Yaşamak ve üretmek için gerekli olanları elde etmekten başka insanoğlunun hayatta en çok istediği şey kendisinden geriye bir iz bırakmaktır; belki de insan kendisinden sonra arkasında gerçekten var olduğunu ve yaşadığını kanıtlayacak bir iz, bir eser bırakma peşindedir. Onun için insan bir tahta üzerine, bir taş üzerine ya da diğer insanların yaşantıları üzerine bir şeyler bırakmıştır” diyor John Steinbeck.

Aynı konuyla ilgili olarak İsviçreli psikiyatr Carl Gustav Jung şöyle diyor; “Yaşam bana her zaman kendi rizom, yani yeraltındaki gövdem üzerinde yaşayan bir bitki gibi görünmüştür. Bu bitkinin esas canlılığı görünmez, zira bu canlılık rizomun içinde gizlenmiştir. Bu canlılığın toprağın üzerinde boy gösteren kısmı sadece tek bir yaz boyu yaşar. Sonra solar, kurur ve çürür; çünkü o sadece gelip geçici bir hayaldir. Yaşamın ve uygarlığın sonu gelmeyen bu doğup büyüme ve sona erme sürecini düşününce, her şeyin boş olduğunu düşünmekten kurtulamıyor insan. Ama yine de ben, bu sonsuz akışın altında yaşayan ve kalıcı olan bir şeyin var olduğu hissini asla yitirmedim. Bizim gördüğümüz çiçektir, geçer. Rizom ise kalır.

Böyle düşündüğüm, böyle inandığım için “kendimi oldurduğumdan” beri hayatımda ve yaptığım işler ile üstlendiğim görevlerde, kendimden geriye hep bir iz, bir eser, bir “rizo” bırakmayı hedefledim. Kitap yazmamın, tercüme yapmamın, bana ait blogda sık sık yazı yayımlamamın esas nedeni budur. Yani benden geriye bir iz, bir eser bırakmaktır.

Bunları yapmamın bir diğer nedeni de “hatırlanmak, güzel hatırlanmaktır”. Yani usta şairimiz Orhan Veli’nin “…Beni güzel hatırla/Bunlar son satırlar/Farzet ki bir rüyaydım esip geçtim hayatından/Ya da bir yağmur, bir sel oldum sokağında/Sonra toprak çekti suyu ve ben kaybolup gittim/Belki de bir rüyaydım/Senin için/Uyandın ve ben bittim/Beni güzel hatırla…” diyen dizelerinde yazdığı gibi “güzel hatırlanmaktır”.

Bütün bunları yapmamın nedeni sadece bunlar değil elbette. Bir başka nedeni daha var ve onu da, değerli şairimiz Ataol Behramoğlu tarafından dilimize çevrilen, çevrilen değil, adeta yeniden yazılan şiirinde Lermantov söylüyor ve şöyle diyor: “Hayır, ilgi beklemiyorum ben/Hüzünlü sayıklamalarına ruhumun/Alışkınım el çekmeye isteklerimden/Eski günlerinden beri çocukluğumun/ Yazdıklarımdan da bir şey beklemem/Fakat isterim ki yıllar sonra/Kısa, fakat isyancı bir ömürden/Bir iz kalsın onlarda./Kim bilir, belki günün birinde/Tüm sayfaları hızla geçerken/Takılıp kalacaksınız bu dizelere/Mırıldanarak: ‘Haklıymış gerçekten’/Belki o sevinçsiz şiir uzun süre/ Durduracak üstünde bakışlarınızı;/Bir mezar taşının yol üstünde,/Durdurması gibi yabancıyı

Bütün bunları yapmamın nedeni: İşte’ Böyle bir şey! Özetle benden geriye bir şeyler bırakmak, bıraktığım bu şeylerle güzel hatırlanmak, kısa, fakat isyancı bir ömürden geriye bir iz bırakmaktır.

Bunlara bir yenisini daha eklemek için şimdilerde Dr.Ernest Jones tarafından yazılan “Sigmund Freud’un Hayatı ve Eserleri” isimli kitabının tercümesi üzerinde çalışıyorum.   

Asıl mesleği tıp doktorluğu ve uzmanlık alanı sinir hastalıkları ile tıbbi psikoloji üzerine olan Ernest Jones, uzun yıllar birlikte çalıştığı Sigmund Freud’un otobiyografisini, bu bağlamda hayatını ve eserlerini konu alan önemli ve değerli bir çalışma yapmış.

Malumları olduğu üzere Freud, nörologdur ve hasta ile doktor arasında gerçekleşen diyalog yoluyla psikopatolojik vakaları tedavi etmekte kullanılan klinik yöntemin adı ve psikolojinin en önemli alt dallarından biri olan psikoanaliz biliminin kurucusudur.

Yukarıda yazdıklarımın dışında, bu kitaba ilgi duymamın ve tercüme etmek üzere elime almamın önemli olan bir diğer nedeni de, benim kişisel olarak psikolojiye, psikopatolojik vakalara, bu bağlamda psikoanalizme, büyük doktor ve nörolog olan, kendi alanında devrim yapan Sigmund Freud’a karşı duyduğum özel ilgidir.

Aşağıda Ernest Jones tarafından yazılan bu kitabın editörlüğünü yapan Amerikalı edebiyat eleştirmeni, kısa öykü yazarı, denemeci ve öğretmen olan Linoell Trıllıng’in, bu kitaba yazdığı ilginç ve önemli sunuş yazısını paylaşıyor ve size iyi okumalar diliyorum.

SUNUŞ

Sigmund Freud, kendisi hakkında önemli olan tek şeyin fikirleri olduğunu, kişisel hayatının muhtemelen kendisi için en ufak bir endişe kaynağı olamayacağını ve bunun dünyanın da ilgisini çekmeyeceğini söylemiş ve o nedenle, kendisinin biyografik bir çalışmanın konusu yapılmasına birçok kez şiddetle karşı olduğunu ifade etmiştir. Ama dünyanın tercih ve oy hakkı onun bu konudaki görüşünü desteklememiştir. Zira istisnai bir farklılık ve ehemmiyetle karşımızda duran bir kişi ve yine modern zamanların gelişmekte olan bir zihni ve mizacı olarak görülen Freud’un, pek o kadar ilgi çeken büyük bir figür olmadığını söylemek mümkün değildir.

Eğer bunun neden böyle olduğunu sorarsak, bunun ilk yanıtı elbette Freud’un başarılarının büyüklüğü, niteliği, kapsamı ve boyutudur. Zira psiko-analizmin Batı’nın hayatı üzerindeki etkisi hesap edilemez kadar değerli ve önemlidir. Nitekim belirli bir zihin ve akıl hastalığının başlangıç teorisi olarak kabul edilen psiko-analizm, zamanla ve radikal bir şekilde zihnin ve aklın kendisinin yeni ve önemli bir teorisi haline gelmiştir. Öyle ki, artık günümüzde, insanlığın doğası ve kaderiyle ilgili olan entelektüel disiplinler arasında bu teorinin gücüne karşılık vermeyen tek bir disiplin dahi yoktur. Bu teorinin kavramları, genellikle kaba ve bazen sapkın bir biçimde de olsa, bu teori günümüzde, sadece yeni bir kelime dağarcığı değil, aynı zamanda yeni bir yargı tarzı da oluşturmuş ve popüler düşünce içindeki yerini almıştır. Hiç kuşkusuz ve kaçınılmaz olarak zihinsel alışkanlıklarımızdaki bu derin ve yaygın değişimi yaratan insanın kişisel varoluşunu merak ederiz; bu insanın Freud olduğunu, onun kişiler olarak bizim varoluşumuza gönderme yaptığını, bunun hemen hemen her zaman yoğun bir kişisel deneyim ve yol olduğunu düşünür ve o nedenle, onun fikirlerini daha da çok merak ederiz.

Bu ilk doğal merakın ötesinde, bizim Freud’un hayatına olan ilgimizin başka bir nedeni daha vardır ve bu da esas olarak entelektüel veya belki de pedagojik dememiz gereken bir nedenden dolayıdır. Bu neden, aslında Freud’un biyografisinin bir parçası olan psiko-analizi anlamamızı kolaylaştırmada oynadığı rolle doğrudan ilgilidir. Benzeri diğer disiplinler gibi psiko-analiz de, eğer kendi tarihsel gelişmesi içinde çalışılırsa, çok daha açık ve sıkı bir şekilde anlaşılır. Esasen psiko-analizmin temel tarihi, bir bakıma psiko-analizin Freud’un zihninde ne şekilde geliştiğinin bir açıklamasıdır, çünkü psiko-analizin bütün kavramları tamamen Freud’un kendisi tarafından geliştirilmiştir. Eğer hiç kimsenin – bir yardımcıdan çok daha fazlası olan Josef Breuer dışında – psiko-analizm teorisine esaslı herhangi bir katkıda bulunmadığını söylersek, bu Freud’un ilk yardımcılarının entelektüel farklılıklarının yadsınması demek değildir. Zira onların Freud’a sağladıkları yardım, esas olarak onun fikirlerine verdikleri yanıtlardan, onun fikirlerinin tartışılabileceği ve klinik deneyim testlerine tabi tutulabileceği entelektüel bir topluluk oluşturmalarından ibarettir. Ne var ki, Freud’un bu bilimi sadece başlatan değil, aynı zamanda bu bilimi olgunluğa ulaştıran tek kişi olması, belki de tümüyle psiko-analizmin avantajına değildir. Çünkü Freud’un karşılaştığı ve üstesinden geldiği entelektüel zorluklara ilişkin gerçek anlatı ve bizim okuduğumuz açıklamalar, ne kadar anlaşılır olurlarsa olsunlar, bunlar bize psiko-analitik kavramların gerçekliğinden ve bunların sistematik bir doktrin olarak incelenmesiyle elde edebileceğimizden daha samimi bir fikir verir. Ve ben inanıyorum ki bu görüş, psiko-analistlerin eğitimine yönelik pek çok enstitüde egemen olan pedagojik bir görüştür.

Freud’un hayatının bizi ilgilendirmesinin üçüncü bir nedeni daha vardır ki, bu neden diğerlerinin arasında en zorlayıcı olanıdır.  Bu neden ise, bizzat onun hayat tarzı ile yaşama biçiminde ve yine onun efsanevi kalitesinde bulduğumuz çekicilik ve ehemmiyette bulunmaktadır.

Sanırım bu çekiciliğin ve ehemmiyetin bir kısmı, Freud’un hayatı ile eserleri arasında algıladığımız uyumdan kaynaklanmaktadır. Zira onun eserleri büyük, düzenli, cesur ve yüce bir niyete sahiptir ve yine onun hayatı hakkında da bu söylediklerimizden daha azını söyleyemeyiz. Bu tür bir uyum günümüzde öyle çok sık görülen ve olan bir şey değildir. Nitekim W.B.Yeats’in bir şiirinin sık sık alıntılanan bir dizesi bize şunu söyler: ‘Bir insanın ya hayatının ya da eserinin mükemmelliğini seçmesi gerekir.‘ Bu, son derece modern bir söylemdir. Elbette Yeats bu özlü sözünde sadece şairlerden söz eder ve şairlerin konularını ve tavırlarını tutkularından ve dürtülerinden aldıklarını, bunun da onların kişisel varoluşlarında bir düzensizlik yaratmasının beklenebileceğini kasteder ve ‘hayatın mükemmelliğini” sağlayan etik zorunlulukların ve güçlü yaptırımların yaratıcı süreçlerin önünde durduğunu ifade eder. Bu yaklaşımda bir hakikat payı olduğundan (ve bu konuda Freudcu hakikatten) şüphe duymamıza elbette gerek yoktur, ancak yine de bizim şairin hayatını tüm biyografilerin paradigması haline getirmenin ne kadar ilginç bir modern eğilim ve yine ne kadar tuhaf bir şekilde modern bir tercih olduğunu görmemiz gerekir. Çünkü hayat ile eser arasındaki ayrımı vurgulamak, ‘kusurlu‘ bir hayattan doğan ‘mükemmel‘ bir esere özel bir değer bulmak demektir.

Eğer durum böyleyse, bu Freud’un hayatının çekiciliğinin daha eski bir tercihe, hayatının ve eserlerinin birbiriyle uyum içinde olduğunda en iyi tatmini sağlayan, Shakespeare’in iyi bir insan olduğuna dair kesinlikten zevk alan bir biyografi estetiğine ve soylu bir mizaca sahip olmasındandır, o kendi yasasının Sofokles’e gösterdiği sakin soyluluktan ve güzellikten memnundur ama o aynı zamanda Milton’un sunduğu gibi küçük işlerle uğraşmaktan rahatsızdır. Esasen Freud’un kendisi de kendi hayatı için arkaik olarak düşünebileceğimiz bir niteliğin olmasını arzu etmiştir.

Freud, kahraman olma niyeti olduğunu daha önce açıklamıştı ama o açıkça ve belli bir fikri veya görüşü savunmadan bir dahi olmayı ummuştu. O, en sevdiği Dickens romanının baş kahramanı David Copperfield gibi dikkate değer bir kaderin işareti olan yeni doğan bir çocuğun başı etrafında bulunan ve uğur getirdiğine inanılan bir zar ile doğmuştu. O nedenle, o, önceden bilinen görünüşüne dayandırılan eksantrik yabancıların büyüklüğüne sahip olan çocuklardan biriydi. Nitekim Freud’un kendisi de, annesinin özel ilgisinden kaynaklanan paha biçilmez, hemen hemen büyülü bir avantajının olduğundan söz etmiş ve şöyle demiştir: ‘Annesinin tartışmasız gözdesi olan bir insan, hayatı boyunca fetheden birisinin duygusuna ve çoğu zaman onun başarılarına duyulan güvene sahip olur ve gerçek bir başarı sağlar.’  Freud, ailesinin hayatta kalan yedi çocuğunun en büyüğü idi – kendisi ile tek erkek kardeşi arasında on yaş ve beş kız kardeş vardı – ve o nedenle, ailesinin umutları ve Yahudi ailelerin muhtemelen oğullarında besleyeceği büyük beklentilerin tamamı onun üzerinde yoğunlaşmıştı; nitekim o dönemde hak sahibi olan yeni Viyana Yahudileri arasında bu istisnalar belki de özellikle daha yüksek düzeydeydi. Hiç şüphe yok ki Freud, o Viyana Yahudileri ile tanışmaya oldukça hazırdı, çünkü Viyana Yahudileri bir erkek çocuğu üzerinde zamanın ahlak anlayışıyla tamamen uyum içindeydi ve esasen on dokuzuncu yüzyılın orta yılları hala bilimde ve sanatta muazzam kişisel başarı idealini ve henüz daha Freudyen bir temelde keşfedilmemiş olan bir erkek çocuğu üzerinde ‘baskı kurma‘ tehlikesini dikkate alıyordu. O nedenle, onun hem ailesinin hem de kendisinin kültürü, başarıya ulaşılması konusundaki kararlılığın, geleneksel eğitimin önerdiği etik tarzla pekiştirilmişti. Freud’un yaşam tarzını anlamak için bizim Plutarch’ın (çn: Orta dönem Platonculardan olan Yunan tarihçi, biyografi ve deneme yazarı) Yunan ve Roma ileri gelenlerinin hayatları hakkındaki kitabının bir zamanlar erkek çocuklarının Avrupalıların zihninde ne anlama geldiğinden haberdar olmamız gerekir. Her ne kadar bir Yahudi olarak Freud, Roma devletinin büyük Sami düşmanı olan Hannibal ile kendisi arasında erken bir özdeşleşme yapmış ise de, onun hayal gücünün Roma’ya olan bağlılığı iyi bilindiği için buna şaşırmamak gerekir. Nitekim zamanla onun askeri ayrıcalıklara dair çocuksu fantezileri, yerini onun bir kültür kahramanı olma hırsına bırakmıştır; Öyle ki, o bir gün Üniversitede Toplantı Salonu’ndaki bir portre büstüyle anılacağını hayal ederken, onun kendisine uygun görülmesini umduğu yazı Kral Oedipus’un şu dizesiydi: ‘Sfenks’in bilmecesini kim çözdü ve o kimdi? O, çok kudretli bir insandı.‘ Antik Roma ve Yunan geleneği İngilizler tarafından güçlendirilmişti ve Freud için İngiltere rasyonel özgürlüğün büyük eviydi, nitekim o sık sık orada yaşama isteğini dile getirmekteydi; öyle ki, gençliğinin bir döneminde onun hemen hemen bütün okumaları İngilizceydi; nitekim o sıralarda onun en sevdiği İngiliz şairi Milton’du ve o, daha sonra oğullarından birine adını vereceği Oliver Cromwell’e hayrandı. Kahraman İngiliz Püritenliği, Freud’un Yahudi evinin mutlaka daha özel ama daha az katı olmayan ahlakını doğrulamak için eski kamusal erdem idealiyle birleşti ve bu ideal genç adamın bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğine ilişkin anlayışının oluşmasına yardımcı oldu; ona göre bu hayat sertlikle, metanetle ve onurla yaşanmalıydı. Durum böyle olunca, Freud’un terapötik niyetinin büyük bir kısmının ahlaki hayatın aşırı iddialarının verdiği zarara yönelmesi ve toplum ile kültürün büyük taleplerde bulunma hakkını onaylaması ve bu durumun bir paradoks gibi görünmesini gerektirmekteydi

Ama Freud bireye bakarken, yine de bu talepleri karşılamak için bireyin katlanmak zorunda kaldığı acıya sert ve kederli gözlerle bakıyordu. O nedenle, Freud kendisine en katı kısıtlamaları koyuyordu ve en katı cinsel ahlakla uyum içinde yaşıyor gibi görünüyordu, ancak o yine de kendi deyimiyle toplumun izin vermeye istekli olduğu ‘kıyaslanamayacak kadar daha özgür bir cinsel yaşamdan yanaydı.

İlk başarı hayallerinin nispeten geç gerçekleşmesi, karakteristik güçlerinin orta yaşlarına kadar kendini göstermemesi, Freud’un yaşamında özel bir ilgi uyandıran bir unsurdur. Ne var ki, böyle bir durum bir dehanın biyografisinde pek yaygın da değildir. Ama Freud’un genç bir adam olarak, arkadaşlarının ve öğretmenlerinin onun yaşamdaki başarısı ve mesleki saygınlık kazanması konusunda iyi umutlar beslemesini haklı çıkaran zihinsel ve karakter özelliklerini gösterdiği kesinlikle doğrudur. Ne var ki, genç Freud’un sunduğu kanıtlara göre hiç kimse onun aşkın bir başarı göstereceğini öngörme zorunluluğu altında değildi. Elbette doğası gereği onun gerçek bir başarı göstereceği öngörülemezdi, esasen Freud’un ilk bilimsel çalışmalarında gösterdiği en iyi güçler dahi, sonunda onun başardıklarıyla orantılı değildi. Eğer Fraülein Elisabeth von R. vakasını Freud’un ne yapması gerektiğinin ilk açık göstergesi olarak kabul eder ve bu vakanın tarihini 1892 olarak alırsak (bu konuda bazı belirsizlikler var), Freud o tarihte otuz altı yaşındaydı ve kendisini ünlü yapan işe daha henüz yeni başlamıştı. (çn: Elisabeth Von R, 24 yaşında Macar asıllı bir genç kadındır. Muayene için Freud’a geldiğinde, Freud’a yürüme zorluğu ve kas ağrıları semptomları olduğundan söz eder. Oysa yasak bir aşkın histerisini yaşayan Elisabeth, kriz anlarında yürümeyi unutmaktadır. Freud onu serbest çağrışım yöntemiyle dinlediğinde genç kadının üç ayrı nevrozdan muzdarip olduğunu görür: bu nevrozlar şunlardır: (1) Kız kardeşi öldüğünde eniştesine karşı hissettiği duygulardan dolayı utanma, (2) Kız kardeşinin ölümüne kendisinin sebep olduğu vehminden dolayı suçluluk, (3) Hasta olan babasına bakmada merhamet ile ilgisizlik arasında kalarak yaşadığı ikircikli ruh hali. Freud hastasını konuşturur ve onu dinlerken, onun kendisinden gizlediği bir şeyler olduğunu fark eder. Bu durumda hipnoz bir sonuç vermeyecektir. Zira hipnoz, histerik vakalarda direnmenin en fazla karşılaşıldığı yöntemdir. Dahası, serbest çağrışımda bile diğerkamca açıklamaların ve konunun odağından sapan çok fazla ayrıntının bulunması, Freud’a bunun bir konversiyon olduğunu düşündürür. Bu ise, analizde gerçekten uzaklaşıldığının habercisidir. Bu durumda Freud genç hastasını, duygusal boşaltım sağlayarak tedavi edebilmiş ve Elisabeth’in gizlediği ayrıntılar da yine bu yolla açığa çıkarılabilmiştir. Bu vaka ve bu vakada Freud’un uyguladığı metot ve elde ettiği başarı, onu kendi alanında ün sahibi yapmıştır.)

Freud’un gelişiminin gecikmesi, bizi Freud’un entelektüel başarısının ne kadarının ahlaki bir başarı olarak düşünülmesi gerektiğini düşünmeye sevk eder. Ama bunu söylerken benim aklımda iki şey bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, orta yaştaki, ailevi sorumlulukları olan ve bunların nasıl karşılanması gerektiğine dair tamamen geleneksel bir kavrama sahip bulunan ve mesleğinin liderlerini lanetleyen bir teori uğruna kariyerini riske atan bir adamın cesaretinden nasıl söz edilebileceğidir. Kaldı ki, yeterince ikna edici olmasına rağmen, sadece saygın ahlaki bir gerekçeyle değil, aynı zamanda entelektüel gerekçelerle de bir adam nasıl kınanabilir; ne var ki, Freud’un fikirleri, Alman tıbbının çok önemli ilerlemeler kaydettiği bilimsel varsayımlara meydan okumaktadır. Zira Helmholtz Okulu’nun (çn: Alman Araştırma Merkezleri Topluluğu ve Almanya’daki en büyük bilimsel organizasyon) mensupları için, insanın kendi arızasının nedeninin – beyninin değil, sinir sisteminin değil – zihninin, hatta bedeninin arızasının nedeni olabileceği fikri, profesyonel bir sapkınlıktan daha kötüdür ve ayrıca bu düşünceye karşı da bir saygısızlıktır. Oysa Freud bu okulun mensuplarının geleneği içinde eğitilmişti ve kendisinden bu geleneği sürdürmesi ve süslemesi beklenmekteydi. Buna rağmen Freud bu okul tarafından aslında hiçbir zaman tamamen reddedilmemişti, çünkü Freud bir yandan Helmholtz Okulu’nun materyalizmini reddederken, diğer yandan bu okulun determinizmini doğrulamaktaydı, ne var ki, Freud’un yadsıdığı şey ona karşı bir öfke fırtınası yarattı, ama buna rağmen o bunu muhteşem bir soğukkanlılıkla karşıladı.

Freud’un başarısının ahlaki doğasından bahsederken benim ifade edeceğim diğer bir husus, bizzat Freud’un entelektüel donanımına dair kendi anlayışı tarafından öne sürülmüştür. Ama ben bu konuda asla tatmin olmuş değilim. Öyle ki, eğer o Tanrı’nın karşısına çıkarsa, onun Tanrı’ya ne söyleyebileceğine dair olan hayal gücü, esas olarak kendisine “daha iyi bir entelektüel donanım” verilmediği yönündeki şikayetinden ibarettir. Zira onun entelektüel karakterine ilişkin tahminlerinden biri bizim tarafımızdan çok iyi bilinmektedir ve bu konuda o şöyle demektedir: ‘…Ben aslında bir bilim adamı değilim, bir gözlemci değilim, bir deneyci değilim ve bir düşünür de değilim; ben mizaç itibariyle bir fethedenden başka bir şey değilim ama eğer siz isterseniz ben bir maceracıyım. Bu tür bir varlığa ait olan merakla, cesaretle ve kararlılıkla hareket eden birisiyim.‘ Ne var ki, biz Freud’un entelektüel güçlerinin yetersiz olduğuna ilişkin anlayışına gülümsüyor ve bu konuda eğer bu adama sempati duymuyorsak, onun bu şikayetinde zarafetten uzak bir şey ve sahte bir alçakgönüllülük olduğu için ona gülümsüyoruz. Oysa Freud bu sözleri ile bir gerçekliği anlatmaktadır. Şöyle ki, onun geliştirdiği fikirler, şimdi entelektüel açıdan ne kadar parlak görünürse görünsün, o, onları tasarlarken bunlar ona pek parlak gelmemişti; zira onun bu konudaki duygusu daha çok sabır, gerçeklere boyun eğme ve inatçılık duygusuydu. Gurur, kelimenin tam anlamıyla, Freud’un mizacının göze çarpan bir özelliğiydi. Ama o keşiflerine, alçakgönüllülükle olduğu kadar cesaretle de yürüyen düşünce aracılığıyla ulaşmıştır. Esasen bilim insanının alçakgönüllülüğü, gerçeklere boyun eğmesi, onun sık sık övündüğü bir şeydir; ne var ki, Freud’un kendisini teslim ettiği gerçekler sadece sert değil, aynı zamanda insanidir; yani iğrenç, ahlaki açıdan itici, hatta kişisel olarak aşağılayıcıdır.  Freud, hastalarının çocukluklarında kendilerine uygulanan cinsel saldırı hikayelerinin tamamen hatalı olduğunu ve onların erken dönem deneyimlerinin yanlış olduğunu fark etmeyle başa çıkmayı, sadece kelimenin alışılagelmiş anlamındaki zekasıyla ya da salt zihinsel gücüyle yapmamıştır. Zira ona göre bu hikayelere dayanan teorinin bir kenara atılması gerekiyordu. Tüm hastaların neden aynı yalanı söylediğini sormak, buna yalan değil de fantezi demeye karar vermek, aldatmanın öfkesinin ve mahvolmuş teoriye duyulan üzüntünün ötesine geçen, başka bir şeyi kontrol eden aslında zihindir/akıldır. O nedenle, bunun bir nedenini bulmak ve çocukluk çağı cinselliğinin teorisini çerçevelemek gerekiyordu. Nitekim o, kendi bilinçdışı zihninin/aklının çok önemli analizini zihnin/aklın ötesinde bir şey aracılığıyla gerçekleştirmiştir.

Freud’un daha geç dönemdeki başlangıcı, onun hayatında bulduğumuz efsanevi niteliğin çoğunu açıklayan en ünlü unsurdur. Çünkü onun tam faaliyet dönemi ancak olgunluk yıllarında başladığından ve onun fikirlerinin yavaş yavaş gelişmesi gerektiğinden ve onun bu fikirleri hem dünyanın düşmanlığından hem de bazı yardımcılarının kabul edilemez değişikliklerinden savunulması gerektiğinden, onun orta yaş dönemi, diğer gelişim yıllarına göre daha açık ve ifade açısından daha belirgin olan kahramanca bir enerjiyle yüklüdür. Çünkü orta yaşlarında, genç bir insanın büyüme, sınama ve kendine duyduğu yüksek talep aşkından zamana hiçbir şey kalmaz; O nedenle, o yaşlarda romantizm aslında daha yoğun ve daha yavaştır. Zira insan yaşlandıkça büyük bir yorgunluğun farkına varır, sık sık azalan enerjilerden bahseder ve Freud’un “Haz İlkesinin Ötesinde” isimli doktrininin açıkça ortaya koyduğu ölçüde ölüm düşüncesiyle giderek daha fazla meşgul olur. Ancak onun mektuplarının veya hayat tarzının ayrıntılı bir açıklamasını okuyan kişi, onun temel enerjisinin ne kadar az azaldığını, ölümün onu ele geçirmesine onun ne kadar az izin verdiğini görmesi gerekir. Öyle ki, yetmiş yaşındayken Freud’un “Engellemeler, Semptomlar ve Endişe” (Amerika’da Endişe Problemleri adıyla yayınlanmıştır) adlı eserinde ortaya koyduğu nevroz teorisinin radikal revizyonlarını üstlenebilmesini değil, aynı zamanda insani yönden bütün ileri yaşlardaki birçok insanın sürdürmeyi zor ve çoğu zaman olanaksız bulduğu bir ilişki olan kendisiyle olan ilişkisi de dahil olmak üzere, onun ilişkilerinin onun için büyük önem taşımaya devam ettiğini anlayabilir. Nitekim Macar asıllı psiko-analist Sandor Ferenczi, Freud ile Goethe arasında yaş yönünden algıladığı benzerlik üzerinde ısrar ettiğinde, Freud ona önce şaka yollu, sonra da oldukça sert bir şekilde cevap vererek bu karşılaştırmayı reddetmişti. Ama Goethe gibi Freud’un da gençlikten çok sonra da kendine karşı doğrudan, sağlıklı ve yaratıcı bir ilgiyi sürdürme gücüne sahip bulunduğu en azından bu açıdan doğruydu. Nitekim Freud’un yorgunluk ve umutsuzluk üzerine olan açıklamasında da bunun ifade edilmiş olduğunu görürüz.

Freud’un enerjisi onun ileri yaşlılık döneminde de azalmaz, bu nedenle Freud son yıllarında da hayatının herhangi bir döneminde olduğu gibi dikkatimizi yoğun bir şekilde üzerine çeker. Ama bu dikkat, gerilim yüklü bir dikkattir. Nitekim onun ilk yıllarına dair hikâyesini okuduğumuzda şunu sorarız; “Bu bebeğin, bu çocuğun, bu genç adamın, ailenin bu şımarık sevgilisinin, gerçekten Sigmund Freud olduğu ortaya çıkacak mı?” Yine onun son yıllarına dair hikayesini okurken, daha az merakla şunu sorarız: “Bu yaşlanan adam, bu yaşlı adam, bu ölmekte olan adam, acaba Sigmund Freud olarak kalacak mı?” Ama o bunu yapmış ve onun dayanıklılığının sadece onun yaşamında değil, yaşam kalitesindeki kaydı da kişisel öykülerin en dokunaklılarından biri olmuştur.

Öyle ki Freud, daha sonraki yaşamında da, gençliğinde hayal ettiğinden çok daha büyük bir zaferin tadını çıkarmıştır. 1919’dan sonra psiko-analize yönelik saldırılar her ne kadar sona ermemiş ise de, bu saldırılar Freud’un teorilerinin artan kabulüyle karşılaştırıldığında çok daha az önem kazanmıştır. Freud’un yetmişinci doğum günü Viyana’da halka açık bir şekilde kutlanmış ve bunu onun elde ettiği diğer onurları takip etmiştir. Onun entelektüel topluluktaki itibarı hâlâ belirsiz olsa da, yine de çok az değildir. Ama onun her zaman kuru bir şekilde bahsettiği başarısı, pek de barışçıl bir şekilde gelmemiştir. Zira Freud’un son yılları onun en karanlık yıllarıdır. Onun hayattan beklediği yüksek beklentiye ve dikkate değer zevk alma güçlerine rağmen, o, insanlığın durumunu uzun zamandır alaycı bir ironiyle ele almaktadır ve şimdi bir dizi olay nedeniyle insani varoluşun zalim ve mantıksız doğası yeni ve korkunç bir güçle onun üzerine çökmektedir.

Freud’un en değerli çalışma arkadaşlarından ikisinin yanından ayrılması, onun bu dönemdeki deneyiminin tipik bir örneğidir. Ama aslında Freud bu arkadaşlarının kendisinden ayrılmasını hiçbir zaman hafife almamıştır ve özellikle Carl Gustave Jung’un (çn: Analitik psikolojinin kurucusu ve yine derinlik psikolojisinin Sigmund Freud ve Alfred Adler ile beraber üç büyük kurucusundan birisi olan İsviçreli psikiyatr) ayrılması ona kişisel açıdan zarar vermiştir. Ne var ki, daha önceki bölünmeler ve ayrılmalar yeterince acı verici olmalarına rağmen, bu bölünmeler ve ayrılmalar toplumsal bir entelektüel girişimde normal sayılması gereken olaylardır ve esasen bunlar mizaç, kültür ve entelektüel eğilim farklılıklarının doğal sonucudur. Ama Avusturyalı psikanalist, yazar ve filozof Otto Rank ile Sandor Ferenczi’nin ayrılışı farklı türdendi. Çünkü her iki adam da uzun yıllardır Freud’a çok yakındırlar, özellikle de tüm meslektaşları arasında en sevileni olan ve Freud’un oğlu olarak bahsettiği Ferenczi ona çok daha yakındır. Bu çok değerli çalışma arkadaşları sadece psiko-analitik teoriyi basit ve abartılı şekillerde revize etmeye girişmemişler, aynı zamanda onların ayrılıkçı görüşleri kişilikte çok derin rahatsızlıklara yol açmış ve bunlardan biri olan Sandor Ferenczi delirerek ölmüştür.

İnsan hayatının son aşamasının ilk yıllarında ölümün gölgesi ağırdır. Nitekim Freud bu yıllarında ölümün ağır gölgesini üzerinde hissetmiştir. Bu bağlamda, hatırı sayılır servetiyle psiko-analiz konusunu ilerletmeye girişen ve Freud’un derinden bağlı olduğu Anton von Freud, (çn: Uzun yıllar Psiko-Analiz Derneği’nin Genel Sekreterliğini yapan psikiyatr), uzun ve korkunç bir şekilde seyreden kanserden sonra 1920 yılında vefat etmiştir. Bundan birkaç gün sonra Freud, “Pazar çocuğu” dediği güzel kız kardeşi Sophie’nin yirmi altı yaşında vefat ettiği haberini almıştır. Yine 1923’te Sophie’nin dört yaşında olan oğlu Heinz ölmüştür. Freud’un bu küçük çocuğa karşı özel bir sevgisi vardır. Freud çocuğunu kaybeden Sophie’ye tüm çocukları ve torunları adına onun yanında olduğunu söylemiş ama Sophie’nin ölümü Freud için korkunç bir darbe olmuştur. Çünkü Freud, her ölümü kendisinden bir parçanın kaybı olarak deneyimlemiştir. Freud, Anton von Freud’un yaşının onun ölümünün önemli bir faktörü olduğunu ama Sophie’nin ölümünün ‘iyileştirilemeyecek derin bir narsisistik acı‘ olduğunu söylemiştir. Esasen Freud, küçük Heinz’ın ölümünün kendi sevgi dolu yaşamının sonuna işaret ettiğine inanmaktaydı.

Yaşanan bütün bu acılardan sonra Freud, 1923’te kendisinin çene kanserine yakalandığını öğrendi. Bu hastalığından dolayı Freud, hepsi yeterince üzücü olan otuz üç ameliyat geçirdi ve on beş yıl boyunca genellikle aşırı derecede acı çekerek yaşadı. Freud’un acı çekmiş olmasının nedeni, bu ameliyatlar sonrasında takmak zorunda kaldığı protezin garip ve acı verici olmasıydı. Ayrıca bu protez onun yüzünü ve konuşmasını çarpıtıyordu, oysa ve bildiğimiz kadarıyla Freud kendini beğenen bir adamdı.

Elbette Freud’un çektiği acıların nedensizliğiyle yüzleşmesine yardımcı olacak hiçbir dini inancı yoktu. Ayrıca bunların herhangi bir “felsefi” tadı da bulunmuyordu. Oysa, o, kelimelerin verdiği teselliyi reddetme konusunda inatçı ve hatta çok inatçı bir insandı, çünkü o elde etmenin hazzını hiçbir zaman kendisine bırakmamıştı. Ama gerçek, insan hayatının acımasız, mantıksız, aşağılayıcı bir şey olmasıydı ve hiçbir şey bu yargıyı yumuşatamazdı. Nitekim Freud bunu İlyada’nın (çn: Homeros İlyada destanında, çok tanrılı mitolojik dinin, insana oldukça yakın olduğunu ve merkezine insanı aldığını anlatır.  Yaratılan bu dini anlatıyı, sınıfsal olarak üstte yer alan, özgüvenli, imkânlara erişimi olduğu için hayatın sunduklarından fazlasıyla yararlanan bir zümre yaratmıştır) yaptığı gibi basit bir şekilde yapmaktaydı.

Oysa hiçbir şey onu kırmamış ve hiçbir şey onu gerçekten küçültmemişti. Her ne kadar o sık sık küçüldüğünü söylemiş ise de bu öyle değildi. O yine çok sık olarak ilgisizliğinden ve umursamazlığından söz etmiş olsa da, çalışmasına yine devam etmiş ve önemi küçümsenemeyecek bir kitap olan “Medeniyet ve Hoşnutsuzlukları” isimli kitabını yetmiş üç yaşındayken yayımlamıştı. Aynı şekilde seksen üç yaşında öldüğünde “Psiko-Analizin Ana Hatları” isimli kitabını yazmış ve ölümünden bir ay öncesine kadar hastalarına bakmıştı.

Aslında sık sık söylediği gibi, Freud kendi hayatına kayıtsız kalmış ve yaşayıp yaşamadığını umursamamış olabilir. Ama Freud, o kadar uzun süre yaşamıştır ki, uzun süren hayatında kendisine karşı hiçbir şekilde kayıtsız kalmamıştır.  Elbette bu kahramanca egoizm, daha önce de belirttiğim gibi, onun ahlaki varlığının sırrıdır. ‘Mit welchem ​​Recht?‘ – Hangi hakla? O, son günlerinde, kanser tanısı ilk konduğunda arkadaşları arasında gerçeğin ondan saklanması yönünde bazı düşüncelerin olduğu kendisine söylendiğinde gözleri parlayarak ağlamıştır. Kuşkusuz Freud o tarihte çok yaşlıdır ama bu olay artık çok geçmişte kalmıştır, oysa arkadaşlarının onu aldatmak istemesinin amacı sadece onların nezaketinden dolayıdır ve bu aldatma isteği aslında ona uygulanmamıştır. Buna rağmen anatomisinin bozulduğu düşüncesi bile Freud’da anında öfke uyandırmış ve o belki de bunu, onun gururuna yönelik derin bir hakaret olduğunu düşünmüştür. Ama biz onun sevgi gücünün gururundan kaynaklandığını hissediyoruz. Nitekim kızının ölümünün kendisine yaşattığı “derin narsisistik acıdan” bahsederken Freud, bunun aynısını söylemiştir. Belki de o bunu söylerken bu özelliğinin eleştirisini ifade etmekte ve ‘Karım ve Anerl daha insani bir şekilde incinmektedir’ demek istemektedir. Ama eğer onun sevgi biçimi diğer sevgi çeşitlerine göre daha az ‘insani‘ ise, bu da şüphe uyandırıcıdır. Çünkü onun kendi egoizmi, başkalarının egoizmini tanımasına ve saygı duymasına yol açmıştır. Peki, yorgun ve aşırı yüklü olmasına rağmen, Freud’u bilinmeyen kişilerden gelen tüm mektuplara cevap vermesi gerektiğine inandıran başka şey acaba nedir? Örneğin, oldukça uzun bir İngilizce ile bir kadına bu kadar ciddi bir ilgiyle yazmak hangi nedenledir? Bunun nedeni acaba oğlunun eşcinselliği yüzünden dikkatini dağıtarak ona seslenen kadının Amerikalı olması mıdır?

Onun bütün yılları çok büyük acılarla dolu olmasına rağmen, o hayatının sonlarına doğru dünyasının “umursamazlık/kayıtsızlık denizinde yüzen küçük bir acı adası” olduğunu söylemiştir. Oysa o, hiçbir ağrı kesici ilaç almamış ve en sonunda aspirin almaya razı olmuştur. Gerçekte o, çok açık bir şekilde düşünememektense, acı içinde düşünmeyi tercih ettiğini söylemiştir. Ama Freud, ömrünün tükendiğinden emin olunca uykudan ölüme geçmesini sağlayan sakinleştirici istemiştir

Freud, bu kitabın yazarı Ernest Jones’un şahsında, önceden belirlenmiş olan ve tamamen uygun biyografi yazarını bulmuştur. Elbette zamanla Freud’un başka biyografilerinin de yazılacağından şüphe duyamayız, kuşkusuz bunların herhangi birinde de önemli ve yararlı özellikler bulunacaktır ama bunların hepsi Dr. Jones’un bu otoriter ve anıtsal çalışmasına bağlı kalacaktır. Dr.Jones’un bu zorlu görevi yapmak konusunda neden benzersiz bir donanıma sahip olduğunu açıklamaya ihtiyaç olmasa gerekir. Zira Dr.Jones otuz bir yıl boyunca Freud’la birlikte olmuş ve onunla çalışmıştır. Ayrıca Dr.Jones’in Amerika kıtasında ve İngiltere’de psiko-analizin kurulmasında oynadığı belirleyici bir rolü vardır. Freud’un, ölümünden sonra psikoanalizin bütünlüğünü korumak için Freud’un en çok takdir ettiği ve güvendiği meslektaşlarından oluşturduğu ünlü ‘komitede’, Dr. Jones, gerek zeka ve gerekse muhakeme yeteneği açısından en seçkin iki veya üç üyesinden birisidir. Dr.Jones, kendisini psiko-analizin en ortodoks yönlerine kendisini adamış olmasına rağmen, tam da Freud’a bağlılığının güçlü olmasından dolayı, bazı teori konularında Freud’la anlaşmazlığa düşmenin ve bu anlaşmazlığı sürdürmenin mümkün olduğunu görmüştür. Bu özelliği ve onun kendi itibarı, Freud’u sevgi dolu bir nesnellikle yargılamasına ve ona olan büyük hayranlığını tam olarak ifade etmesine olanak tanımıştır. Zira Dr.Jones, pek çok alanda geniş bir bilgi deposuna, canlı ve anlaşılır bir düzyazı tarzına sahiptir.

Kişisel karakter açısından Dr.Jones, bazı yönleriyle Freud’la kıyaslanabilir özelliklere ve niteliklere sahiptir. Öyle ki, Dr. Jones Freud’un görkemli bir ihtiyata sahip olmadığı gibi buna sahip olmayı da arzulamamıştır; o nedenle, Dr.Jones, bu konuda değişken olmasa dahi hiçbir şey değildir. Aslında bu iki insanın enerjileri farklı tonlarda olmasına rağmen, enerji derecesi açısından Freud’la eşleşmektedir ve hem başarılarının kaydı hem de onun tamamlanmamış olan otobiyografisi ve kendisi hakkında verdiği bilgiler, onun yaratıcılığının ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Zira onun egoizmi, kahramanca dayanıklılığı ve başarıya olan iştahı fazlasıyla güçlüdür.

Şahsen benim Dr.Jones’un olağanüstü kişisel güçleri hakkında bir zamanlar doğrudan deneyimim olmuştur. Şöyle ki, Freud’un doğumunun yüzüncü yılı münasebetiyle Amerika’ya yaptığı son ziyaret sırasında New York’ta bulunan Dr. Jones, televizyon için bir film yapmaktaydı ve benden de onun refakatçısı olmam istenmişti. Film bugünkü haliyle yarım saatten daha kısa bir süre sürecekti, ama film üç gün boyunca ayakta çekilecek bir şekilde kurgulanmıştı. O günlerde Dr.Jones’un işi, benim mümkün olduğunu düşündüğümden çok daha fazla zordu. Çok sıcak bir Mayıs ayında, Dr. Jones ve ben Analitik Psikoloji Enstitüsü’nün kütüphanesindeki bir masada oturduk, Freud’dan, psiko-analizden ve sinirlerimize yapılan müthiş saldırıya rağmen Dr.Jones’un hayatı hakkında konuştuk. Etrafımızda ışıklar, kameralar, yapımcılar, makyajcılar ve elektrikçiler vardı. O tarihte Dr.Jones yetmiş sekiz yaşındaydı ve New York’a uçuşundan sadece birkaç gün önce, büyük bir kanser ameliyatının ardından hastaneden yeni taburcu edilmiş ve uçuş sırasında kanama geçirmişti. Ama buna rağmen o yine de yorulmak bilmez ve sarsılmaz bir durumdaydı. Dr. Jones, New York’taki ilk günümüzün öğle yemeği molasında, dinlenmesi ve son yıllarında Freud’la ilgilenen doktoru Dr.Schur’u kabul etmesi için kendisine ayrılan odaya çekilmişti. Ben, onun biraz uyuması ya da en azından konuşmayı bırakması gerektiğini düşünerek, ona katılma davetine direnmeye çalıştım. Ama bu onun aklından çok uzaktı. Dr.Schur eski bir arkadaştı ve benim memnuniyetle keşfettiğim üzere, ben de onunla yeni bir arkadaş olma süreci içindeydim ama Dr.Jones açıkça bu durumda konuşmanın tam olarak gerekli olduğunu düşünüyordu. Dr. Jones biraz uzanmaya razı oldu ama işe dönme vakti gelene kadar Dr.Schur ve beni hararetli bir sohbete dahil etti. Bazı insanlar için hiçbir şey, kameraların önünde net ve zekice hareket etme çabasından daha yorucu olamaz. Ama Dr. Jones böyle bir mizaca sahip değildi; Kendisine önerilen konu her ne olursa olsun, o, mükemmel bir açıklıkla, doğrudan ve ikna edici bir şekilde ve görünüşte hiçbir çaba harcamadan konuşuyordu ve sadece bildiğini ve inandığını söylüyordu. Onun bunu yapmaktan zevk aldığı aşiksrdı. Öyle ki, Dr. Jones her iş gününün sonunda, kendisini bekleyen her türlü sosyal veya resmi etkinliğe neşeyle gidiyordu ve ben de, yorgunluktan kasılmış bir halde, dev bir ırkın hayatta kalanlarından biriyle tanışmış gibi bir duyguyla onun gidişini izliyordum.

Dr.Jones’un Amerikan Yayınevi’nin daveti üzerine, Mr.Marcus ve ben, Freud’un biyografisinin, genel okuyucuya, oradaki büyük ve pahalı orijinal ciltlerden daha erişilebilir olacak bir baskısını hazırlamaya giriştiğimizde, sanırım konu hakkında yeterince bilgi sahibiydik ve her ikimiz de üstlendiğimiz hassas sorumluluğun bilincindeydik. Ama biz kitabın niteliği ve özelliği gereği, kapsamını sınırlamadan, içeriğini ve niteliğini azaltmadan, uzunluğunu kısaltabileceğimize inanıyorduk ve bunun böyle olmasının gerekli olduğunu düşünüyorduk.

O anda hemen kitabın belirli bazı kesimlerinin sorgusuz sualsiz haklı olduğu aklımıza geldi. Zira Dr.Jones açıklamalarını ve anlatımlarını belgelemiş ve kaynaklarını çok ayrıntılı bir şekilde tanımlamıştı; o nedenle, genel okuyucunun onun sunduğu sayfalarca bilimsel materyale ihtiyacı yoktu. Freud’un çenesine yapılan birçok ameliyatın her biri hakkında cerrahın notlarının kayıtlarının mevcut olması şüphesiz doğruydu, ancak bunlar çoğu okuyucunun ilgisini çekmeyecekti. Dr.Jones’un, Freud’un başlangıçtaki ve terkedilmiş zihin teorisi hakkındaki bölümü kendi içinde gerçekten ilgi çekiciydi ve okuyucunun önceki anlatıdan öğrendiklerini bir anlamda açıklayıcı bir şekilde özetlemekteydi. Aynı türden bir şey, Dr.Jones’un Freud’un 1919’a kadar olan çalışmalarını özetlediği ve yorumladığı orijinal baskının yaklaşık 170 sayfalık II. Cildi için de söylenebilir; ama Dr.Jones’un bu sayfaları yazmaktaki niyeti, Freud’un entelektüel yaşamının belirli bölümlerini normalde yapacağından daha ekonomik bir şekilde ele almasını haklı çıkardığı için, biz, bu incelemenin bazı pasajlarını biyografik anlatının uygun bölümlerine aktararak koruduk. Orijinal baskının III. Cildinin yaklaşık 200 sayfası, Dr.Jones’un Freud’un çeşitli entelektüel disiplinlerle ilişkisi ve bunlar üzerindeki etkisini konu alan “Tarihsel İncelemesi”ne ayrılmıştı; bu sayfalar başlı başına ilgi çekiciydi ve bunlar aslında başlı başına bir kitap oluşturacak nitelikte, kapsamda ve içerikteydi; ama bu kitap aslında Freud’un incelenmesiyle ilgiliydi ve o nedenle, bunlar hiçbir şekilde Freud’un yaşamını ve karakterini anlamak için gerekli değildi; ne var ki, biz burada da bazı pasajları koruduk ve bunları anlatının bazı kısımlarını daha açık hale getirmek için kullandık. Freud’un mektupları her zaman ilgi çekiciydi, ancak biz bu mektupları II. ve III. Ciltlerin eklerinde tamamen veya kısmen basılanların biyografinin ayrılmaz bir parçasını oluşturmadığını düşündük. Orijinal baskıda yer alan selamlama hitapları ve mektupların sonuç kısımları oldukça fazla yer kaplıyordu; biz bunların sadece önemli oldukları yerler dışında kalan bölümlerini sildik. Dr.Jones’un gerekli açıklamayı verdiği tüm dipnotlarını muhafaza ettik, ama bu dipnotlarının sadece özel bir ilgiye sahip olmayan ve kısa açıklamalı olan bölümlerini metinden çıkardık.  

Gerçekte bu tür kararları vermek zor değildi. Asıl zorluk kuşkusuz metnin kendisiyle uğraşmaktı. Kitabın yapıldığı malzemenin olağandışı bolluğuna ve Dr. Jones’un ihtiyaç duyduğundan çok daha fazla delilin emrinde olduğuna dair hissiyatımızla kendimizi rahatlattık. Dr.Jones’un Freud’a ve Freud’un yaşamındaki olaylara, psiko-analitik hareketin oluşumuna ve bu hareketi oluşturan kişiliklere ilişkin kendi bilgisinin dışında, ona “resmi” olarak gelen ve hakikat olan çok sayıda ve bir biyografi yazarı için tamamen güvenilir bulunan ayrıntılı bilgi vardı. Bu bilgiler Freud’un aile üyelerinin, arkadaşlarının ve meslektaşlarının kişisel anılarından ve çok sayıda mektup ve diğer belgelerden oluşuyordu.  (Dr.Jones’un oğlu, Freud’un dul eşinin ölümünden sonra bir sandık dolusu mektup bulununca, ilk cildin tamamen yeniden yazılması gerektiğini kaydetmektedir) Böyle bir durumda olan biyografi yazarı gerçekten şanslıdır ama aynı zamanda da şansızdır. Şöyle ki, bir tür doğal dindarlık biyografi yazarında her bilgi kırıntısını koruma isteği uyandırır; O, mevcut tüm kanıtları sunmanın ve belki de bunların yararlarını tartışmanın bir görev olduğunu düşünür. Örnek vermek gerekirse; İlk anlatıda Dr. Jones, Freud’un kız kardeşlerinden birinin anılarından birkaç kez alıntı yapmış ama sonra hemen hemen her zaman onun hatırladıkları konusunda hatalı olduğu sonucuna varmıştı; O nedenle, biz doğru ya da yanlış, kendi içinde önemli olmayan anıları ya da Dr. Jones’un bunların hatalı olduğunu düşünmesinin nedenlerini eklemenin gerekli olmadığını düşündük. Yine genel olarak, biyografi yazarı olarak Dr.Jones’un yaptığı işe arşivcinin görevlerini de eklemesi yönündeki  fikri bize her ne olursa olsun, dikkate değer geldi.  Dolayısıyla biz Dr.Jones’un yetkili olduğu alanda daha canlı bir şekilde hareket edebilmesi için onu üstlendiği yüklerden kurtarmayı üstlendik.

Bu prensiple, biz Dr.Jones’un çalışmasını ancak buraya kadar taşıyabildik. Editoryal çalışmamızın geri kalanında Mr.Marcus ve ben, sahip olduğumuzu umduğumuz edebi inceliğe, Dr. Jones’a duyduğumuz saygıya ve onun kitabına olan hayranlığımıza ve bir insan ve zihin olarak Freud’a duyduğumuz derin ilgiye güvendik. Esasen bizim çalışmamızdaki yöntemimiz yakın ve tartışmaya dayalı işbirliği idi. Bu süreçte her birimiz ayrı ayrı bir bölüm okuduk ve nelerin uygun olabileceğini düşündük ve bunları işaretledik. Daha sonra bu bölümü birlikte okuduk, önerdiğimiz eksizyonları karşılaştırdık ve genellikle bunları uzun uzadıya tartıştık; Anlaşmazlık olan durumda, bizim kuralımız söz konusu pasajı koruyarak çözmek şeklinde oldu. Silme ve metinden çıkarma işlemlerimizin yeni geçişleri gerekli kıldığı birçok yerde, bunları Dr. Jones’un kendi düzyazısının ruhuna uygun olduğunu umduğumuz şekilde gerçekleştirdik.

LINOELL TRILLING