‘Asıl gerçek, içimizde sessiz; kulaktan dolma bilgilerse, gevezedir.’ Halil CİBRAN
‘Salieri Kompleksi’ bir hastalıktır. Vahim bir hastalıktır, tehlikeli bir hastalıktır. ‘Kıskançlık Hastalığı.’ Tıp tarihine geçen bu hastalığa adını veren kişi İtalyan besteci Antonio Salieri’dir. Avusturya İmparatoru İkinci Joseph zamanında Viyana Sarayı’nda kapellmeister, yani orkestra şefi olan Salieri, iyi bir besteci ve müzisyen olmasına rağmen, önemli bir dertten mustariptir. Kıskançlık. Kıskandığı kişi, sarayda kendisiyle birlikte çalışan Mozart’tır, yani meslektaşıdır.
Salieri’nin Mozart’a karşı duyduğu kıskançlık, o kadar hastalıklı bir kıskançlıktır ki, bazı tarihsel kayıtlara göre Mozart’ı zehirleyerek öldüren Salieri’dir.
Fransız toplumbilimci Alain de Botton, Türkçeye ‘Statü Endişesi’ adıyla çevrilip yayımlanan kitabında, ‘… Sahip olamadığımız mal, mülk, mevki ve diğer şeyler için kıskançlığımızın önüne geçemiyor isek eğer, burada asıl üzülmemiz gereken, bütün yaşamlarımızı yanlış şeyleri kıskanarak geçiriyor oluşumuzdur...’ diye yazıyor.
Doğru olan, sağlıklı olan, hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi kıskanmamaktır. Ama insan kıskanır. Pek çok insan ise hayatını yanlış şeyleri kıskanarak geçirir. Çünkü kıskançlık insani bir duygudur. Ama kıskançlığın da türleri vardır. Alain de Botton’un işaret ettiği gibi, başkalarının malını, mülkünü, mevkini kıskanmak yanlış bir kıskanmadır mesela. Aynı şekilde, başkalarının başarılarını kıskanmak da yanlış bir kıskanmadır. Başarılı olanı kıskanmak yerine, insanın, o yaptıysa, ben de yaparım, o başardıysa, ben de başarırım demesi, bu yönde çalışması, çaba göstermesi, yani başkasının başarısıyla kendisini motive etmesi gerekir. Salieri’nin Mozart’ı kıskanması mesela, yanlış bir kıskanmadır. Zira Mozart kadar olmasa da, Salieri de bir müzik dehası, çok önemli ve değerli bir bestecidir. Kıskandığı Mozart’a gelince; ‘Bütün dahiler göklere uzanmış’ iken, Mozart ‘gökten inmiştir.’ Salieri’nin farkında olmadığı, anlayamadığı incelik bu olsa gerekir.
Bir de aşkın, aşık olanın kıskançlığı vardır. Tutkuya, takıntıya dönüşmedikçe bu tür kıskançlık tehlikeli değildir. Zamanla geçer. Aşk sona erer, kıskançlık biter. Ama eğer aşk tutku halini almış ise, takıntıya dönüşmüşse eğer, durum o zaman kötü ve hatta tehlikelidir.
Alberto Moravia, ‘Kıskançlık’ adlı romanında az da olsa bunu anlatır. Romanın kahramanı olan ressam, pek çok şeye sahiptir. Kıskandığı, kıskanacağı, kıskanması gereken hiçbir şey yoktur. Günün birinde her şeyi olduğu gibi gören, hayata, insanlara, gördüğü başkaca şeylere hiçbir anlam ve değer yüklemeyen, biraz nihilist, biraz çapkın ruhlu bir kadınla tanışır. Sever onu. Ama ona sahip olmak, her şeye sahip olan ressama yetmez. Aşkı tutkuya dönüşmüş, takıntı haline gelmiş, kıskançlık başlamıştır. Kendisine zarar vermeye başlayan kıskançlık duygusundan bir süre sonra kurtulur. Ama bu defa hayatla, hayata dair şeylerle arasında bir kopukluk başlar. Bu kopukluk zaman içinde sıkıntıya dönüşür. Bu seçilmiş bir sıkıntıdır. Zira romanın kahramanı, sevdiği kadına duyduğu sahiplenme duygusuyla delirmek yerine sıkılmayı seçmiştir. Ama giderek her şeyden, herkesten sıkılmaya başlar. Sıkılmak elbette delirmekten iyidir. Ama o da, pek o kadar iyi bir şey değildir. Çünkü hayatın tadını ve keyfini kaçırır.
Hangi mesleğin sahibi olursa olsun, hangi makamda bulunursa bulunsun, kariyer eğrisi yükselen, rekabetçi yönü gelişmiş, bir çok yönüyle başkalarından farklı olan her insan, bir gün mutlaka birileri tarafından kıskanılır. Hele Türkiye’de, bu çok daha kaçınılmaz bir şeydir. Zira Türkiye, kifayetsiz muhterislerin, vasat, ama vasat olduklarını bilmedikleri için boş başaklar gibi başları yukarıda dolaşan insanların ülkesidir. Yeteri kadar mal ve hizmet üretemediği için yıllardır enflasyon denilen bela ile birlikte yaşayan, fikir üretemediği için entelektüel fukaralıktan mustarip olan Türkiye; az çalışan, az üreten: ama çok tüketen: hiç çalışmadığı için hiçbir şey üretmeyen, üretemeyen: becerileri, yetenekleri ya hiç olmayan ya da son derece sınırlı olan: kurnazlıkta ise üzerilerine adam tanımayan insanların ülkesidir.
Bu insanlar, kıskandıkları herkesi kendilerine benzetmek, kendi yetersizlikleriyle, kendi sığlıklarıyla eşitlemek, onları başarısız kılmak isterler. Bunda başarılı olamazlarsa eğer, iftira, hakaret, yalan dahil her türlü çirkin yola başvururlar.
Bize ders olarak verilen bu insanların rahatsızlığı aslında kendileri iledir. Bu rahatsızlıklarından kurtulmak, kendilerinden kaçmak için dikkatlerini başkalarının üzerine kaydırırlar, başkaları üzerinde yoğunlaşırlar. Başkalarının başarılarından rahatsız olurlar. Başka insanların yarattığı güzelliklerden, değerlerden hoşlanmazlar, heyecan duymazlar, keyif almazlar, bunları küçümserler. Ama aslında hasetlerinden çatlarlar. Onun için başarılı olanı harcamak, tüketmek isterler. Ama eninde sonunda kendileriyle baş başa kalırlar. Cesaret edip kendileriyle yüzleşemeseler de zamanla kendilerini bitirirler. Yani en sonunda ‘kendilerinin karikatürü’ olurlar.
‘Bu tür insanlar için açılan – Beslenme Dükkanları – vardır’ diyor Murathan Mungan ve şöyle devam ediyor; ‘Bu dükkanlarda ayaküstü adam harcanır, adam paralanır, adam yenir. Üstelik bunlar hesaba dahil değildir. Buraların müdavimleri, bu tür yerlerden en çok şikayet eden kişiler arasından çıkar. Herkes bir başkasını, kendi önündeki en büyük engel olarak görür; başkasının varlığını, kendi varlığı için bir tehdit olarak algılar. Bu yüzden bir araya geldiklerinde, birbirlerine yiyecek gözlerle bakar, yüreklerinde bütün beklettiklerini yoklarlar. Nefretler bilenir, hınçlar körüklenir, hırslar tazelenir. Gecenin bir saatinde biriktirilmiş kinler kusulur, bekletilmiş öfkeler ortaya dökülür. Sonuçta eve yorgun argın, bitkin, perişan dönülür. Sabah, baş ağrıları, mide spazmları, pişmanlık duygularıyla uyanılır. Bunu, insanın kendine verdiği sözler, aldığı yeni kararlar izler. Oysa akşam iş çıkışı herkes koltuğunun altında beslenme çantasıyla beraber, bir göz atmak, bir tek atmak için yeniden beslenme dükkanına uğrar.’ Ruh sağlıkları yerinde olmadığı için orada kadehler ‘sağlığınıza’ diye kalkmaz, olmayan bir şeye, yani ‘şerefe‘ diye kalkar.
İnsanız, başka insanlarla birlikte yaşıyoruz, başkaları tarafından fark edilmek, görülmek, takdir edilmek istiyoruz. Yakınlık kurmaya, sevmeye, sevilmeye gereksinim duyuyoruz. Sahip olduğumuz aidiyetler var. Bu aidiyetlerimize başkalarının saygı göstermesini istiyoruz. Bunların olmadığını gördüğümüzde hayal kırıklığına uğruyoruz.
Kendimizle değil, kendimizi düzeltmekle değil, daha çok başkalarıyla uğraşıyoruz. Kendi yaralarımızı iyileştirmekle uğraşmıyoruz, başkalarının yaralarını iyileştirmeye çalışıyoruz. Başkalarını izliyor, onların özelini, mahremini merak ediyoruz. Bunları öğrenemez isek eğer, meraktan çatlıyoruz. Vıcık vıcık insanlarla, vıcık vıcık ilişkiler, cıvık insanlarla cıvık birliktelikler, bir şey olmaya veya maddi çıkar elde etmeye dayalı beraberlikler yaşıyoruz. Üslupsuzluk içinde birbirimizi yoruyor ve hatta boğuyoruz. Hayatımızda mizah yok. Olmadığı için sululuklara, belden aşağı fıkralara gülüyoruz. Samimiyetin, arkadaşlıkların, dostlukların ne olduğunu bilmediğimiz için, laubalilikleri samimiyet diye, arkadaşlık diye yaşıyoruz. Düzeyli, incelikli şakalardan değil, kaba, banal şakalardan hoşlanıyoruz. Onun bunun dedikodusunu yapıyor, onu bunu kıskanıyor, onun bunun ayağına çelme takmaya çalışıyoruz. Çıkar için, makam ve mevki için arkadaşlıklarımızı, dostluklarımızı, anılarımızı satıyoruz. Özetle hayatı doğru yaşamıyor, yalan yaşıyoruz, iğreti yaşıyoruz.
Bütün bunlardan kurtulmak için kendimizi oldurmaya, tefekküre ihtiyacımız var. Yeni bir felsefeye, yeni bir yaşam tarzına ihtiyacımız var. Hayatı sade yaşamaya, arınmaya, kendimizi yenilemeye ihtiyacımız var. Kendimizi aramaya, tanımaya, bulmaya ve bilmeye ihtiyacımız var.
Onun için Sakallı Celal’in dediği gibi ‘Tanzimat ilan ettik olmadı, Cumhuriyet ilan ettik olmadı, biraz da ciddiyet ilan edelim‘ dememiz ve pek çok alanda, pek çok yerde, pek çok ilişkide ciddiyet ilan etmek, ahlakçı olmadan ahlakı, etikçi olmadan etiği yaşam tarzı haline getirmemiz, ‘yeni ruhlar icat etmemiz‘ gerekiyor.
Hayat insanlara, bazı insanları hediye olarak verir. Arkadaşlarımız, var ise eğer dostlarımız bize hediye olarak verilmiştir. Hayat bazı insanları ise ders olarak verir bize. Hepimizin hayatında hediye olarak verilmiş insanlar, arkadaşlar olduğu gibi, ders olarak verilmiş insanlar da vardır. O nedenle hediye olarak verilmiş insanların değerini bilmemiz, onlara karşı vefalı, saygılı olmamız, dürüst ve erdemli davranmamız gerekir. Zira onlara her şeyden ve herkesten daha çok ihtiyacımız var. Ders olarak verilmiş olan insanlardan ise, kendimizi sakınmamız, korumamız, çok daha önemlisi onlardan gerekli dersleri almamız, gerekli dersleri çıkarmamız gerekir. Değil ise vay halimize!
‘…Mezarlıklarda dolaşırken, kitabelere göz gezdirdim. Her kitabe, o taşın altında yatan insanın namusuna, şerefine, haysiyetine şahadet eden ebedi bir kefalet senedi gibidir. Hepsi de ya manzum ya mensur bir lisanla size, üzerine dikildikleri ölüyü şöyle tarif ederler: Benim altımda, bütün ömrünü iyilik ederek geçirmiş, hayatında tek kalp kırmamış, tek fenalık yapmamış, vatanına, milletine, ailesine, dostlarına, ömrünü, kalbini ve kesesini cömertçe harcamış eşsiz bir insan yatmaktadır!
Kelimeler, cümleler, ifadeler değişebilir; fakat değişmeyen tek şey, mezar taşının iddiasıdır.
Mezar taşı, her cenazenin, beşeri günahlardan beraatını isteyen ezeli ve ebedi bir avukat gibidir. Bir vatan haininin, bir ana katilinin, bir ocak kundakçısını, bir kasa, bir namus, bir şeref hırsızının, bir kan ayyaşının mezarına dikilen taş bile, ebedi vekaletini üzerine aldığı ölüye tek leke sürdürmemek isteyen bir avukat kesilir. Bunun içindir ki, bir baba katilinin mezarında şu cümleyi okursanız, hiç şaşırmayın!
“Burada, karıncayı incitmekten çekinerek yaşamış bir insan yatmaktadır!”
Bir mezar başında, gaddaresini en haksız cinayetin kanıyla lekelemiş olan bir katile bile hüsnü şahadet eden cemiyet, yaşayan en büyük kıymetin önünde bile boyun eğmek istemez. Ve en sefil bir ölüden bile kıskanmadığı sevgiyi, en üstün diriden esirger, çünkü ölü kıskanılmayan yegane insandır.
Biz ölüyü, bütün davalarından, bütün ihtiyaçlarından, bütün menfaatlerinden, ihtiraslarından, arzularından istifa etmiş bir insan olduğu için severiz; dirisine düşman olduğumuz bir insanın ölüsüne yanışımız bundandır.
Bu hakikati düşününce, körün öldükten sonra niçin ‘badem gözlü’ olduğunu kestirebilmek de güç değildir!
Şimdi; birçok kıymetlerin, ölümlerinden sonra bilinmesinin sırrını da kavramaya yaklaşmış sayılabiliriz.
Sanır mısınız ki, dünya Shakespeare’in kıymetini tanımakta yüz elli yıl, Mozart’ın dehasını kavramakta yarım asır, ve Puşkin’in kadrini bilmekte tam bir asır geç kalmakla çok masum bir gaflet göstermiştir?
Hayır … Kurnaz beşeriyetin zekası , bu kıymetleri, yaşadıkları devirlerde kavrayabilmek kabiliyetinden mahrum değildi. Ve bence insanlar, o kıymetleri anlayamamış görünmekle, hasetlerini örtbas eden adi bir hileye sapmışlardır. Şimdi tanıyışları ise, ‘ölüleri kıskanmayışlarındandır.’
Bu hasetten doğan inkarın misallerini kendi tarihimizde de kolaylıkla bulabilirsiniz: Hayatlarında iken gördükleri umumi lakaydinin, umumi alakasızlığın, umumi nankörlüğün ve inkarın acısını kan kusarak çekmiş nice kıymetler, nice şöhretler var ki, bugün, mezarları başında insana ölümü sevdirebilecek kadar parlak ihtifaller yapılıyor.
Bugün hor gördüğümüz nice nice kıymetler var ki, yarın mezarları başında gözyaşı dökeceğiz. Ve onların birer ‘kıymet’ olduklarını itiraf edebilmek için, ölmelerini beklemekteyiz. Çünkü yaşadıkları sıralarda onlara bu kıymeti vermemize, kıskançlığımız manidir.
(…)
Görülüyor ki insanları haklarına kavuşturan en adil hakim ölümdür. Ve artık inanabiliriz ki, layık olduğumuz alakayı, kıymeti, itibarı, şerefi, saygıyı ve sevgiyi kazanarak yaşayabilmemiz için, başvurabileceğimiz tek çare vardır: ‘Ölmek!’
(…)
Yukarıda yer verdiğim satırlar, Latife Hanım’a (Uşşaki) ait. İpek Çalışlar tarafından yazılan ‘Latife Hanım’ isimli otobiyografik eserde yazıyor bunlar. Latife Hanım bu satırları yakın arkadaşı ve hatta dostu olan Ahmet Ağaoğlu’nun ölümü üzerine yazmış.
Bir gün gelecek hepimiz öleceğiz. Ama Latife Hanım’ın söylediği gibi, kıskanılmamak için ölmeye gerek yok. Aksine inadına yaşamak gerekir. Birileri kıskanmasın diye oturmak, durmak değil; başarılı olmak için inadına çalışmak, inadına üretmek, inadına yaratmak gerekir.
Bütün bunları ‘kıskananlar çatlasın’ falan diye değil, kendimiz için, kendi beden ve ruh sağlığımızı korumak için yapmamız gerekir.
Değil ise ne mi olur? Hasta oluruz!
Üretemeyen, yaratamayan insan hasta olur zira.
‘Salieri Kompleksi’ bir hastalıktır. Vahim bir hastalıktır, tehlikeli bir hastalıktır. ‘Kıskançlık Hastalığı.’ Tıp tarihine geçen bu hastalığa adını veren kişi İtalyan besteci Antonio Salieri’dir. Avusturya İmparatoru İkinci Joseph zamanında Viyana Sarayı’nda kapellmeister, yani orkestra şefi olan Salieri, iyi bir besteci ve müzisyen olmasına rağmen, önemli bir dertten mustariptir. Kıskançlık. Kıskandığı kişi, sarayda kendisiyle birlikte çalışan Mozart’tır, yani meslektaşıdır.
Salieri’nin Mozart’a karşı duyduğu kıskançlık, o kadar hastalıklı bir kıskançlıktır ki, bazı tarihsel kayıtlara göre Mozart’ı zehirleyerek öldüren Salieri’dir.
Fransız toplumbilimci Alain de Botton, Türkçeye ‘Statü Endişesi’ adıyla çevrilip yayımlanan kitabında, ‘… Sahip olamadığımız mal, mülk, mevki ve diğer şeyler için kıskançlığımızın önüne geçemiyor isek eğer, burada asıl üzülmemiz gereken, bütün yaşamlarımızı yanlış şeyleri kıskanarak geçiriyor oluşumuzdur...’ diye yazıyor.
Doğru olan, sağlıklı olan, hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi kıskanmamaktır. Ama insan kıskanır. Pek çok insan ise hayatını yanlış şeyleri kıskanarak geçirir. Çünkü kıskançlık insani bir duygudur. Ama kıskançlığın da türleri vardır. Alain de Botton’un işaret ettiği gibi, başkalarının malını, mülkünü, mevkini kıskanmak yanlış bir kıskanmadır mesela. Aynı şekilde, başkalarının başarılarını kıskanmak da yanlış bir kıskanmadır. Başarılı olanı kıskanmak yerine, insanın, o yaptıysa, ben de yaparım, o başardıysa, ben de başarırım demesi, bu yönde çalışması, çaba göstermesi, yani başkasının başarısıyla kendisini motive etmesi gerekir. Salieri’nin Mozart’ı kıskanması mesela, yanlış bir kıskanmadır. Zira Mozart kadar olmasa da, Salieri de bir müzik dehası, çok önemli ve değerli bir bestecidir. Kıskandığı Mozart’a gelince; ‘Bütün dahiler göklere uzanmış’ iken, Mozart ‘gökten inmiştir.’ Salieri’nin farkında olmadığı, anlayamadığı incelik bu olsa gerekir.
Bir de aşkın, aşık olanın kıskançlığı vardır. Tutkuya, takıntıya dönüşmedikçe bu tür kıskançlık tehlikeli değildir. Zamanla geçer. Aşk sona erer, kıskançlık biter. Ama eğer aşk tutku halini almış ise, takıntıya dönüşmüşse eğer, durum o zaman kötü ve hatta tehlikelidir.
Alberto Moravia, ‘Kıskançlık’ adlı romanında az da olsa bunu anlatır. Romanın kahramanı olan ressam, pek çok şeye sahiptir. Kıskandığı, kıskanacağı, kıskanması gereken hiçbir şey yoktur. Günün birinde her şeyi olduğu gibi gören, hayata, insanlara, gördüğü başkaca şeylere hiçbir anlam ve değer yüklemeyen, biraz nihilist, biraz çapkın ruhlu bir kadınla tanışır. Sever onu. Ama ona sahip olmak, her şeye sahip olan ressama yetmez. Aşkı tutkuya dönüşmüş, takıntı haline gelmiş, kıskançlık başlamıştır. Kendisine zarar vermeye başlayan kıskançlık duygusundan bir süre sonra kurtulur. Ama bu defa hayatla, hayata dair şeylerle arasında bir kopukluk başlar. Bu kopukluk zaman içinde sıkıntıya dönüşür. Bu seçilmiş bir sıkıntıdır. Zira romanın kahramanı, sevdiği kadına duyduğu sahiplenme duygusuyla delirmek yerine sıkılmayı seçmiştir. Ama giderek her şeyden, herkesten sıkılmaya başlar. Sıkılmak elbette delirmekten iyidir. Ama o da, pek o kadar iyi bir şey değildir. Çünkü hayatın tadını ve keyfini kaçırır.
Hangi mesleğin sahibi olursa olsun, hangi makamda bulunursa bulunsun, kariyer eğrisi yükselen, rekabetçi yönü gelişmiş, bir çok yönüyle başkalarından farklı olan her insan, bir gün mutlaka birileri tarafından kıskanılır. Hele Türkiye’de, bu çok daha kaçınılmaz bir şeydir. Zira Türkiye, kifayetsiz muhterislerin, vasat, ama vasat olduklarını bilmedikleri için boş başaklar gibi başları yukarıda dolaşan insanların ülkesidir. Yeteri kadar mal ve hizmet üretemediği için yıllardır enflasyon denilen bela ile birlikte yaşayan, fikir üretemediği için entelektüel fukaralıktan mustarip olan Türkiye; az çalışan, az üreten: ama çok tüketen: hiç çalışmadığı için hiçbir şey üretmeyen, üretemeyen: becerileri, yetenekleri ya hiç olmayan ya da son derece sınırlı olan: kurnazlıkta ise üzerilerine adam tanımayan insanların ülkesidir.
Bu insanlar, kıskandıkları herkesi kendilerine benzetmek, kendi yetersizlikleriyle, kendi sığlıklarıyla eşitlemek, onları başarısız kılmak isterler. Bunda başarılı olamazlarsa eğer, iftira, hakaret, yalan dahil her türlü çirkin yola başvururlar.
Bize ders olarak verilen bu insanların rahatsızlığı aslında kendileri iledir. Bu rahatsızlıklarından kurtulmak, kendilerinden kaçmak için dikkatlerini başkalarının üzerine kaydırırlar, başkaları üzerinde yoğunlaşırlar. Başkalarının başarılarından rahatsız olurlar. Başka insanların yarattığı güzelliklerden, değerlerden hoşlanmazlar, heyecan duymazlar, keyif almazlar, bunları küçümserler. Ama aslında hasetlerinden çatlarlar. Onun için başarılı olanı harcamak, tüketmek isterler. Ama eninde sonunda kendileriyle baş başa kalırlar. Cesaret edip kendileriyle yüzleşemeseler de zamanla kendilerini bitirirler. Yani en sonunda ‘kendilerinin karikatürü’ olurlar.
‘Bu tür insanlar için açılan – Beslenme Dükkanları – vardır’ diyor Murathan Mungan ve şöyle devam ediyor; ‘Bu dükkanlarda ayaküstü adam harcanır, adam paralanır, adam yenir. Üstelik bunlar hesaba dahil değildir. Buraların müdavimleri, bu tür yerlerden en çok şikayet eden kişiler arasından çıkar. Herkes bir başkasını, kendi önündeki en büyük engel olarak görür; başkasının varlığını, kendi varlığı için bir tehdit olarak algılar. Bu yüzden bir araya geldiklerinde, birbirlerine yiyecek gözlerle bakar, yüreklerinde bütün beklettiklerini yoklarlar. Nefretler bilenir, hınçlar körüklenir, hırslar tazelenir. Gecenin bir saatinde biriktirilmiş kinler kusulur, bekletilmiş öfkeler ortaya dökülür. Sonuçta eve yorgun argın, bitkin, perişan dönülür. Sabah, baş ağrıları, mide spazmları, pişmanlık duygularıyla uyanılır. Bunu, insanın kendine verdiği sözler, aldığı yeni kararlar izler. Oysa akşam iş çıkışı herkes koltuğunun altında beslenme çantasıyla beraber, bir göz atmak, bir tek atmak için yeniden beslenme dükkanına uğrar.’ Ruh sağlıkları yerinde olmadığı için orada kadehler ‘sağlığınıza’ diye kalkmaz, olmayan bir şeye, yani ‘şerefe‘ diye kalkar.
İnsanız, başka insanlarla birlikte yaşıyoruz, başkaları tarafından fark edilmek, görülmek, takdir edilmek istiyoruz. Yakınlık kurmaya, sevmeye, sevilmeye gereksinim duyuyoruz. Sahip olduğumuz aidiyetler var. Bu aidiyetlerimize başkalarının saygı göstermesini istiyoruz. Bunların olmadığını gördüğümüzde hayal kırıklığına uğruyoruz.
Kendimizle değil, kendimizi düzeltmekle değil, daha çok başkalarıyla uğraşıyoruz. Kendi yaralarımızı iyileştirmekle uğraşmıyoruz, başkalarının yaralarını iyileştirmeye çalışıyoruz. Başkalarını izliyor, onların özelini, mahremini merak ediyoruz. Bunları öğrenemez isek eğer, meraktan çatlıyoruz. Vıcık vıcık insanlarla, vıcık vıcık ilişkiler, cıvık insanlarla cıvık birliktelikler, bir şey olmaya veya maddi çıkar elde etmeye dayalı beraberlikler yaşıyoruz. Üslupsuzluk içinde birbirimizi yoruyor ve hatta boğuyoruz. Hayatımızda mizah yok. Olmadığı için sululuklara, belden aşağı fıkralara gülüyoruz. Samimiyetin, arkadaşlıkların, dostlukların ne olduğunu bilmediğimiz için, laubalilikleri samimiyet diye, arkadaşlık diye yaşıyoruz. Düzeyli, incelikli şakalardan değil, kaba, banal şakalardan hoşlanıyoruz. Onun bunun dedikodusunu yapıyor, onu bunu kıskanıyor, onun bunun ayağına çelme takmaya çalışıyoruz. Çıkar için, makam ve mevki için arkadaşlıklarımızı, dostluklarımızı, anılarımızı satıyoruz. Özetle hayatı doğru yaşamıyor, yalan yaşıyoruz, iğreti yaşıyoruz.
Bütün bunlardan kurtulmak için kendimizi oldurmaya, tefekküre ihtiyacımız var. Yeni bir felsefeye, yeni bir yaşam tarzına ihtiyacımız var. Hayatı sade yaşamaya, arınmaya, kendimizi yenilemeye ihtiyacımız var. Kendimizi aramaya, tanımaya, bulmaya ve bilmeye ihtiyacımız var.
Onun için Sakallı Celal’in dediği gibi ‘Tanzimat ilan ettik olmadı, Cumhuriyet ilan ettik olmadı, biraz da ciddiyet ilan edelim‘ dememiz ve pek çok alanda, pek çok yerde, pek çok ilişkide ciddiyet ilan etmek, ahlakçı olmadan ahlakı, etikçi olmadan etiği yaşam tarzı haline getirmemiz, ‘yeni ruhlar icat etmemiz‘ gerekiyor.
Hayat insanlara, bazı insanları hediye olarak verir. Arkadaşlarımız, var ise eğer dostlarımız bize hediye olarak verilmiştir. Hayat bazı insanları ise ders olarak verir bize. Hepimizin hayatında hediye olarak verilmiş insanlar, arkadaşlar olduğu gibi, ders olarak verilmiş insanlar da vardır. O nedenle hediye olarak verilmiş insanların değerini bilmemiz, onlara karşı vefalı, saygılı olmamız, dürüst ve erdemli davranmamız gerekir. Zira onlara her şeyden ve herkesten daha çok ihtiyacımız var. Ders olarak verilmiş olan insanlardan ise, kendimizi sakınmamız, korumamız, çok daha önemlisi onlardan gerekli dersleri almamız, gerekli dersleri çıkarmamız gerekir. Değil ise vay halimize!
‘…Mezarlıklarda dolaşırken, kitabelere göz gezdirdim. Her kitabe, o taşın altında yatan insanın namusuna, şerefine, haysiyetine şahadet eden ebedi bir kefalet senedi gibidir. Hepsi de ya manzum ya mensur bir lisanla size, üzerine dikildikleri ölüyü şöyle tarif ederler: Benim altımda, bütün ömrünü iyilik ederek geçirmiş, hayatında tek kalp kırmamış, tek fenalık yapmamış, vatanına, milletine, ailesine, dostlarına, ömrünü, kalbini ve kesesini cömertçe harcamış eşsiz bir insan yatmaktadır!
Kelimeler, cümleler, ifadeler değişebilir; fakat değişmeyen tek şey, mezar taşının iddiasıdır.
Mezar taşı, her cenazenin, beşeri günahlardan beraatını isteyen ezeli ve ebedi bir avukat gibidir. Bir vatan haininin, bir ana katilinin, bir ocak kundakçısını, bir kasa, bir namus, bir şeref hırsızının, bir kan ayyaşının mezarına dikilen taş bile, ebedi vekaletini üzerine aldığı ölüye tek leke sürdürmemek isteyen bir avukat kesilir. Bunun içindir ki, bir baba katilinin mezarında şu cümleyi okursanız, hiç şaşırmayın!
“Burada, karıncayı incitmekten çekinerek yaşamış bir insan yatmaktadır!”
Bir mezar başında, gaddaresini en haksız cinayetin kanıyla lekelemiş olan bir katile bile hüsnü şahadet eden cemiyet, yaşayan en büyük kıymetin önünde bile boyun eğmek istemez. Ve en sefil bir ölüden bile kıskanmadığı sevgiyi, en üstün diriden esirger, çünkü ölü kıskanılmayan yegane insandır.
Biz ölüyü, bütün davalarından, bütün ihtiyaçlarından, bütün menfaatlerinden, ihtiraslarından, arzularından istifa etmiş bir insan olduğu için severiz; dirisine düşman olduğumuz bir insanın ölüsüne yanışımız bundandır.
Bu hakikati düşününce, körün öldükten sonra niçin ‘badem gözlü’ olduğunu kestirebilmek de güç değildir!
Şimdi; birçok kıymetlerin, ölümlerinden sonra bilinmesinin sırrını da kavramaya yaklaşmış sayılabiliriz.
Sanır mısınız ki, dünya Shakespeare’in kıymetini tanımakta yüz elli yıl, Mozart’ın dehasını kavramakta yarım asır, ve Puşkin’in kadrini bilmekte tam bir asır geç kalmakla çok masum bir gaflet göstermiştir?
Hayır … Kurnaz beşeriyetin zekası , bu kıymetleri, yaşadıkları devirlerde kavrayabilmek kabiliyetinden mahrum değildi. Ve bence insanlar, o kıymetleri anlayamamış görünmekle, hasetlerini örtbas eden adi bir hileye sapmışlardır. Şimdi tanıyışları ise, ‘ölüleri kıskanmayışlarındandır.’
Bu hasetten doğan inkarın misallerini kendi tarihimizde de kolaylıkla bulabilirsiniz: Hayatlarında iken gördükleri umumi lakaydinin, umumi alakasızlığın, umumi nankörlüğün ve inkarın acısını kan kusarak çekmiş nice kıymetler, nice şöhretler var ki, bugün, mezarları başında insana ölümü sevdirebilecek kadar parlak ihtifaller yapılıyor.
Bugün hor gördüğümüz nice nice kıymetler var ki, yarın mezarları başında gözyaşı dökeceğiz. Ve onların birer ‘kıymet’ olduklarını itiraf edebilmek için, ölmelerini beklemekteyiz. Çünkü yaşadıkları sıralarda onlara bu kıymeti vermemize, kıskançlığımız manidir.
(…)
Görülüyor ki insanları haklarına kavuşturan en adil hakim ölümdür. Ve artık inanabiliriz ki, layık olduğumuz alakayı, kıymeti, itibarı, şerefi, saygıyı ve sevgiyi kazanarak yaşayabilmemiz için, başvurabileceğimiz tek çare vardır: ‘Ölmek!’
(…)
Yukarıda yer verdiğim satırlar, Latife Hanım’a (Uşşaki) ait. İpek Çalışlar tarafından yazılan ‘Latife Hanım’ isimli otobiyografik eserde yazıyor bunlar. Latife Hanım bu satırları yakın arkadaşı ve hatta dostu olan Ahmet Ağaoğlu’nun ölümü üzerine yazmış.
Bir gün gelecek hepimiz öleceğiz. Ama Latife Hanım’ın söylediği gibi, kıskanılmamak için ölmeye gerek yok. Aksine inadına yaşamak gerekir. Birileri kıskanmasın diye oturmak, durmak değil; başarılı olmak için inadına çalışmak, inadına üretmek, inadına yaratmak gerekir.
Bütün bunları ‘kıskananlar çatlasın’ falan diye değil, kendimiz için, kendi beden ve ruh sağlığımızı korumak için yapmamız gerekir.
Değil ise ne mi olur? Hasta oluruz!
Üretemeyen, yaratamayan insan hasta olur zira.