9. Tanıklıktan çekinme hakkı olanların iletişiminin denetlenmesi: Yargıtay bu konuda üç temel karar vermiştir.

Şüpheli veya sanığın tanıklıktan çekinebilecek kişilerle arasında gerçekleşen iletişimi dinlenemez ve kayda alınamaz, fakat bu kişilerin iletişimi tespit edilebilir. Çünkü CMK m.135/3’de, tanıklıktan çekinebilecek kişiler arasında gerçekleşen iletişimin içeriğine ulaşılmaksızın kimin kiminle görüştüğüne dair bilgilerin elde edilmesi yasaklanmamıştır. Kimin kiminle görüştüğünü ortaya koyan iletişimin tespitinde, katalog suç sınırlaması da öngörülmemiştir. CMK m.138/8’e göre, iletişimin tespiti hariç olmak üzere dinleme, kayda alma ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesine ilişkin hükümler ancak bu fıkrada sayılan suçlar hakkında uygulanabilir.

Konumuza dönecek olursak;

Yargıtay 1. Ceza Dairesi 13.10.2009 tarihli, 2009/1721 E., 2009/5855 K. sayılı oybirliği ile verdiği kararında; tanıklıktan çekinme hakkı olanların iletişimlerinin denetlenmesinde katı uygulamayı, yani her iki taraf şüpheli veya sanık olsa da iletişimlerinin denetlenemeyeceği kabul etmiştir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu ise oyçokluğu ile verdiği 19.02.2013 tarihli, 2011/5.MD-137 E. ve 2013/58 K.  ve 03.06.2014 tarihli, 2013/10-642 E. ve 2014/302 K. sayılı kararlarında, tanıklıktan çekinme hakkı olanların birlikte suça karışıp şüpheli veya sanık sıfatını almaları halinde dinlenebilecekleri görüşünü benimsemiştir.
Kanaatimizce, her iki tarafın şüpheli veya sanık olup akrabalıkları nedeniyle tanıklıktan çekinme hakları olduğu durumda, “dolaylı dinleme” yöntemine başvurulmayıp, her ikisi için de usule uygun dinleme kararı alınması kaydıyla teknik takip yapılabilmelidir.

Bu düşünceye karşı çıkanlar bulunmaktadır. Bu konuyu düzenleyen CMK m.135/3’ün net bir düzenleme öngörmediği ileri sürülebilir. Ancak hükümde; “Şüpheli veya sanığın tanıklıktan çekinebilecek kişilerle arasındaki iletişimi kayda alınamaz.” cümlesine yer verildiği, her iki tarafın şüpheli veya sanık olmasından değil, bir tarafın şüpheli veya sanık olup, bu suça karışmayan diğer tarafla arasında tanıklıktan çekinme halinin olmasından bahsedildiği, bu durumun da taraflardan birisinin teknik takibe konu suça iştirak etmemesi olarak kabul edilmesi gerektiği, aksi halde tanıklıktan çekinme hakkı olan kişilerin iştiraki ile işlenen suçlarda hiç dinleme yapılamayacağı ileri sürülebilir.

Karşı görüş ise, CMK m.135/3’ün bu derece dar anlaşılıp uygulanamayacağını, bu tür bir dar uygulamanın hükmü gereksiz kılacağını ve etkisizleştireceğini, her ne kadar hükümde her iki tarafın teknik takibe konu suça iştirak etmesi halinin de yasağa dahil edildiğine dair bir ibare olmasa da, haberleşme hürriyeti aleyhine değerlendirilebilecek aksi yönde düzenlemeye de yer verilmediğini, suça iştirak edenlerin yakın akraba ve dolayısıyla tanıklıktan çekinme hakkına sahip olmaları halinde, bu kişilerin iletişimlerinin takip edilemeyeceğini savunmuştur. Kaldı ki Anayasa m.38/5’e göre, “Hiç kimse kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz”.

Konu ile ilgili Anayasa Mahkemesi Birinci Bölümü’nün 15.04.2015 tarihli ve 2014/13205 başvuru numaralı kararında;
 
Başvurucu; yargılandığı ceza davasında, tanıklıktan çekinebilecek kişilerle yapılan görüşmelerin kayda alınması hukuken mümkün olmamasına rağmen, oğulları ve yeğeni ile yaptığı görüşme kayıtlarının Mahkeme kararında delil olarak değerlendirildiğini, buna ilişkin itirazları hakkında Yerel Mahkeme ve Yargıtay tarafından bir gerekçe gösterilmediğini, gerekçeli kararda hangi tarihte ne tür bir konuşma yaptığının ve bunun nasıl suç delili olarak kabul edildiğinin belirtilmediğini, ayrıca görüşme kayıtlarının suç unsuru taşımadığını, aksi kabul edilse dahi suçun yardım niteliğinde olduğu ve teşebbüs aşamasında kaldığı hususlarının gözardı edildiğini belirterek, Anayasanın 19. ve 36. maddelerinde ihlal edildiğini ileri sürmüş ve tazminat talebinde bulunmuştur.
 
Yüksek Mahkeme, başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirme ile bağlı olmadığını, bu sebeple başvurucunun tüm iddialarının Anayasa m.36 ile güvence altına alınan dürüst yargılanma hakkı çerçevesi içerisinde ifade etmiştir. Yüksek Mahkemeye göre, ilke olarak derece mahkemeleri önünde dava konusu yapılan maddi vakıaların kanıtlanması, delillerin değerlendirilmesi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması ile derece mahkemeleri tarafından uyuşmazlıkla ilgili varılan sonucun esas yönünden dürüst olup olmaması bireysel başvuru incelemesine konu edilemez. Bunun istisnası, derece mahkemelerinin tespit ve sonuçlarının bariz takdir hatası veya açık keyfilik içermesi ve bu durumun kendiliğinden bireysel başvuru kapsamına giren hak ve özgürlükleri ihlal etmesine bağlıdır.
 
Yukarıda kısaca değindiğimiz kapsamda inceleme yapan Yüksek Mahkeme; başvurucunun, tanıklıktan çekinebilecek kişilerle yapılan görüşmelerin kayda alınmasının hukuken mümkün olmamasına rağmen, oğulları ve yeğeni ile yaptığı görüşme kayıtlarının delil olarak değerlendirilmesinin hukuka aykırılığına ilişkin başvurusunu ise ayrıntılı değerlendirmeksizin, yukarıda bahsettiğimiz yetki sınırı ile bağlı ve başvurucu hakkında verilen mahkumiyet kararını esas almak suretiyle reddetmiştir. Yüksek Mahkeme kararında, “Başvurucunun, hukuka aykırı olduğunu iddia ettiği telefon konuşmalarının, dosyada sanık konumunda bulunan yakın akrabalar (başvurucu, yeğeni ve iki oğlu) arasında gerçekleşmesi ve yargı kararı ile kayda alınması, bunun yanında dinlenmesine karar verilen her akrabanın da dinleme yapılan suçtan mahkum olması karşısında, başvurucunun bu iddiasının dayanaksız olduğu görülmektedir.”gerekçesine yer vermiştir. Böylece Yüksek Mahkeme, CMK m.135/3, 46 ve Anayasa m.38/5’in ne anlam taşıdığı ve sınırlarının ne olduğu tartışmasına girmeyip, konuyu dürüst yargılanma hakkının özüne girerek inceleme yerine, Yerel Mahkeme ve Yargıtay tarafından ilgili hukuk kuralları ve delillerle ilgili yapılan yorumlara bağlı kalmayı, dürüst yargılanma hakkı ile ilgili ihlal iddiasını bu çerçevede incelemeyi tercih etmiştir.
 
Avukatların sıfatlarından, yüklendikleri yargı görevleri ile Türkiye Barolar Birliği veya baroların organlarındaki görevlerinden doğan veya bu görevler sırasında iletişimlerinin denetlenip denetlenemeyeceğine, yukarıda yer alan Yargıtay karar özetlerinin tanıklıktan çekinmeleri gereken avukatları kapsayıp kapsamayacağına da kısaca değinmek isteriz.

1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun “Sır saklama” başlıklı 36. maddesine göre, “Avukatların, kendilerine tevdi edilen veya gerek avukatlık görevi, gerekse, Türkiye Barolar Birliği ve barolar organlarındaki görevleri dolayısıyla öğrendikleri hususları açığa vurmaları yasaktır.
Avukatların birinci fıkrada yazılı hususlar hakkında tanıklık edebilmeleri, iş sahibinin muvafakatini almış olmalarına bağlıdır. Ancak, bu halde dahi avukat tanıklık etmekten çekinebilir. Çekinme hakkının kullanılması hukuki ve cezai sorumluluk doğurmaz.
Yukarıki hükümler, Türkiye Barolar Birliği ve baroların memurları hakkında da uygulanır”.

5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun “Meslek ve sürekli uğraşıları sebebiyle tanıklıktan çekinme” başlıklı 46. maddesine göre, “(1) Meslekleri ve sürekli uğraşıları sebebiyle tanıklıktan çekinebilecekler ile çekinme konu ve koşulları şunlardır:
a) Avukatlar veya stajyerleri veya yardımcılarının, bu sıfatları dolayısıyla veya yüklendikleri yargı görevi sebebiyle öğrendikleri bilgiler.
b) Hekimler, diş hekimleri, eczacılar, ebeler ve bunların yardımcıları ve diğer bütün tıp meslek veya sanatları mensuplarının, bu sıfatları dolayısıyla hastaları ve bunların yakınları hakkında öğrendikleri bilgiler.
c) Mali işlerde görevlendirilmiş müşavirler ve noterlerin bu sıfatları dolayısıyla hizmet verdikleri kişiler hakkında öğrendikleri bilgiler.
(2) Yukarıdaki fıkranın (a) bendinde belirtilenler dışında kalan kişiler, ilgilinin rızasının varlığı halinde, tanıklıktan çekinemez”.

“İletişimin tespiti, denetlenmesi ve kayda alınması” başlıklı CMK m.135/3’e göre, “Şüpheli veya sanığın tanıklıktan çekinebilecek kişilerle arasındaki iletişimi kayda alınamaz. Kayda alma gerçekleştikten sonra bu durumun anlaşılması halinde, alınan kayıtlar derhâl yok edilir”.

“Müdafiin bürosu ve yerleşim yeri” başlıklı CMK m.136’ya göre, “Şüpheli veya sanığa yüklenen suç dolayısıyla müdafiin bürosu, konutu ve yerleşim yerindeki telekomünikasyon araçları hakkında, 135 inci madde hükmü uygulanamaz”. Yasak kapsamına, müdafiin cep telefonu dahil tüm iletişim vasıtaları dahildir. Bu yasağı sadece müdafiin bürosu, konutu ve yerleşim yerinde bulunan telekominikasyon araçları ile sınırlamak, hem kanun koyucunun amacına ve hem de CMK m.136’nın ruhuna ve fonksiyonuna aykırıdır. Madde, şüpheli veya sanığa yüklenen suçtan dolayı müdafii olan avukatın iletişiminin denetlenememesini öngörmüştür.

“Müdafii ile görüşme” başlıklı CMK m.154’e göre, “Şüpheli veya sanık, vekaletname aranmaksızın müdafii ile her zaman ve konuşulanları başkalarının duyamayacağı bir ortamda görüşebilir. Bu kişilerin müdafii ile yazışmaları denetime tabi tutulamaz”.

Kanunların ilgili hükümleri, net bir şekilde yargı görevini yerine getirirken veya temsil ettiği şüpheli veya sanıkla görüşürken avukatın hiçbir iletişiminin denetlenemeyeceğini tartışmasız ortaya koymaktadır. Gerek Yargıtay kararlarını ve gerekse tanıklıktan çekinme ile ilgili hükümleri bu çerçevede incelemek gerekir. CMK m.46/2’ye göre, temsil ettiği kişinin rızası olsa dahi avukatın tanıklıktan çekinmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu hüküm dahi, avukatlık mesleğinin herhangi bir baskı ve takip endişesi altında olmaksızın yapılması gerektiğine, savunma hakkını önemine ve “silahların eşitliği” ilkesinin mümkün olduğu kadar savunma makamı yönünden de sağlanmasına işaret etmektedir.
 
10- Meşru müdafaa dinlemesi: Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 21.06.2011 gün, 2010/5.MD-187 E. ve 2011/131 K. ve bu bozma kararı sonrasında verdiği 21.05.2013 gün, 2012/5.MD-1270 E. ve 2013/248 K. sayılı onama kararı gerekçesine konu maddi vakıada, “… Katılanın 02.10.2006 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na verdiği dilekçede, Yargıtay’ca onanmış olan kararı Yargıtay 12. Hukuk Dairesi’nce tashihi karar yoluyla bozdurmak vaadiyle hakim A’nın kendisinden toplam 600 bin Euro rüşvet istediği iddiasıyla şikayetçi olduğu ve ayrıca olayla ilgili olarak kendisi tarafından telefona kaydedilen konuşma kayıtlarını içeren 3 adet CD’yi de savcılığa teslim ettiği, ... 01.05.2006 ve 30.10.2006 tarihleri arasında, (karşılıklı olarak) A ile N'nin 248 kez, A ile K'nın 33 kez, A ile katılanın 2 kez, K ile N'nin 295 kez, K ile katılanın 190 kez, N ile katılanın ise 46 kez görüştükleri; bazı günler görüşmelerin çok yoğunlaştığı örneğin, 05.09.2006 tarihinde katılan ile K'nın 6 kez, 20.08.2006 tarihinde A ile N'nin 13 kez, 17.10.2006 tarihinde ise N ile K'nın 17 kez görüşme yaptıkları, katılan ile sanık K arasındaki görüşmelerin 25.04.2006 tarihinde müştekinin davasının reddedilmesinin hemen ardından 01.05.2006 tarihinde başladığı, devam eden aşamada ise K ile A arasındaki görüşmelerin 05.05.2006 tarihinde başladığı, katılan ile A arasındaki iki görüşmenin 01.07.2006 tarihli olduğu, bunun dışında ise A ile N arasındaki görüşmelerin 02.07.2006, K ile N arasındaki görüşmelerin 06.07.2006, müşteki ile N arasındaki görüşmelerin de 21.08.2006 tarihinde başladığı, …” anlaşılmaktadır.
 
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na göre, “… Katılanın sanıklar ile aynı ortamda ve telefonda yaptığı görüşmeleri cep telefonuna kayıt etmek suretiyle elde ettiği kayıtların, 5271 sayılı CMK m.135 kapsamında değerlendirilmesi, bu bağlamda hakim kararı olmadığından bahisle hukuka aykırı kabul edilmesi olanaklı olmayıp, rüşvet istenmek suretiyle sanıklar tarafından kendisine karşı işlendiğini iddia ettiği suçla ilgili olarak, bir daha elde edilme olanağı bulanmayan kanıtların yetkili makamlara sunulmak amacıyla toplandığının, dolayısıyla hukuka uygun olduğunun kabulü gerekmektedir”.
 
Yargıtay Ceza Genel Kurulu 21.06.2011 günlü bozma kararının sonrasında, Yargıtay 5. Ceza Dairesi’nin bu bozma kararına uyması ile verdiği yeni kararının temyiz incelemesini, 21.05.2013 gün, 2012/5-1270 E. ve 2013/248 K. sayılı kararı ile yapmış ve burada da ilk kararında, dinleme kararı olmaksızın suçun mağduru sayılan kişi tarafından uzun süreli yapılan dinlemeyi ve sonuçlarını, meşru müdafaa benzeri bir hukuka uygunluk nedeni sayarak, bu yolla elde edilen delilin yargılamada kullanılıp mahkumiyete esas alınmasını hukuka uygun kabul etmiştir.
 
Yargıtay Ceza Genel Kurulu 21.05.2013 günlü kararında da, uzun bir şekilde CMK m.135 ila 138’de düzenlenen telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi ile ne şekilde delil elde edilebileceğini, bunun şekil ve şartlarının ne olduğunu, hangi durumda hukuka uygun ve hangi durumda hukuka aykırı olduğunu, ilk kararından ve Yargıtay 5. Ceza Dairesi’nin bozmaya konu kararından kısımlar alarak açıklamış, ancak ardından suçun mağduru olduğunu söyleyen özel bir kişi tarafından beş ayı aşkın bir süre ile telefon görüşmelerinin gizlice ve izinsiz olarak kayda alınmasını ve bu yolla elde edilen delillerin mahkumiyet hükmüne dayanak alınmasını hukuka uygun saymıştır.
 
Belirtmeliyiz ki, bir hukuk devletinde Anayasa m.38/6’ya, CMK m.135 ila 138’e, 206/2-a, 217/2 ve 230/1-b’ye açıkça aykırı olan delilin hukuka uygun görülüp, yargılamada sanık aleyhine kullanılması ve sanığın mahkumiyetine dayanak alınması kabul edilemez. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, bu gizlice ve izinsiz olarak telefon veya ortam dinlemesi yapılmak suretiyle uzun bir süre yapılan kaydı, bu kayıt ve sonuçlarının hukuka aykırılığına itibar etmeyerek ve isabetli şekilde tartışmayarak, “delile acımak”, “maddi hakikate ulaşmak” ve “vicdani açıdan suçlu gördüğü kişiyi cezalandırmak” anlayışı ile hareket etmek yolunu seçmiş ve ciddi hataya düşmüştür. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, yukarıda işaret ettiğimiz Anayasa ve Yasanın açık hükümlerini bir anlamda elinin tersi ile itmiş ve kanun koyucu gibi hareket etmiştir. Vicdanın öne çıkarıldığı ve sübjektif bir hareket tarzı ile yargılamaya konu her eyleme göre değişebilecek bu yargı iradesi, tipik bir yargısal aktivizm yansıması olarak nitelendirilebilir.
 
Bundan başka, somut olayda yukarıda maddi vakıadan kısımlar verdiğimiz yargılamaya konu eylemde mağdur olduğunu ileri süren kişinin meşru müdafaa benzeri bir zorda kalma halinde olmadığı, kaçırılmadığı, tehdit edilmediği, kısa süre önce gerçekleşen cebir, şiddet veya tehdit ya da irtikap iddiası karşısında ve hemen bu iddianın akabinde dinleyip kayda alma yöntemini uygulamadığı, yerine planlı hareket edip, beş ay süre ile birçok konuşmadan oluşan dinleyip kayda alma yöntemine başvurduğu, savcılık makamına başvurması ve gerekli ihbar veya şikayeti yapma imkanına sahip olduğu halde, hak arama hürriyeti ile ilgili kendisine gösterilen usulü izlemeksizin, bunun yerine CMK m.135 ila 138’de yetkili makamlara bile istisnai ve dar yetki ile verilen haberleşme hürriyetine müdahale usulünü ihlal etmek suretiyle suç işlediğini düşündüğü insanların konuşmalarını dinleyip kayda aldığı görülmektedir.
 
Bu durum, net bir şekilde mağdur olduğunu söyleyen kişinin yetkili makamlara başvurmak yerine, kendi hak ve yetkisinde bulunmayan yöntemlerle delil elde etmesine imkan tanımaktadır. Bu yöntemin, Anayasaya ve Yasaya uygunluğu bulunmamaktadır. Ceza Hukukunun ve Ceza Yargılaması Hukukunun amacı, bireylerin yaşadıkları sorunları kendi yöntemleri ile çözmelerini meşrulaştırmak değil, “hukuk devleti” ilkesi çerçevesinde kendilerine tanınan yolları ve sahip oldukları hakları kullanmak suretiyle adalete ve maddi gerçeğe ulaşılmasını sağlamaktır.
 
Netice itibariyle; hangi sebeple olursa olsun beş ay süre ile yapılan izinsiz ve herhangi bir yasal dayanağa sahip olmayan, haberleşme hürriyetine müdahale içeren dinleme ve kayda almalar, Anayasa m.13, 38/6, CMK m.135, 206/2-a, 217/2 ve 230/1-b kapsamında hukuki dayanağa sahip değildir. Ayrıca TCK m.25/1’de düzenlenen meşru müdafaa benzeri olabilecek ve orada gösterilen şartların gerçekleştiğini ortaya koyan herhangi bir zorda kalma halinin bulunmadığı ve hak arama hürriyetinin yasal zeminde kullanıldığı bir durumda, hukuka uygunluk sebebinin varlığından da bahsedilemez.
 
Yazıda bahsedilen, kamu yararının üstünlüğü veya cebir-şiddet ve tehdit korkusu altında bulunan kişinin, kendi vaziyeti ve sonradan karşılaştığı kötü muameleyi ortaya koyabilmek amacıyla yaptığı anlık konuşma veya görüntü tespiti değil, beş ay süre ile izinsiz, rıza dışı, hukuka aykırı ve hatta suç teşkil edecek şekilde insanların konuşmalarını kayıt altına almasıdır.
 
Hiç kimse, amacı ne olursa olsun bu hukuka aykırılığı meşrulaştıramaz. O halde, bizim "hukuk devleti" ilkesinden vazgeçmemiz, hukuka aykırı dinlemeyi ve izlemeyi, özellikle kamu yararı amacıyla yapılan her yanlışa olur vermemiz gerekir. Bu mantıktan hareket edilirse, sorgusu yapılamayan kişiyi kamu yararı amacıyla cezalandırmak için, dosya durumu itibariyle sorgusunun yapılıp savunmasının alınmasına ihtiyaç olmadığından bahisle cezalandırmak yoluna da gidilebilir.
 
Ayrıca, Anayasa ve yasal dayanağa sahip olmayan hiçbir yetki ve hak kullanımı ile sonuçları, "kamu yararı" gözetildiğinden bahisle, keyfi ve sübjektif şekilde, yani takdire bağlı olarak hukuka uygun sayılamaz ve meşru görülemez. Aksi halde, bunun sonucu felaket olur. İstirham ediyorum, yazılı hukuk sisteminde kanuni dayanağı olmayan hiçbir hukuka aykırılığa taviz vermeyelim. Hukuk devletinin tam da tanımı ve yargının varlık sebebi de budur. Adalet ile hukuk kavramları birbirinden ayrılamaz.
 
Haberleşme hürriyetine müdahalenin hukuka uygunluğu konusunda üç husus vardır;
 
1. Anayasaya ve Yasada gösterilen şartlara uygun dinleme yapılmalı, haberleşme hürriyetine sınırlama getiren iletişimin denetlenmesine başlanmasına ve uzatılmasına ilişkin yargı kararlarında mutlaka somut fiili ve hukuki gerekçelere yer verilmelidir.
 
2. Meşru müdafaa şartları altında bulunan, yani an itibariyle tehdit, yağma veya bir suçun işlenme olasılığı ile karşı karşıya bulunup da bir kolluk görevlisine veya savcılık makamına ya da yardım isteyebileceği herhangi bir kişiye ulaşamayan mağdurun, sadece o an içinde bulunduğu durumu tespit etmek amacıyla, yani önceden hazırlık yapmayarak, plan kurmayarak ve bir düzenek hazırlamayarak yaptığı dinlemeler ve tespitler delil olarak kabul edilebilir.
 
3. Dinlenen ve/veya görüntüsü kayda alınan kişinin özgür iradesine dayalı net bir rızası varsa, kayda alanın da kamu görevlisi olmaması şartıyla (kamu gücünden yararlanmaması kaydıyla) bu dinleme ve kayıtlar da delil olarak kullanılabilir.
 
Bu üç başlık dışında, yapılan dinlemeler, görüntü tespitleri ve elde edilen delillerin tümü hukuka aykırı sayılmalı, hiçbir gerekçe ile de yargılamada sanık aleyhine delil olarak kullanılmamalıdır.
 
11- İletişimin denetlenmesinin uzatılması kararları: Yargıtay 18. Ceza Dairesi’nin 29.04.2015 tarihli, 2015/16 E. ve 2015/737 K. sayılı kararına göre, CMK m.135 uyarınca üç ay için iletişimlerinin denetlenmesine karar verilen şüpheliler hakkında, bu sürenin bitiminden sonra denetlemeye ilişkin kayıtlar çözülüp hakim huzuruna getirilmeden, yeni bir yargı kararı ile dosya üzerinde sürenin uzatılmasına karar verilmesi isabetsiz ve bu şekilde elde edilen belirti deliller de hukuken geçersiz kabul edilmelidir.
 
Yargıtay’a göre, CMK m.135/4 uyarınca iletişimin denetlenmesinin uzatılmasına dair kararların yalnızca cumhuriyet savcısının talebine ve gerekçesine bağlı kalmak suretiyle verilmesi mümkün değildir. Mahkeme, CMK m.135/4’e göre en çok iki ay için verdiği iletişimin denetlenmesi kararı sonrasında cumhuriyet savcısının uzatma talebini değerlendirirken, iletişimin denetlenmesine ilişkin kayıtların çözülüp kendisine getirilmesi istemeli ve gelen bu kayıtları incelemek suretiyle iletişim denetlenmesi kararının uzatılmasının gerekli olup olmadığına karar vermelidir. Savcılık makamı tarafından çözülmüş kayıtlar talebe eklenmezse, mahkemenin uyarısına rağmen incelemeye sunulmazsa veya sunulan kayıtlar üzerinde mahkemece yapılan incelemede iletişimin denetlenmesinin uzatılmasının gereli olmadığı sonucuna varılırsa, uzatma talebi reddedilmelidir. Bu kararla Yargıtay, iletişimin denetlenmesine dair ilk kararda olduğu gibi uzatılmasına ilişkin talepte de mahkemenin ayrıntılı inceleme yapması gereğine ve talebin otomatik olarak kabulünün yanlışlığına vurgu yapmıştır.
 
Bu kararın, ceza soruşturmalarında somut delillere ulaşılması veya destekleyici delillerin elde edilmesine sekte vuracağı, iletişimin denetlenmesinin bu derece kısıtlanmasının, başka şekilde somut delil elde etmenin mümkün olamaması durumunda suçun ve faillerinin ortaya çıkarılmasını nerede ise imkansız hale getirebileceği ileri sürülebilir.
 
Bu düşünceye katılmamaktayız. Yargıtay kararında, CMK m.135’de öngörülen iletişimin denetlenmesinin yetkisinin yasal sınırların dışına çıkılarak kısıtlanması yoluna gidilmemiştir. Yargıtay’a göre, haberleşme hürriyetine müdahale içeren iletişimin denetlenmesine dair ilk karar ve uzatma kararlarında yasal sınırlara uyulmalı, taleplerle ilgili hukukilik denetimin ayrıntılı olarak yapılmalı, mahkeme tarafından uzatma ile ilgili talepler değerlendirilirken buna gerek olup olmadığı incelenmelidir.