“Kendini, kendin için ara. Başkalarının senin için yol çizmelerine izin verme. Bu senin ve yalnız senin yolun. Başkaları seninle beraber yürüyebilir ama senin için yürümez.” Kızılderili Atasözü
Pek çok şeyin teorisi olduğu gibi terbiyesizliğin de teorisi bir vardır. Ve bu teori Viyana Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsü profesörlerinden sosyolog Roland Girtler tarafından yazılan “Randkulturen – Theorie der Unanständigkeit” isimli kitapta sosyolojik yönden incelenmiştir.
Roland Girtler’in öğrencisi Medeni Beyaztaş tarafından Türkçeye tercüme edilen ve Kale Yayınları tarafından “Terbiyesizliğin Teorisi” adıyla yayınlanan kitap, esas itibariyle bizim Türkçede “varoş veya kenar mahalle kültürü” olarak isimlendirdiğimiz, toplum tarafından dışlanmış olan, toplumda genel olarak kabul gören kurallara karşı şiddetli bir şekilde direniş gösteren, bu bağlamda bir “sapma” içinde bulunan ve “aykırı” yaşayan, Almanca ifadesi ile “unanständigkeit”, yani, “uygunsuz, küstah, yakışıksız, terbiyesiz” olan insanların, sadece bu insanların değil, şehir serserilerinin, berduşların, bitirimlerin, fahişeler ile pezevenklerin, uyuşturucu kullananların ve bunu pazarlayanların, kaçakçıların, kumarbazların, cezaevi sakinlerinin, fanatik futbol taraftarlarının, isyankar insanların kültürlerini, bu kültürlerin tipolojisini, yaşam alanlarını ve yaşantılarını, özelliklerini, davranışlarını, alışkanlıklarını, dindarlıklarını, onurlarını tek tek ele almakta ve bütün bunları sosyolojik boyutuyla incelemektedir.
Her ne kadar, bu kültürler, bizim ülkemizde olduğu kadar, başka ülkelerde de “alt kültür” olarak isimlendirilmekte ise de, bu şekildeki bir isimlendirme, hiyerarşik bir tasnif ve sınıflandırma niteliği taşıdığından ve bir de “üst kültür” olduğuna işaret ettiğinden ve yanı sıra bir “aşağılama” içerdiğinden dolayı, böyle bir anlayışa karşı olan Girtler, özellikle “alt kültür” yerine “Randkulturen/Kenar Kültür” deyimini kullanmıştır.
Ki, bana göre de, bu şekilde bir isimlendirme, hangi ırka, hangi renge, hangi cinsiyete, hangi dine, hangi mezhebe, hangi sınıfa ve kültüre sahip olursa olsun, bütün insanların onur eşitliğine sahip olduğunu kabul ve deklere eden insan hakları kavramına son derece uygundur.
Roland Girtler’in, “ero-epik konuşma/mülakat” yöntemiyle, bu bağlamda, bu kültüre mensup olan insanlarla tek tek temas kurarak yaptığı bu çalışmanın hedef kitlesi, akademik camia, yani bilim insanları değil, bu konulara ilgi ve merak duyan herkestir. Esasen Girtler’i diğer sosyologlardan ayıran ve farklı kılan en önemli husus, kendi ifadesiyle “anlaşılmama değil, anlaşılmaktır.” Onun için Girtler, diğer çalışmalarında olduğu gibi bu çalışmasında da, akademik ifadelerden, bu bağlamda, sosyoloji biliminin ve teorinin kavram, kurum ve sözcüklerini kullanmamış, ortalama zekası olan her insanın, kitapta yazılanları kolaylıkla anlayabilmesi için son derece sade ve anlaşılabilir bir dil ve ifade tarzı kullanmıştır.
Nitekim Girtler, kitabına yazdığı önsözde özellikle böyle bir ifade ve anlatım tarzı kullanmasının nedenini şu şekilde açıklamaktadır: “Ben bu eserimi sadece öğrencilerin ve bazı dost meslektaşların okuyacağı bir ders kitabı olsun diye yazmadım. Bu kitap toplumların değişik, çeşitli ve rengarenk oluşuna hayranlık duyan herkese hitap etmektedir. Kitaptaki başlıca gayelerimden biri de, nesnesini olduğundan başka türlü gösteren değil, aydınlatan, açık ve anlaşılır bir eser ortaya koymaktır. Zira bilimin gayesi kuru bir ciddiyet içeren anlaşılması zor eserler yazmak değildir. O nedenle , bu satırların ardında hem okuyucuyu sürükleyen hem de kolay anlaşılır olan bir eser yazma çabası yaymaktadır. Ancak böyle bir çaba kültür bilim localarının ve hocalarının kolay kolay kabul edebileceği bir husus değildir. Eskiden ben de eserlerimi o tarz karmaşık kavramlarla yazardım ki bunların çoğunu ben bile anlamazdım. Ve yazdığım bu eserler bilimsel dergilerde rahatlıkla yer bulurdu. Gerçek hayatı ele alan ve anlaşılır bir Almanca ile kaleme alınmış eserler vermeye başladığında ise bazı sıkıntılarla karşılaştım…Nitekim bu şekilde yazdığım ve bir sosyoloji dergisine gönderdiğim bir makale yayınlanmaya layık görülmedi ve bu durum bana dergi idaresi tarafından alaycı ve küçümseyici bir yazı ile bildirildi.”
Girtler’in, önsözünde yer verdiği bu yaklaşım, yani bilimsel olsun veya olmasın yazılan kitapların, makalelerin, yapılan konuşmaların amacı, ağır kuramsal ifadeler, süslü ama anlaşılmaz kelimeler kullanmak ve o nedenle, insana, topluma, hayata yabancılaşmak değildir. Esasen kitap yazmak, makale yazmak, konuşma yapmak, o kitabı veya makaleyi okuyan, o konuşmayı dinleyen insanların bunları anlamalarını sağlamaktır. Kaldı ki, kitapların, makalelerin, konuşmaların anlaşılması, sadece akademisyenlerin, o konuda uzman olanların tekelinde ve onlara ait bir hak da değildir. Aksine herkesin hakkıdır.
Dönelim kitaba. Girtler’e göre, kenar kültürlerin varlığı insan toplumunun renkliliğine, çeşitliliğine, bu anlamda ve çerçevede zenginliğine işaret etmekte ve yanı sıra toplumların yekpare bir bütün olmadığını, her birinin kendine özgü bir kültüre ve sembollere, gizli bir dile, farklı ritüellere, özgün kıyafetlere sahip olduklarını göstermektedir.
Bazı kenar kültürler, soyguncuları, kaçakçıları, bazıları fahişeleri, pezevenkleri, uyuşturucu kullananları ve bunu pazarlayanları, kumarbazları, bazıları da bağırıp çağıran, onu buna kabadayılık yapan serserileri, onu bunu taciz eden hastalıklı insanları, dilencileri, toplumun yasalarını ihlal eden suçluları ve terbiye kurallarını çiğneyen berduşları kapsar. Bunlar daha ziyade toplumun itilmiş, kakılmış, ezilmiş, dışlanmış insanlarıdır.
Kenar kültürüne mensup insanlar, kuşkusuz sadece bunlardan ibaret değildir. Dahası bunların arasında da, sahip oldukları içtimai ve ekonomik güce göre farklılık gösteren bir kast ve bu kasta bağlı olarak toplumda itibar gören, mesela bizim “mafya” olarak isimlendirdiğimiz insanlar vardır. Yine kenar kültürü anlayışı kapsamında onurlu suç işleyenler olduğu kadar, onurlu suç işlemeyenler de vardır ve kadın katilleri, çocuklara tecavüz edenler onursuz suç işleyenler kapsamındadır. Nitekim cezaevlerinde bulunan mahkumlar arasında en çok tepki çekenler, en fazla aşağılananlar ve hatta kimi zaman öldürülenler bunlardır. Cezaevlerinin gayri resmi hiyerarşisi içinde en büyük itibar gören mahkumlar ise, mafya babaları ve para ile ilgili suçları işleyenlerdir, örneğin, banka soyguncuları, maharetli dolandırıcılar bunlar arasındadır. Bu mahkumların cezaevlerinden tahliye edilmeleri dahi ayrı bir ritüele tabidir. Öyle ki, sıradan mahkumlar cezaevinden sessiz sedasız ve hatta biraz utanç içinde çıkarlarken, mafya babaları, alemde isim yapmış kabadayılar cezaevlerinden törenle, gösterişle, tantanayla karşılanarak tahliye olurlar. Bu onların hem itibarlarının bir karşılığı hem de onların alemde hala yerleri olduğunun bir göstergesidir.
Dindarlık, kenar kültürler içinde oldukça yaygın olan, uygulanan ve yaşatılan bir durum ve tutumdur. Öyle ki, dilenciler ve mahkumlar gibi bazı kenar grup mensupları, gündelik hayatın getirdiği zorlukları bir ölçüde aşabilmek, hiç olmazsa Tanrı nezdinde itibar kazanmak ve günahlarını affettirmek için dine sığınırlar ve kendilerini dine verirler. Bunu samimiyetle ve inanarak yapanlar olduğu kadar, inanmadan yapanlar da vardır. Öyle ki, özellikle dilenciler bu konuda samimi değillerdir. Onlar, çoğu zaman dindarca bazı davranışlar sergileyerek, insanların dindar duygularını harekete geçirmeye, bu suretle onlardan sadaka elde etmeye çalışırlar.
Futbol maçlarına ve stadyumlara şiddeti getirenler de, kenar kültürüne mensup olan kişilerdir. 1970’li yılların başlarından itibaren önce İngiltere’de başlayan ve daha sonra Avrupa stadyumlarında kendisini gösteren ve giderek başkaca ülkelere yayılan futbolda ve taraftarlar arasındaki şiddet, muhtelif sembolleri ve ritüelleri de beraberinde getirmiştir. Bunun başlatıcıları ve en önemli temsilcileri olan ve başlarını kazıttıkları için kendilerine “skinhead”, yani “dazlaklar” ismini veren bu taraftar grubu, yüksek sesli tezahüratları ve saldırganlıklarıyla İngiltere’de stadyumları cehenneme çevirmiş, insanların ölümüne neden olmuş ve futbolun seyir zevkini katletmişlerdir. Zaman zaman ırkçı saldırganlıklarda da bulunan bu taraftar grubunun motivasyonu, alt sınıfların muhafazakar ve reaksiyoner değerleridir. Uzmanların “alt sınıfın mücrim/suçlu kültürü” olarak tanımladıkları bu suçun failleri, kendiler gibi olmayan orta sınıfın veya daha üst bir sınıfın mensuplarına saldırarak, kendi ezilmişliklerinin, itilmişliklerinin, dışlanmışlıklarının intikamını almakta ve böylece bir statü elde etmek istemektedirler. Eskinin kabile savaşçılarına benzeyen bu taraftar grupları, tıpkı kabileler ve kabile savaşçıları gibi kendi mensuplarına cemaat duygusu aşılamaktadır. Kendi yaşam ve cemaat alanlarının kirletildiğini düşünen bu taraftar grupları, gerek stadyumlarda, gerekse başkaca mekanlarda, bu kirlenmeye neden olduklarını düşündükleri yabancılara, göçmenlere, hippilere saldırmışlardır. Bunların ağa babaları olan dazlaklar başta olmak üzere, diğer takipçilerinin ve taklitçilerinin en belirgin ve tipik özelliği erkeksi davranışlar sergilemeleridir. Bunun en başta gelen nedeni ve etkeni ise, toplumun erkek egemen yapısı ve kültürüdür.
Dünyanın en eski mesleklerinden birisi fahişeliktir, öyle ki bu mesleğin kökleri Antik Yunan’a kadar uzanır. Eski Yunan’da mutluluğun kaynağı tanrıçalar ve fahişeler olarak görülürdü. Onlar, fuhşun bütün renklerine ve çeşitliliğine sahiptirler, öyle ki, eski Yunan’da Aşk Tanrıçası Afrodit için inşa edilen tapınakta fahişeler mesleklerini icra ederlerdi. Bu anlayış ve kabul, kadim Yunandan Roma’ya intikal ettiğinden olsa gerek, Roma genelevinin girişinde “hic habitat felicitas’, yani “mutluluk burada oturmaktadır” diye yazar.
Ama fahişelik de aslında bir kenar kültür ürünüdür. Aslında fahişelik, kent kültürünün bir parçasıdır. Zira bu meslek müşterisi ile fahişe arasında bir anonimliğe ve pazara muhtaçtır ve bu anonimlik ile pazar da, ancak ve sadece kent de vardır. Anonimlik olmadığı için taşra kültüründe fahişelik yoktur. Oralarda ise, daha ziyade metres hayatı ve cinsel istismar vardır. Bunlar fuhuş ve zinadır ama fahişelik değildir, zira bunların her ikisi de fahişelik de olduğu gibi para karşılığında yapılmaz.
Fuhuş, Eski Ahit’te, yani Tevrat’ta, Musa’nın On Emri’nden biri olan “zina etmeyeceksin” emri referans alınarak lanetlenlenmekte, ancak diğer taraftan da itibar görmektedir.
Yeni Ahit, yani İncil fahişeleri hayırla yad eder. Öyle ki, İsa, Matta İncilinde Ferisiler’e (İkinci Tapınak Dönemi’nde İsrailoğulları içinde doğan bir Yahudi toplumsal hareketi, düşünce okulu ve siyasi grubu) “…fahişeler sizden önce cennete gireceklerdir” şeklinde hitap eder. İsa’nın fahişelere itibar etmesi dar görüşlü ve münafık insanlara yönelik bir meydan okumadır. İsa’nın münafıklıkla suçladığı Ferisiler’in, fahişeleri lanetlerken referans aldıkları da Musa ve O’nun On Emri’dir. Nitekim İsa’yı çarmıha gerildiği Golgotha/Kalveri Tepesi’ne kadar ağlayarak takip eden, İsa için ağlayan ve onu göğe yükseldikten sonra gören ilk kişi olan Maria Magdalena adlı bir fahişedir.
Kuran’da fahişelikle ilgili herhangi bir ayet ve sure yoktur. Sadece zina/fuhuşla ilgili sureler vardır. Mesela, Nisa Suresi’nin 15.Ayet’i: “Kadınlarınızdan fuhuş yapanların aleyhinde olmak üzere içinizden dört şahit tutun. Eğer şehadet ederlerse, onları, ölüm alıp götürünceye veya Allah onlara bir yol kılıncaya kadar evlerde alıkoyun”, aynı Surenin 16.Ayet’i “Sizlerden fuhuş yapanların, her ikisine eziyet edin. Eğer tevbe ederler de ıslah olurlarsa, artık onlardan vazgeçin. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir”, yine Nisa Suresi’nin 24.Ayet’i “Sağ ellerinizin malik olduğu (cariyeler) dışındaki kadınlardan ‘evli ve özgür’ olanlarla da (evlenmeniz haramdır.) Bunlar, Allah’ın üzerinize yazdığıdır. Bunların dışında kalanı iffetlerini koruyup fuhuşta bulunmamak üzere mallarınızla (mehir vererek) evlenecek kadın aramanız size helal kılındı. Öyleyse onlardan hangi şeyle (veya ne kadar) yararlandıysanız, onlara ücret (mehir)lerini tespit edildiği miktarıyla ödeyin. Miktarın tespitinden sonra, karşılıklı hoşnut olduğunuz bir şey konusunda üstünüze bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır”, aynı şekilde Nisa Suresi’nin 25.Ayet’i “İçinizden özgür mü’min kadınları nikahlamaya güç yetiremeyenler, o zaman sağ ellerinizin malik olduğu inanmış cariyelerinizden (alsın.) Allah sizin imanınızı en iyi bilendir. Öyleyse onları, fuhuşta bulunmayan, iffetli ve gizlice dostlar edinmemişler olarak velilerinin izniyle nikahlayın. Onlara ücretlerini (mehirlerini) maruf (güzel ve örfe uygun) bir şekilde verin. Evlendikten sonra, fuhuş yapacak olurlarsa, özgür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı(nı uygulayın.) Bu, sizden günaha sapmaktan endişe edip korkanlar içindir. Sabrederseniz sizin için daha hayırlıdır. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir”, Maide Suresi’nin 5.Ayet’i “Bugün size temiz olan şeyler helal kılındı. (Kendilerine) Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin de yemeğiniz onlara helaldir. Mü’minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce (kendilerine) kitap verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak -onlara ücretlerini (mehirlerini) ödediğiniz takdirde- size (helal kılındı.) Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O ahirette hüsrana uğrayanlardandır”, Yusuf Suresi’nin 24.Ayet’i “Andolsun kadın onu arzulamıştı, -eğer Rabbinin (zinayı yasaklayan) kesin kanıt (burhan)ını görmeseydi- o da (Yusuf da) onu arzulamıştı. Böylelikle Biz ondan kötülüğü ve fuhşu geri çevirmek için (ona delil gönderdik). Çünkü o, muhlis kullarımızdandı” ve nihayet Nur Suresi’nin, 33.Ayet’i: “Nikah (imkanı) bulamayanlar, Allah onları Kendi fazlından zenginleştirinceye kadar iffetli davransınlar. Sağ ellerinizin malik olduğu (köle ve cariyelerden) mükatebe isteyenlere -eğer onlarda bir hayır görüyorsanız- mükatebe yapın. Ve Allah’ın size verdiği malından onlara verin. Dünya hayatının geçici metaını elde etmek için -ırzlarını korumak istiyorlarsa- cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları (fuhşa) zorlarsa, şüphesiz, onların (fuhşa) zorlanmalarından sonra Allah (onları) bağışlayandır, esirgeyendir” şeklindedir.
Hemen her fahişe müşterisi ile arasında bir mesafe bırakır, böyle yaparak kendisinin müşterisi tarafından sadece bir mal olarak satılan birisi şeklinde görülmesine izin vermez. Onun için müşteri, bir cinsellik ve zevk aracı değildir. O sadece para almak ve karşılığında seks yapmak suretiyle cinsel eylemi ticarete dönüştürmektedir. Değil ise, fahişenin iş ve ticaret hayatı ile özel hayatı birbirinden farklıdır. Fahişenin müşterisi ile arasına mesafe koyması, özel hayatını iş hayatından ayırması onun kişilik onurunu koruma amaçlıdır. O bu şekilde hareket etmek suretiyle kendisini bir seks objesi olmaktan kurtarmaktadır. Bunun en sembolik göstergesi, hemen hemen hiçbir fahişenin müşterisiyle dudaktan öpüşmemesidir. Zira onun dudakları müşterisine ait değil, kendi özel hayatında birlikte olduğu ve sevdiği erkeğe aittir.
Silah ve alkol kaçakçılığı ile uyuşturucu ticareti yapmak da kenar kültürün işidir. Bunlar münferit olmaktan ziyade organize, yani örgütlü suçlardır. Aslında organize suçun ve organize suç örgütlerinin oluşması bu suçlarla başlamıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde alkol yasağının olduğu dönemlerde, alkol kaçakçılığı organize bir suç şeklinde yapılmıştır. Bu suçun en başta gelen faili Al Capone ile Lucky Luciano’dur. Her ikisi de bu sayede, hem meşhur hem de büyük servet sahibi olmuşlardır.
Uyuşturucu ticareti yapanlar, dünyanın hemen her yerinde lüks arabalarla gezerler, en pahalı yerlere giderler, en lüks lokantalarda yemek yerler, lüks otellerde kalırlar. Bu hayat şekilleri itibariyle sefalet bölgelerinde yaşayan, kenar mahalle mensubu olan gençlere rol model olurlar. Girtler, uyuşturucu kralı Pablo Escobar’ın fakirleri ve yoksulları onlara yem atarak elde ettiğini, daha sonra bu insanları uyuşturucu kuryesi veya kiralık katil olarak kullandığını anlatmakta ve bir Alman magazin gazetesinin onun “kahramanlıklarla” dolu hayatını okuyucularına şu şekilde naklettiğine yer vermektedir: “Pablo öğrenci iken mezar taşlarını çalar, bunları kazıdıktan sonra tekrar satardı. Altmışlı yıllarda çaldığı arabaları kaçak yollardan satardı. Kazandığı paralarla illegal bir şekilde ABD’ye giriş yaptı. Daha sonra memleketi Envigado’ya döndü ve orayı Kolombiya’nın en zengin yerlerinden bir yaptı.”
Ben, bu yazımda Roland Girtler’in önemli bir çalışması olan “Terbiyesizliğin Teorisi” isimli kitabının ve bu kitaptan esinlenerek çıkardıklarımın kısa bir özetini vermeye çalıştım. Konu hakkında daha esaslı bir fikir edinmek için herhalde kitabın kendisini okumak gerekir.
Polonyalı antropolog/sosyolog ve bilim insanı Bronislaw Malinowski, “Magic, Science and Religion/Sihir, Bilim ve Din” isimli eserinde:“Antropolog/sosyolog bulunduğu bölgedeki misyonerlik konağının veya hükümet binasının balkonunda bir koltuk üzerinde araştırma yapmayı bırakmalıdır. Araştırmacı köylere girmeli, insanları bahçede, sahilde, ormanda veya çalışırken gözlemlemelidir” diye yazıyor ve bu tarz çalışanlar ile araştırma yapanları, Girtler’de, “Balkon Sosyologları” olarak isimlendiriyor.
Sosyolog olan Girtler’in bu çalışması bir “balkon sosyoloğu” çalışması değil. Aksine bu çalışma, tam da Malinowski’nin işaret ettiği gibi, Girtler, bu kitabında tek tek incelediği “Kenar Kültür” mensuplarıyla, yani kent serserileriyle, cezaevi sakinleriyle, fahişelerle, fanatik futbol taraftarlarıyla ve diğerleriyle, bazen birebir temas kurmak, bazen saha araştırması yapmak, katılımcı gözlemlerde bulunmak, sıkıcı ve anlaşılmaz teorik yaklaşımdan uzak durmak suretiyle ve son derece anlaşılabilir bir dille önemli ve değerli bir eser ortaya çıkarmıştır.
Arz ettim!