sayın Abdullah Murat Beyefendi, Değerli Yargıç ve Savcı Adayları,  

Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyor, size meslek hayatınızda başarılar ve kolaylıklar diliyorum.

Beni davet ettikleri, sizinle buluşturdukları için Adalet Akademisi’nin Değerli Başkanına, Sayın Abdullah Murat Beyefendi’ye teşekkürlerimi sunuyorum.

Değerli Gençler,

Benim konuşmam yaklaşık olarak elli dakika kadar sürecektir. Konuşmamı tamamladıktan sonra sizinle sohbet edeceğiz. Bu bağlamda, siz soracaksınız, ben cevaplandıracağım.

Değerli Arkadaşlar,

…İnsanlar şaşılacak ölçüde telkine gereksinim duyuyorlar. Sizler, her şeyi biliyor olabilirsiniz, ama ben hiçbir şey bilmiyorum. Ben ve benim gibi düşünenler, sadece tahmin ediyoruz. En sağlam bilgimiz, üç bin yıllık bir süreç içinde insanlık olarak yarattığımız büyük doğa bilimsel bilgimizdir. O da sadece tahminlerden ve varsayımlardan ibarettir. Kesin bilgi isteyen ve onsuz olamayacağına inanan insanlar, tehlikeli ölçüde telkine gereksinim duyan insanlardır. Bu konumdaki insanlar, kesinlik, güvenlik, otorite, lider olmaksızın yaşamaya cesareti olmayan insanlardır. Çocukluk çağında kalmış olan insanlardır. Oysa kesin bilgi, mutlak doğru diye bir şey yoktur. Bilim doğruluk arayışıdır, kesinlik arayışı değildir. Doğruluk, gerçeklik ise, mutlak doğruluk, mutlak gerçeklik değildir. Doğruya belki yaklaşabiliriz, ama mutlak doğruya, kesinliğe asla ulaşamayız. Bilim sorularla ve sorunlarla başlar. Soruları akılla ve deneyimle cevaplandırmaya, sorunları ise yaratıcı kuramlarla çözmeye çalışır. Çoğu kuram esasen yanlıştır veya doğruluğu denetlenemez. Değerli olduğu düşünülen denetlenebilir kuramlarda hata aranır. Hataları bulmaya ve gidermeye çalışırız. Hatalardan ders alarak, dersler çıkararak ilerleriz. Düşünen insanlar olarak hepimizin görevi, doğru olanı bulmaktır. Doğru olan, mutlak ve nesneldir, ama elimizde ya da cebimizde değildir. Sürekli olarak aradığımız, çoğu zaman zor bulduğumuz bir şeydir. Doğru olana yaklaşımımızı sürekli olarak iyileştirmeye çalışırız. Eğer doğru olan mutlak ve nesnel olsaydı, yanılmazdık. Dahası, yanılgılarımız da doğrularımız da hep aynı olurdu…”

Bu sözler, bilgi kuramı ve bilimin sınırlı yapısı, barış, özgürlük, entelektüellerin sorumluluğu, açık toplum ve düşmanları üzerine görüş ve düşünceleri ile tanınan ve bilinen ünlü düşünür Karl Popper’e ait.

Sözlerime Karl Popper’in bu sözleriyle başlamamın nedeni, söyleyeceklerimi telkin olarak kabul etmemeniz içindir. Zira böyle bir niyetim ve amacım yoktur. Amacım ve niyetim sadece bildiklerimi, biriktirdiklerimi ve deneyimlediklerimi sizinle paylaşmaktır.

Sevgili Gençler,

Düne göre daha hızlı koşmak” bir Afrika anekdotunun bize tavsiye ettiği bir hayat felsefesidir. Bu felsefeye göre, Afrika’da yeni bir güne uyanan bir aslanın aklında ve hedefinde tek bir şey vardır, düne göre daha hızlı koşmak. Çünkü o aslan, düne göre daha hızlı koşmadığı takdirde, aç kalacağını bilir. Yine Afrika’da sabah uyanan bir ceylanın kafasında da tek bir düşünce vardır, düne göre daha hızlı koşmak. Çünkü o ceylan da düne göre daha hızlı koşmadığı takdirde, bir aslana ya da bir kaplana yem olacağını bilir.

O nedenle, başladığınız her yeni günde, aklınızda ve hedefinizde tek bir şey bulunsun, o da düne göre daha hızlı koşmak olsun.

Başkalarıyla yarışmak için değil, kendinizle yarışmak için, bir önceki gündeki kendinizi aşmak, kendinizi oldurmak ve geleceğe hazırlanmak için, bir önceki günden daha hızlı koşun. Mükemmel olmayı değil, başarılı olmayı ve mesleğinizde iyi olmayı hedefleyin.

Ama bir önceki günden daha hızlı koşarken, kendinizi de ihmal etmeyin, etmeyin ki, tekrarı olmayan hayatınızı ve hayatın güzelliklerini ıska geçmeyin. Değil ise bir gün hüsrana uğrarsınız.

Zira bilge Çetin Altan’ın ifade ettiği gibi “hayat yaşandığı kadar vardır, gerisi ya hafızalardaki hatıralar ya da hayallerdeki umutlardır. Hüsranı ise tek bir yerde tanıyorum, o yer de yaşanması mümkün olduğu halde gerektiği kadar yaşanamayan yerdir.

O nedenle, bir gelecek inşa etmek üzere yola çıkan ve her gün bir önceki güne göre daha hızlı koşmak zorunda olan size tavsiyem şudur: “Hayat bisiklete binmeye benzer. Eğer pedalları çevirmez ve bir denge sağlayamazsanız düşersiniz.” Düşmemek için pedalları çevirin, özel hayatınızda, meslek hayatınızda ve ilişkilerinizde bir denge sağlayın ve pedalları düne göre daha hızlı çevirin.

Değerli Arkadaşlar,

Ben avukatım. 1975 yılından bu yana Ankara Barosu’na kayıtlı olarak avukatlık yapıyorum. Ama yargıçlık ve savcılık mesleğine pek o kadar uzak ve yabancı birisi değilim, avukat olduğum için değilim, yargıç çocuğu olduğum için değilim.  

Ve esasen yargıç çocuğu olduğum için bu değerli camianın içinde büyüdüm, bu terbiye ile yetiştim.

Hemen işaret etmek isterim ki, yargıç ve savcı çocuğu olmak zordur. Zordur, çünkü yargıç ve savcı çocuğu olarak o disiplinin içinde büyürsünüz, ona göre şekillendirilirsiniz, sonradan kendinizi ne kadar değiştirirseniz değiştirin, ne kadar oldurursanız oldurun, o şekillenmenin dışına çok fazla çıkamazsınız. Yargıç ve savcı çocuğu olmak zordur, çünkü bütün hayatınız boyunca o saygın camianın yükünü taşırsınız, o camiaya olumsuz herhangi bir söz gelmesin diye oturmanıza, kalkmanıza, konuşmanıza, yazmanıza ve hareket tarzınıza dikkat edersiniz.

Ben 75 yaşındayım. “İnsan her yaşın tecrübesizidir” diyor büyük Alman düşünürü Nietzsche. Ben de bugün içinde bulunduğum yaşın tecrübesiziyim ama inanın tüm hayatım ve elli yıllık avukatlığım boyunca ve daha hala, bu saygın camiaya kötü bir söz gelmesin diye yaptığım her şeye, söylediğim ve yazdığım her söze dikkat ederim.

Sevgili Gençler,

Ben kötü bir öğrenciydim, İlk, orta ve lise öğrenimim de hiç sene kaybetmedim ama hemen her sene ikmale kaldım. Hukuk fakültesini çok bilinçli olarak tercih etmedim ve çok iyi bir öğrenci de olmadım, öyle ki, hukuk fakültesini altı buçuk senede bitirdim.

Avukatlık stajımı tamamladıktan sonra rahmetli babama yargıç olmak istediğimi söyledim.  Rahmetli babam bana “sen yargıç olamazsın, çünkü sende temas korkusu yok, sen herkesle temas ediyorsun, eğer yargıç olursan herkesle temas edersin, bu da senin başını belaya sokar, zira bir yargıç, bir savcı herkesle temas etmez, toplumdaki diğer insanlarla arasına mesafe koyar” dedi ve yargıç ya da savcı olmama izin vermedi.

Ben de avukat olmayı seçtim ve bu seçimimden dolayı hiç de pişman olmadım. Olmadım, çünkü eğer hakkını vererek yaparsanız avukatlık mesleği, dünyanın başka ülkelerinde olduğu ve diğer başka meslekler gibi itibarlı ve saygın bir meslektir.

Ben de bu mesleği, bütün meslek hayatım boyunca itibarlı bir şekilde yapmaya çalıştım ve yaptım. Her işi, haksız olan işleri ve yine her insanın işini almadım, iş seçtim, müvekkil seçtim. Belki çok para kazanmadım ama gerek çevremde ve meslektaşlarım arasında gerekse yargı camiası içinde hep itibarlı ve saygın oldum.

Rahmetli babamla ilgili olarak anlattığım bu anekdota ve babamın “yargıç ve savcı herkesle temas etmez” sözüne gelince, bu elbette doğru bir sözdür, zira yargıç ve savcı herkesle temas etmez ve esasen etmemesi de gerekir. Buna göre bugünkü konumuzun, yani yargı etiği konusunun ve ilkesinin birinci maddesi budur.

Onun için size birinci tavsiyem: kendi kişiliğinizi, mesleki ağırlığınızı, itibarınızı ve saygınlığınızı korumak için olur olmaz insanlarla bir arada olmayınız, herkesle oturup kalkmayınız, oturup kalktığınız, görüştüğünüz kişilere dikkat ediniz, değil ise hem kendinize hem mesleğinize ve hem de mensubu olduğunuz ve temsil ettiğiniz camiaya zarar verirsiniz.

Değerli Arkadaşlar,             

Konumuzla ilgili olarak sunacağım diğer hususlara geçmeden önce, Osmanlı Devleti döneminde ve on dokuzuncu asırda yetişen, büyük devlet ve bilim adamı, tarihçi, hukukçu ve şair olan Ahmet Cevdet Paşa Başkanlığındaki bir komisyon tarafından 1869-1876 yılları arasında derlenen ve 1877 yılında yürürlüğe konulan “Mecelle-i Ahkam-ı Adliye” adlı yasal düzenlemede yer alan ve bir yargıcın sahip olması gereken özellikler ile standartları düzenleyen, o günden bugüne kadar yaklaşık 150 yıl geçmiş olmasına rağmen eskimeyen, anlamını ve değerini yitirmeyen ve bence daha hala yargı ve yargılama etiğinin çerçevesini belirleyen 1792.maddesine yer vermek istiyorum.

Zira bu maddedeki düzenleme, sadece bir cümleyle hem o tarihteki hem de günümüzdeki ihtiyaçlara cevap vermekte, bu ihtiyaçları karşılamakta, bu bağlamda yargıçlık ve savcılık mesleğinin etik ilkeleri ile standartlarını ve hatta yargılama etiği ile ilgili olan hususları da kapsamakta ve içermektedir.

Sözünü ettiğimiz bu madde hükmü şu şekildedir: “Hakim; hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn ve metîn olmalıdır.” Buna göre “yargıç, hakîm, yani dosyasına ve kendisine hakim ve sahip, alim ve bilgin, haklı ve haksızı ayıran, hak ve adaletle hükmeden; fehim, yani akıllı, zeki, anlayışlı; müstakim, yani doğru, hilesiz, temiz, dürüst; emin, yani emniyetli, kendisine inanılan, güvenilen; mekîn, yani vakarlı, temkinli, olgun, sakin; metin, yani sağlam, metanetli ve dayanıklı olmalıdır.

O nedenle ve özet olarak, tüm meslek hayatınız boyunca temel ilkeniz ve rehberiniz, Mecelle’nin bu hükmü olmalıdır.

Aksi halde mesleğinize ihanet edersiniz. Usta hikayecimiz Sait Faik “Her şey mesleğe ihanetle başlar” diyor. Doğruda diyor. Zira mesleğinize ihanet ederseniz eğer; sonra ülkenize, ailenize, dostlarınıza, arkadaşlarınıza ve kendinize ihanet edersiniz.  

Sevgili Gençler,

Genel olarak bilindiği ve kabul gördüğü üzere, “Yargı Etiği” esas itibariyle; yargıç, savcı, avukat, yargı personeli arasındaki ilişkileri, yargının bu asli öznelerinin görevlerini yaparken uymaları ve uygulamaları gereken etik ilkeleri ve yine bu öznelerin sahip olmaları gereken standartların ne olduğunu ya da nasıl olması gerektiğini düzenler.

Yargılama Etiği” kavramı ve ilkeleri ise, daha ziyade adil yargılama, adil ve eşit muamelede bulunma kavramları ile insan hakları kapsamında olan ve bu asli ve tali öznelerin uymak ve uygulamak zorunda oldukları davranış modelleri ve davranış bilimleri kuralları ile ilgilidir.

Nitekim yargı etiğiyle ilgili olarak düzenlenmiş olan ulusal ve uluslararası belgelerde, yargının hem asli ve hem de tali öznelerinin, görevlerini yerine getirirken uymaları ve uygulamaları gereken davranış modelleri ile davranış bilimleri kurallarına yer verilmektedir.

Ne var ki, söz konusu belgelerde yargılama etiği ile ilgili olarak yapılan düzenlemeler, deyim yerinde ise üvey evlat muamelesi görmekte, bu bağlamda yargı etiği ilkeleri ile kurallarının gölgesinde kalmakta ve dolayısıyla çok fazla bilinmemekte, bilinse de pek o kadar önemsenmemektedir. 

Oysa yargılama etiği kapsamında olan davranış kuralları ile modelleri, yargının bizatihi kendisinin, asli aktörleri ile yardımcı figürlerinin vitrin yüzüdür ve en az yargı etiğinin temel ilkeleri olan bağımsızlık, tarafsızlık, dürüstlük, yetkinlik, ehliyet kadar önemlidir. 

Zira davranış bilimi, toplumdaki her bir kişinin bilmesi, öğrenmesi, uyması ve uygulaması gereken insan odaklı bir bilimdir ve esas itibariyle bu bilim, kişilerin bilinçaltı ve bilinç üstü durumları ile düşünsel süreçlerini inceler ve düzenler.

Buna ve konumuz bağlamında davranış bilimleri, her bir kişinin ama özellikle rol model olan veya olması gereken yargıç, avukat, savcı, yargı personeli ile Adli Tıp Kurumu çalışanlarının, icra ve iflas dairelerinde görev yapanların, polislerin, jandarmaların, cezaevi görevlilerinin, arabuluculuk, uzlaştırıcılık, hakemlik, noterlik  gibi kamusal görevleri icra edenlerin, yaptıkları görevin süjeleri olan insanlara ve yine  yargılama faaliyetinin taraflarına, taraf vekillerine, tanıklara, sanıklara, sorguya tabi tutulan veya bilgilerine başvurulan kişilere, şüphelilere, tutuklulara ve hükümlülere, ne şekilde muamele ve hitap etmeleri konularında öğrenmeleri, bilmeleri, uygulamaları ve empati yapmaları gereken hususlarla ilgilidir.

Değerli Arkadaşlar,

Yunanca “kişilik, karakter” anlamına gelen “ethos” sözcüğünden türetilen etik kavramının dilimizdeki karşılığı, bir başka ifadeyle sözlük anlamı “ahlak bilimidir.”

Buna göre ahlakiliği, yani ahlakla ilgili olanı esas alan etik, insanların gerek sosyal ve özel gerekse iş hayatı içindeki davranış biçimlerini ve bir değer yargısı olarak ahlakı inceler. Bu bağlamda etik, insanların bireysel ve toplumsal anlamda kurdukları ilişkilerin temelinde var olan veya olması gereken değerleri, kuralları, doğru-yanlış, iyi-kötü gibi kavramları araştırır ve belirler.

Bu yönüyle ahlaktan ayrı ve farklı olan etik, doğru davranışlarda bulunmak, doğru bir insan olmak ve insani değerler hakkında düşünme pratiği yapmak üzerine kurulu olan ve ahlakı sistematik bir şekilde inceleyen felsefi bir alan ve felsefi bir disiplindir.

Nitekim Aristoteles’in “Nikomakhos’a Etik” isimli eserinde: “Pratik, hem etiğin var olma koşulu ve hem de onun hedefidir. O nedenle soylu olan üzerine, adil olan üzerine, kısaca sitede bilim üzerine verilen dersten yararlanmak isteyen kişi, soylu bir temel alışkanlığa sahip olmalıdır” diyerek vurgu yaptığı etik, sadece felsefi bir disiplin ve felsefi bir alan değil, hayatın her alanında ve her ilişkide uyulması gereken bir davranış şekli, bir kurallar ve ilkeler toplamı olan ahlakiliktir.

Buna göre pratiğin bilimi olan etik, bilgi adına değil, eylem adına harekete geçen ve hareket eden ahlakiliktir. O nedenle, bu ahlakilik varlığını ve etkisini pratikte, yani uygulamada, yani eylemde gösterir. Bu yönüyle ve Aristoteles’in deyişi ile “fiiliyat üretici bilgi” olan “etik”, düşünce ile eylemin birlikteliği ve tutarlılığıdır.

Antik çağda sitede, günümüzde ise devlette, geçerli ve yürürlükte olan töreye ve kurallara uygun olarak kendisini olduran kişinin, genel kabul gören ahlak normlarını izlediği sürece etiğe uygun davranmış olacağını ileri süren Aristoteles’e göre, “…İçimizdeki töresel iyilikler, doğanın zorlaması sonucu oluşmadığı gibi doğaya karşı da oluşmamıştır. Zira bu töresel iyilikler ve bunları kendi varlığımıza ve değerlerimize dahil etme ile uyarlama yeteneğimiz, bizim içimizde ve doğamızda vardır. Ama biz bu mükemmelliğe töresel iyilikleri ve ahlaki özelliklerimizi alışkanlık haline getirdiğimiz takdirde ulaşabiliriz…

Yine Alman akademisyen ve psikoloji uzmanı olan Annemarie Pieper’in “Etiğe Giriş” isimli eserinde tespit ve ifade ettiği üzere, günümüzde pek çok şey ne yazık ki maddi olarak hesaplanabilir bir düzeye indirgenmiştir. O nedenle, gerek insani ve toplumsal gerekse uluslararası alanda, yardımlaşmaya ve dayanışmaya olan heves ve buna hazır olma isteği giderek azalmış ve etkisini eskiye oranla önemli ölçüde yitirmiştir.

Öyle olduğu içindir ki, günümüzde pek çok şeyi; ne yazık ki para, bireysel çıkarlar, statüye, makama ve pozisyona endeksli hırslar ve kariyer hedefleri belirlemekte, insanlar bunlara göre hareket etmekte; çevremizde ve hatta aramızda arkadaş gibi, dost gibi, meslektaş gibi davranan, “her şeyin fiyatını bilen, ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen” bir dolu “kinik insan” dolaşmaktadır.

Böyle bir çağda ve toplumda, felsefenin bir disiplini olan ve kendini ahlaki eylemin bilimi olarak tanımlayan etik, yaşamın tek yönlü kaygılarla rasyonalize edilmesine yönelik bireysel çıkarların ve hesapların yıkıcı etkisini ve sonuçlarını eleştirel bir aynadan yansıtan önemli bir uyarıcı ve yol göstericidir.

O nedenle, etik bize, kendisini sadece paraya, mala, mülke, bireysel çıkarları en üst düzeye çıkarma kaygılarına, statü, makam, pozisyon ve iktidar hırslarına sabitlemiş olan niceliksel düşünce karşısında, bütün bunları aşan, her biri pratik aklın ahlaksal yetkinliği ile doğrulanmış bulunan; özgürlük, eşitlik, adalet, özerklik, bağımsızlık, hoşgörü gibi pozitif amaç ve hedefleri sunan bir değerler ve nitelikler dünyasının var olduğunu anlatır, kendimizi tanımamız ve bilmemiz konusunda bize ayna tutar.

Bu niteliksel değerler; bireysel, toplumsal ve kolektif sorumluluklarının bilincinde olan, ahlaksal talepleri genel bağlayıcı talepler olarak gören ve benimseyen, bu talepleri kendilerine mal eden insanların kendi kaderlerini tayin etme hakkını, bütün hakların en üstüne koyan bir yaşama biçiminin ahlakını sunar.

Esasen ahlaki eylemin anlamının insanlara sistematik olarak aktarılması da, sadece ve sadece etik aracılığı ile olur. Ama etik, ahlaki eylemin yerini tutmaz, sadece bu türden eylemlerin bilgiye dayalı yapısını ortaya koyar.

Buna göre “Yargı Etiği” ile ilgili düzenlemeleri içeren ulusal ve uluslararası belgelerde yer verilen “Yargılama Etiği” kavramı, “Yargı Etiği” kavramından çok farklı ve ayrı bir kavram olmamakla birlikte, “Yargı Etiği” kavramı ile aynı kavram da değildir. Ama bir anlamda ve bir bakıma yargı etiği kavramını tamamlayan bir kavram, bir kabul ve bir anlayıştır. 

Gerek buna gerekse bize göre yargılama etiği kavramı, yargılama süreci içinde görev yapan yargıcın, avukatın, savcının ve diğer aktörlerin; gerek yargılama sürecinde ve faaliyetinde gerekse özel hayatlarındaki duruşları, tavırları, davranışları, giyinişleri, muhatap oldukları kişilere karşı olan hitap tarzları ve yaklaşımları ile ilgili bir kavramdır. 

O nedenle, yargıç, avukat ve savcı ile yargılama süreci içerisinde görev yapan diğer yargı personelinin gerek giyinişleri gerekse duruşları, tavırları, davranışları ve hitap tarzları itibariyle yargıya yakışan bir ağırlık ve ciddiyet içinde olmaları ve hareket etmeleri gerekir.

Örneğin yargıçların ve savcıların tanıkları, sanıkları, tarafları ve taraf avukatlarını dinlerken bir yargıca ve savcıya yakışmayan şekilde bağırmaları, kimi zaman bu özneleri azarlamaları, onlara “siz” demek yerine “sen” diye hitap etmeleri hem davranış bilimlerine hem de yargılama etiğine aykırıdır.

Zira bir yargıcın veya savcının muhatap aldığı kişiye, bu kişi ister tanık ister sanık ister avukat ya da isterse taraf olsun “sen” diye hitap etmesi, sadece bir kabalık veya laubalilik değil, aynı zamanda muhatap aldığı o kişinin kişilik haklarına karşı da bir saygısızlıktır.

Çünkü “sen” sözcüğü bir yakınlık ifadesidir ve bu sözcük bir kişi tarafından, sadece yakın olduğu bir kişiye karşı kullanılabilir veya kullanılması gerekir. Tanık, sanık veya taraf olan kişi ya da tarafların avukatları, yargıcın veya savcının yakını olmamakla, bu kişilere karşı yargıcın veya savcının “sen” diye hitap etmesi uygun bir hitap tarzı değildir. Zira böyle bir hitap tarzı en hafif bir nitelendirme ile nezaketsizliktir.

Yine yargıcın veya savcının dinlemekte olduğu tanığa bağırması ve azarlaması, belki de ilk kez bir yargıcın ya da savcının huzuruna gelen ve o nedenle heyecanlı olan veya heyecanlanan tanığın şaşırmasına, bildiklerini anlatmasına engel olmakta, bu da o tanıktan sağlıklı bir şekilde bilgi alma olanağını ortadan kaldırmakta ve sonuç itibariyle yargıcın gördüğü dava, savcının yürüttüğü soruşturma ile ilgili önemli bir delilden gerektiği kadar yararlanamamasına neden olmaktadır.

Aynı durum ceza davasında yargıcın sanıkları sorguya çekmesinde de yaşanmakta ve dolayısıyla yargıç sorguya çektiği sanık veya sanıkların anlatımlarından gerektiği kadar yararlanma olanağını kaybetmektedir.

Yargıç, avukat ve savcı yargılama faaliyeti içinde “rol model” konumunda olan kişilerdir. Dolayısıyla bu konumda olan kişilerin hitap ve davranış tarzları dışında, giyimleri itibariyle de örnek olmaları gerekir. O nedenle, yargıcın, avukatın ve savcının giyim tarzlarına dikkat etmeleri, duruşmalara kravatsız bir şekilde veya kot pantolonla ya da mini etekle veya taytla çıkmamaları gerekir.

Yine taraf avukatlarının yargılama süreci içinde birbirlerine veya yargıçlara ya da savcılara veya tanık ve sanık statüsünde olan kişilere karşı nazik olmaları, seslerini yükseltmemeleri, birbirleriyle tartışmamaları ve birbirlerine karşı hiçbir şekilde “sen” diye hitap etmemeleri gerekir.

Değerli Arkadaşlar,

Malumları olduğu üzere isim kişiyi başka insanlardan ayıran bir tanıtma işareti, gerçek ve tüzel kişileri diğer kişilerden ayırmaya yarayan bir sıfat ve Goethe’nin deyişi ile “kişinin en güzel ve en canlı temsilcisidir.

Yine hukuken, bu bağlamda 4721 sayılı yeni Türk Medenî Kanunu’nun 26 ve

27.maddelerine göre insanın ismi ve soyadı, kişilik hakları kapsamındadır ve yasayla koruma altındadır.

O nedenle, yargıç ve savcıların gerek tarafların gerekse tanıklar ile sanıkların isim ve soyadlarının tespit edilmesinde bu hususa dikkat etmeleri gerekir. Esasen bu husus, yani hüviyetlerin doğru bir şekilde tespit edilmesi, soruşturmanın veya yargılamanın selameti açısından önemli olduğu kadar, insanların kişilik hakları kapsamında olan isim ve soyadlarına karşı saygılı olmanın da gereğidir.

Şimdi yeri gelmiş iken bu hususla ilgili olarak Türk Sanat Musikisinin önemli bestekarlarından rahmetli Rüşdü Şardağ’ın anlattığı bir anısını sizinle paylaşmak isterim.

Söyle ki, Yargıtay Birinci Başkanlığı ve Adalet Bakanlığı yapmış olan rahmetli Cevdet Menteş, İzmir’de Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı olduğu dönemde, mahkemeye tanık olarak çağrılan Rüşdü Şardağ’ın hüviyetini tespit ederken, Rüşdü Şardağ’ın ismini Rüştü olarak yazması üzerine Rüşdü Şardağ ismindeki (t) harfinin (d) harfi olması gerektiğini hatırlatmış ve bunun üzerine Cevdet Menteş Rüşdü Şardağ’ı azarlayarak (t) ya da (d) olsa ne fark eder demiştir. Bunu yargılama etiğine aykırı bir davranış olarak nitelendiren Şardağ, kendisinin Cevdet Menteş’e “Sayın Başkan ismimiz bize babamızın mirasıdır, izin verin de babamızın bu mirasına sahip çıkalım” demek zorunda kaldığını ifade etmiştir.

Kuşkusuz Cevdet Menteş’in yukarıda yer verdiğimiz davranışı çok açık biçimde Rüşdü Şardağ’ın kişilik hakkına karşı yapılmış bir saygısızlıktır ve aynı zamanda yargılama etiğine de aykırı olan bir davranıştır.     

Sevgili Gençler,

Usul vusule, yani sonuca götürür” özdeyişi yargılama süreci içinde dikkate alınması ve uyulması gereken önemli bir “usul” kuralıdır. Nitekim “usul esasa mukaddemdir”, yani “usul esastan önce gelir” özdeyişi bu amaçla söylenmiştir. O nedenle, en önemli işlevi ve görevi, adil yargılama ilkesi gereğince makul olan en kısa süre içinde davayı sonuçlandırmak ve bunun için de karar vermek olan yargıcın, yargılama süreci boyunca usul hükümlerine harfiyen uyması gerekir. Aksi halde yargıcın vusule, yani sonuca gitmesi, yani nihai olarak karar vermesi ve verdiği kararın da isabetli olması mümkün olmaz.

6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile getirilen en önemli yeniliklerden biri olan “ön inceleme aşaması”, mahkemenin dava şartlarını ve ilk itirazları incelediği, uyuşmazlık konularını tam olarak belirlediği, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanmaları için gerekli işlemlerin yapıldığı bir aşama, davanın mümkün olan en kısa süre içinde sonuçlanması sağlayan önemli bir usulü uygulamadır.

Ne var ki, bu usul hükmü bazı yargıçlarca amacına uygun biçimde kullanılmamakta, davanın açılmasından, dava dosyasının mahkemenin esas defterine kaydolmasından sonra başlayan “ön inceleme aşaması”, ne yazık ki, kimi yargıçlar tarafından gereği gibi değerlendirilmemekte, bu bağlamda ön inceleme aşamasında taraf delilleri toplanmamakta, yazılması gereken müzekkereler yazılmamakta, getirtilmesi gereken dosyalar ve başkaca kayıtlar getirtilmemekte, duruşma için gerekli hiçbir hazırlık yapılmamakta, ön inceleme aşaması heba edilerek boşuna zaman kaybedilmekte, üç beş ay sonraya verilen duruşma aşamasından itibaren taraf delilleri toplanmaya başlamaktadır. 

Kanımızca bu tarz bir uygulama, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile getirilen en önemli yeniliklerden biri olan “ön inceleme aşaması” kurumunun amacına, ruhuna ve işlevine aykırı olduğu kadar, yargılamanın uzamasına da neden olmakta ve dolayısıyla bu durum adil yargılama ilkesine ve yargılama etiğine de aykırı bir durum oluşturmaktadır.

O nedenle, yarın mesleğinizi fiilen icra etmeye başladığınızda, bu hususa dikkat etmeniz, ön inceleme aşamasının amacına ve işlevine uygun davranmanız gerekir.

Değerli Arkadaşlar,

Duruşma için verilen gün ve saat, mahkemenin, yani yargıcın davanın taraflarına, taraf avukatlarına, tanıklarına ve/veya sanıklarına verilen bir randevudur. Bir kişinin verdiği randevuya, randevu saatinde gelmemesi nasıl bir nezaketsizlik ise, yargıcın belirlediği duruşma saatine uymaması, zamanında duruşmaya başlamaması, duruşma gününe gereğinden daha fazla dosya koyması ve duruşma için gelen avukatları, tarafları, tanıkları ve sanıkları saatlerce bekletmesi nezaketsizliktir ve yine yargılama etiğine açıkça aykırı olan bir uygulamadır.

O nedenle, yargıcın duruşma saatinde görevinin başında olması, duruşmaya saatinde başlaması, duruşma gününe makul sayıda dosya koyması, duruşma için gelen insanları saatlerce bekletmemesi, insanların zamanının önemli olduğunu düşünmesi ve dikkate alması gerekir.

Sevgili Gençler,

Ülkemiz yargısının önemli sorunlarından biri de yargıçların veya savcıların önemli bir kısmının devletin menfaatini korumayı adalet sanmalarıdır. Oysa devletin menfaatini korumak şeklindeki bir yaklaşım ve anlayış, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 10.maddesinde yer alan “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” hükmüne aykırıdır. Kaldı ki, devletin veya devlet kurumlarının menfaatini korumak yargının veya yargıç ya da savcının görevi değil, bu kurumlarda görev yapan memurların ve avukatların görevidir. Dolayısıyla yargıcın ya da savcının bu kişilerin görevini üstlenmesi gereksiz olduğu gibi yargıya, yargıca ve savcıya yakışmayan, dahası yargılama etiğine de aykırı olan bir uygulamadır. 

Yargının devlet taraftarlığı, sadece ceza hukuku uygulaması ve yargılaması yönünden değil, özel hukuk uygulaması ve yargılaması yönünden de çok farklı değildir. Öyle ki “Nef-i hazine”, yani hazine, yani devlet yararı kavramı, taşınmaz hukuku uygulamasında olsun, kadastro davalarında olsun, diğer başka davalarda olsun mahkemelerce çokça uygulanan bir kural ve bir ilkedir.

Nitekim bu ilke ve anlayış edebi eserlere de konu olmuş, ünlü Alman şairi ve oyun yazarı Friedrich Schiller, İskoçya Kraliçesi Maria Stuart’ın hayatını anlattığı “Maria Stuart” isimli oyununda, oyunun kahramanlarından birisi Kraliçe’ye “Haşmetgahım, sakın ola ki devletin menfaatini korumayı adalet sanmayınız” demek suretiyle devletin menfaatini korumanın adalet olmadığını ifade etmiştir. 

Yargıcın devletin menfaatini korumayı görev edinmesi, az yukarda ifade ve işaret edildiği üzere Anayasanın eşitlik ve yargıcın tarafsızlık ilkesine aykırı olmasının yanı sıra tarafların adalete olan saygı ve güvenlerini sarsması ve örselemesi nedeniyle de adil yargılama ilkesine ve dolayısıyla yargılama etiğine aykırıdır.

Esasen gerek ulusal gerekse uluslararası belgelere göre yargıç, her şeyden önce bağımsız ve tarafsız olmalıdır. Zira yargı bağımsızlığı ve yargıç tarafsızlığı, doğal yargıç ilkeleri ve yargılama devam ederken yargıcın görev yerinin değiştirilmemesi hukuk güvenliğinin, hukuk devletinin ve hukuk devleti olmanın ön koşulu ile adil yargılanma ilkesinin temel güvencesi olduğu kadar, yargı ve yargılama etiğinin de olmazsa olmazlarıdır. O nedenle, yargıcın hem bireysel hem de kurumsal yönden yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını her koşulda temsil ve muhafaza etmesi gerekir.

Bağımsızlık ilkesi gereğince yargıç, doğrudan ya da dolaylı olarak herhangi bir nedenle ya da herhangi bir yerden gelen müdahale, tehdit, baskı, telkin ve teşvik gibi dış etkilerden uzak bulunmalı, genelde toplumdan, özelde ise karar vermek zorunda olduğu uyuşmazlığın taraflarından bağımsız olmalıdır.

Yine tarafsızlık yargı görevinin doğru bir şekilde yerine getirilmesini gerektirmekle, yargıç, yargısal görevlerini tarafsız ve önyargısız olarak yapmalı, gerek mahkemedeki gerekse mahkeme dışındaki ilişkileri, davranışları ve uygulamalarıyla kamuoyunun ve davanın taraflarının nezdinde güven sağlamalıdır.

Herkes kanun ve yargı önünde eşit olmakla, yargıç ve savcı; ırk, renk, cinsiyet, din, mezhep, tabiiyet, sosyal sınıf, mevkii, makam, yaş, evlilik durumu, cinsel yönelim, sosyal ve ekonomik statü ve benzeri sebeplerden doğan farklılıklara göre hareket etmemeli, herkese eşit davranmalı, insan onuruna ve haklarına amasız olarak saygılı olmalıdır.

Esasen yargının bağımsızlığı, yargıcın ve savcının tarafsızlığı ve kanun önünde eşitlik ilkesi, sadece yargı etiğinin gereği değil, aynı zamanda yargılama etiğinin de gerektirdiği asgari ilkeler ve gerekliliklerdir.     

Değerli Hukukçular,

Mahkeme kalemi, mahkeme yargıcının aynasıdır. O nedenle, mahkeme yargıcının kendi aynası olan mahkeme kalemine sahip olması, burada görev yapan personelin görevini hakkıyla yapıp yapmadığını, kalemde işi olan vatandaşlara ve avukatlara karşı nazik bir şekilde davranıp davranmadığını takip etmesi ve gerektiğinde onları uyarması gerekir. Zira bunun aksine bir uygulama hem mahkemenin işlerinin gecikmesine hem de yargılama etiğine aykırı bir davranış ve uygulama olur. 

Yine gerek ulusal gerekse uluslararası düzenlemelere göre savcılar yönünden uyulması gereken asgari etik kurallar, savcıların da tıpkı yargıçlar gibi görevlerini adil, tarafsız, eşit, tutarlı ve hızlı bir şekilde yerine getirmelerini, bu bağlamda görevlerini insan onuruna ve haklarına saygı duyarak yapmalarını, toplum adına ve kamu yararına hareket etmelerini öngörür.

Buna göre savcılar da her zaman ve her koşulda yüksek mesleki standartlara bağlı olmalı, mesleklerinin onurunu ve şerefini korumalı, görevlerini hukuka uygun ve her türlü etkiden bağımsız olarak yürütmeli, mesleki faaliyetleri gereği görüştükleri kişilerin görüşlerini, meşru menfaatlerini, mahremiyetlerini ve muhtemel kaygılarını dikkate alarak hareket etmelidirler.

Masumiyet karinesi ilkesine saygı göstermek sadece yargıçlar için değil, savcılar için de dikkate alınması ve uyulması gereken bir yükümlülüktür. O nedenle, savcılar dava açılıp açılmaması yönünde bir karar veya adaletin seyrini etkileyebilecek başkaca kararlar vermeden ve taleplerde bulunmadan önce gerekli ve makul olan tüm soruşturma ve incelemeleri yapmak, sanığın lehine veya aleyhine olup olmadığına bakmaksızın bütün delilleri toplamak zorundadırlar.

Savcılar, tarafsız bir soruşturma neticesinde suçun bulunmadığını veya aleyhinde soruşturma yürüttükleri kişinin suçlu olmadığını tespit ettikleri takdirde dava açmamalı, insanların lekelenmeme hakları bulunduğunu dikkate almalı, kanıtların yasal bir şekilde elde edilip edilmediğini dikkatli ve duyarlı bir şekilde incelemeli, kanıtların insan haklarının ağır şekilde ihlali yoluyla ve usulsüz olarak elde edildiğine kanaat getirdikleri takdirde bu kanıtlara itibar etmemelidirler.

Yine savcılar adil bir karara varılması hususunda mahkemeye yardımcı olmalı, yargıçlar gibi adil yargılanma ilkesine uygun olarak sanığa ve vekiline gerekli bilgileri vermek suretiyle silahların eşitliği ilkesine uygun davranmalıdırlar.

Savcılar da tıpkı yargıçlar gibi özel yaşamlarına, giyim tarzları ile kullandıkları dile dikkat etmelidirler.  

Nasıl mahkeme kalemi, mahkemenin ve yargıcının aynası ise, savcılık kalemi de savcının aynasıdır. O nedenle, savcının kendi aynası olan kalemine sahip olması, burada görev yapan personelin görevini hakkıyla yapıp yapmadığını, kalemde işi olan vatandaşlara ve avukatlara karşı nazik bir şekilde davranıp davranmadığını takip etmesi, gerektiğinde onları uyarması ve yine soruşturma aşamasındaki dosyalar hakkında basına bilgi verilmemesini ve dolayısıyla yargısız infaz yapılmasını engellemesi gerekir.

Sevgili Gençler, 

Malumunuz olduğu üzere, yargının, yargıç ve savcılarla birlikte üç kurucu unsurundan biri olan avukatlık mesleği, tarihin kaydettiği en eski mesleklerden birisidir. Mevcut bilgilere ve kayıtlara göre avukatlık mesleğinin başlangıcı kadim Yunan’a, oradan da eski Roma’ya kadar gitmektedir. Nitekim avukat sözcüğü Yunancada “üstün, ayrıcalıklı ve güzel konuşan” anlamlarına gelen “AdvoCatus” sözcüğünden türetilmiştir.

1136 sayılı Avukatlık Kanunu hükmüne göre, avukatlık mesleği bir “kamu hizmeti” ve aynı zamanda “serbest” bir meslektir. Ama bu serbestlik her şeyi yapmak veya her şeyi yapmakta özgür olmak anlamında bir serbestlik değildir. Esasen avukatın böyle bir serbestliği ve özgürlüğü de yoktur. Bu serbestlik ve özgürlük, avukatın hiç kimseden emir almaması, bağımsızlığını zedeleyecek işleri ve görevleri kabul etmekten, bağımsızlığına gölge düşürecek işleri ve işlemleri yapmaktan kaçınması gerektiği anlamında bir serbestlik ve özgürlüktür.

Bu niteliği ve özelliği itibariyle avukatlık mesleği, yargılama faaliyeti içinde “sine qua non”, yani “olmaz ise olmaz” olan bir meslek, hukuk güvenliğinin en önemli parçası ve adalete erişimin en etkili aracıdır.

Paris Barosu önceki başkanlarından Rousse’ya göre avukat; “Bütün memleketlerin yerlisi, bütün yüzyılların çağdaşıdır.” Yine Montesquieu’nun, ‘Lettress Persanes’ isimli eserinin kahramanı olan yargıç: “Avukatlar bizim için canlı kitaplardır. Görevleri bizi, aydınlatmaktır” der. Gerçekten öyledir. Davayı, özellikle hukuk davalarını yargıcın önüne getiren, davaya konu iddiasını ve talebini öğretideki yazılarla, makalelerle, uygulamaya yön veren mahkeme kararlarıyla destekleyen avukattır, avukatlardır.   

Avukatlık mesleğinin gelişme süreci incelendiğinde görüleceği üzere, avukatlık mesleği, daha ziyade demokratik toplumlarda gelişme göstermiş, buna karşın demokratik olmayan totaliter toplumlarda herhangi bir gelişme gösterememiştir. Zira avukatlık mesleği demokratik toplumların, diğer bir deyişle kent toplumlarının mesleğidir. Zira avukatın sermayesini oluşturan bilgi ve zaman kent toplumunda değer ifade etmektedir.  

Esasen yargılama faaliyetini demokratikleştiren en önemli unsur, yargıç ve savcı ile birlikte yargılama faaliyetinin asli ve kurucu unsuru olan avukatın varlığıdır. O nedenle, avukat olmadan yapılan yargılama, demokratik olmayacağı gibi hem adil hem de yargı ve yargılama etiğine uygun olmaz.

Bütün bu nedenlerle demokratik hukuk devletlerinde avukat, yargılama faaliyetinin, adil yargılanma hakkının ve yargı ile yargılama etiğinin olmaz ise olmaz öznesidir.

Bu açıklamalar çerçevesinde, adil yargılama ilkesi ve yargılama etiği bağlamında eğer “savunmanın özgürlüğü” kurumunu ele alacak olursak, öncelikle şunu söylemek gerekir; evrensel ve tarihsel bir perspektifle, temel bir insan hakkı olan
savunmadan söz ediyor isek eğer, elbette savunmanın özgür olması gerekir. Esasen savunmanın özgürlüğü, yani avukatın özgürlüğü herhangi bir müdahale olmadan avukatın savunmasını yapmasını gerektirir ve bu da hem adil yargılamanın hem de yargılama etiğinin temel bir ilkesidir. Zira savunmanın, yani avukatın özgürlüğü, “bir şeyden özgürlük/freedom from” olarak tanımlanan ve müdahaleden hoşlanmayan “negatif özgürlüktür.

Avukatlık Yasası’nın 1.maddesi anlamında “yargının kurucu unsuru olan avukat, bağımsız savunmayı temsil eder.” Kanımızca, bu maddede vurgulanan “bağımsızlık” kavramı, avukatın önce kendisine, kendi siyasi görüşleri ile dini inancına ve daha sonra da müvekkili ile devlete karşı bağımsızlığını, yani özerkliğini içerir. Bu anlamda bağımsızlık, aynı zamanda “özerklik olarak özgürlüktür.

İngiliz siyaset bilimcisi Norman P. Barry’nin, “Modern Siyaset Teorisi” isimli kitabında referans aldığı görüşlere göre, “negatif özgürlük”, ancak değerli bir şeye katkı sağladığı sürece önemlidir ve bu değer de özerkliktir.

Özerklik olarak özgürlük”, bir kimseye açık olan seçeneklerin genişliğine ve çeşitli amaçların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan koşullara işaret ettiği için, o, sınırlamanın yokluğu anlamındaki özgürlükten daha fazla bir şeydir.

Özerklik olarak özgürlük, en aşırı pozitif özgürlük teorilerinde olduğu gibi, bireysel sübjektif tercihlerin devlet tarafından tamamen yok edilmesini veya sınırlandırılmasını gerektirmez, fakat soyut tercihleri gerçek fırsatlara dönüştürecek geniş kolaylıklar sunan kurumları talep eder.

O nedenle, bağımsız ve özerklik olarak özgür olması gereken savunma, adaletin gerçekleştirilmesi gibi son derece önemli bir değere katkı sağladığı için önemlidir. Esasen savunma özerk ve özerk olduğu için özerklik olarak özgür ise, ancak o zaman adalet arayan veya talep eden bir kimseye, savunmanın gerektirdiği en geniş seçenekleri sunabilme olanağına sahip demektir.

Onun için yargılama etiğinin temel kurumlarından biri olan savunmanın özgürlüğü, savunmaya yönelik makul kabul edilebilecek bir sınırlama olmadığı takdirde bir değer ifade eder. Savunmanın özgürlüğü, her ne kadar soyut bir tercih değil ise de, öyle dahi olsa, adaletin gerçekleştirilmesi gibi somut ve gerçek bir fırsatı elde etmek amacına hizmet ettiği için, kendisine geniş kolaylıklar ve olanaklar sunan kurumları ve araçları talep eder.

Nitekim 12 ülkenin baro temsilcilerinin 28.10.1988 tarihinde Strazburg’da yaptıkları toplantıda oybirliği ile kabul ettikleri Avrupa Birliği Barolar Konseyi Meslek Kurulları ile yine Avrupa Birliği Bakanlar Komitesinin Avukatların Özgürlüğü Metni, Sekizinci Birleşmiş Milletler Konferansı tarafından kabul edilen ve Havana Kurulları olarak da bilinen Avukatların İşlevlerine İlişkin Temel İlkeler gibi uluslararası metinlerin tamamında; “hukuka saygı ilkesi üzerine kurulmuş bir toplumda önemli bir role sahip olan avukatın görevinin, yasanın çizdiği sınırlar içinde sadece vekâlet görevini özenle yerine getirmekle sınırlı olmadığına, hem adalete ve hem de hak ve özgürlüklerini savunmakla yükümlü olduğu yargılamaya tabi kişiler için vazgeçilmez değerde bulunduğuna işaret edilmek suretiyle, avukatların ifade ve örgütleme özgürlükleri güvence altına alınmış, hükümetlere, yargı mercilerine, avukatların hiçbir baskı, ceza tehdidi, engelleme, taciz ve yolsuz müdahale ile karşılaşmadan her türlü mesleki faaliyetlerini yerine getirme konusunda ödevler yüklenmiş, özgür savunmanın gereksinim duyduğu ve talep ettiği tüm kolaylıkların ve olanakların tamamı sağlanmıştır.

Açıklanan bütün bu nedenlerle, yarın yargıç veya savcı olarak mesleğinizi fiilen icra etmeye başladığınızda savunmanın özgürlüğü ve özerkliği hususunda duyarlı olmanız, savunmanın, yani avukatın görevini hakkıyla yapmasına olanak sağlamanız ve yardımcı olmanız, temel bir insan hakkı olan savunma hakkını ve savunmanın özgürlüğünü kısıtlamamanız, silahların eşitliğini ilkesine hakkıyla uymanız gerekir. Esasen buna aykırı olan her türlü yargısal tasarruf gerek yargı gerekse yargılama etiğine ve adil yargılama ilkesine aykırı olur.  

Bu konu ile ilgili olarak söyleyeceğim son bir söz de şudur; bir ülkede yargıç ve savcıların değerli ve itibarlı olmaları avukatların değerli ve itibarlı olmaları ile ve aynı şekilde avukatların değerli ve itibarlı olmaları da yargıç ve savcıların değerli ve itibarlı olmaları ile mümkündür.

O nedenle, mesleğinizi fiilen icra etmeye başladığınızda lütfen avukatlara karşı saygılı olunuz, onların işlerini kolaylaştırınız, avukatları ve avukatlık mesleğini işinizi yapmada ve yürütmede bir engel olarak görmeyiniz. Çünkü avukatlar da sizin gibi adaletin hizmetindedir, sizin karara bağladığınız uyuşmazlıkları sizin önünüze getirenler onlardır.

Dahası avukatlar, yargılama faaliyetini demokratikleştiren, yargıç ve savcı olarak sizin varlığınızı ve demokratik meşruiyetinizi sağlayan asli unsurlardan biridir. Yine avukatlar, hukukun üstünlüğünün, hukuk güvenliğinin, adil yargılama ilkesinin ve yargı bağımsızlığının en önemli ve etkili güvencesidirler.

Sevgili Gençler,  

Yargılama etiği yönünden önemli ve gerekli olan bu konuda son iki sözün birincisini Mevlana söylüyor ve şöyle diyor: “Sesini değil, sözünü yükseltmeli insan. Çünkü gök gürültüleri değil, yağmurlardır yaprakları yeşerten ve yaşatan.” Onun için yargılama etiğine bağlı ve saygılı yargıçlar da, avukatlar da, savcılar da   böyle yapmalılar ve seslerini değil, sözlerini yükseltmelidirler.

İkinci söz kıyafet üzerinedir. Bu bağlamda kıyafet deyip geçmemek ve asla unutmamak gerekir, zira insan “kıyafetiyle karşılanır, bilgisi ve bilgeliğiyle ağırlanır, nezaketi ve ahlakıyla uğurlanır.”    

O nedenle, yargıcın da, avukatın da, savcının da gerek özel hayatlarında gerekse meslek hayatlarında kıyafetlerine özen göstermeleri, olur olmaz şekilde giyinmemeleri gerekir.

Amerikalı şair Robert Frost, insanoğlunun ironik veya trajikomik bir teslimiyete eğilimli olduğunu ifade ettiği “Gidilmeyen Yol” isimli şiirinde, insanın hiçbir şekilde teslimiyete, yani haksızlığa ve adaletsizliğe boyun eğmemesi gerektiğine vurgu yapar ve bunu da “Ormanda yol ikiye ayrıldı ve ben daha az kullanılan yolu seçtim. Hayatımdaki tüm farkı da bu yarattı.” dizeleriyle ifade eder.

Buna göre mesleğini icra ederken yargıçların da, avukatların da, savcıların da hiçbir şekilde kendilerini statükoya, başkalarına ve özellikle siyasi otoriteye ya da başkaca güç odaklarına teslim etmemeleri, her zaman ve her koşulda bağımsızlıklarını ve tarafsızlıklarını korumaları, siyasi düşünce ve tercihlerinin etkisiyle karar vermemeleri, insanların hak arama özgürlüğünün gereğini yerine getirmeleri, insan haklarını ve yine temel bir insan hakkı olan savunma hakkını her şeyin üstünde tutmaları ve bunun hakkını vermeleri gerekir. Esasen Robert Frost’un “seçtim ve hayatımdaki tüm farkı da bu yarattı” dediği yol bu yoldur.    

Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyor, size hayatınızda ve mesleğiniz de başarılar ve yol açıklığı diliyorum.