“İbrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim?”
Asaf Halet ÇELEBİ (İbrahim)
Avukatların; hiçe sayıldıkları, gereken değeri görmedikleri yahut siyasal ya da toplumsal baskı altında kaldıkları zamanlarda sık sık atıf yaptıkları, genelde Jean-Baptiste Poquelin Molière’e atfedilen, mini bir manifesto niteliğinde olan bir söz vardır: “ Görevimizi yaparken kimseye, ne müvekkile, ne hâkime, hele ne iktidara tabiyiz. Bizim aşağımızda kişilerin varlığı iddiasında değiliz. Fakat hiçbir hiyerarşik üst de tanımıyoruz. En kıdemsizin en kıdemliden veya isim yapmış olandan farkı yoktur. Avukatlar tarih boyu köle kullanmadılar ama hiçbir zaman efendileri de olmadı!" Gerçekten de tarih boyunca avukatlar her türlü haksızlığın ve adaletsizliğin karşısında durabilme erdemini göstermiş sınırlı sayıdaki meslek gruplarından birinin mensubu olmuşlardır. Ancak 21. Yüzyıl itibariyle avukatlar kendilerine bir değil birden fazla efendi edinmiş durumdalar. Biz bu yazıda, bu efendilerin en aç gözlüsü olan “Meta”ya savunmanın gönüllü köleliliğini irdeleyeceğiz.
En basit haliyle “Meta”: “mal, ticaret malı” olarak tanımlanmaktadır. Doğal olarak “mülkiyet” kavramı ile sarsılmaz bir bağı vardır. Zaten “Savunmanın” günceldeki en büyük sıkıntısı adeta bir başı mülkiyet bir başı meta olan çift başlı bir puta tapınmasından ileri gelmektedir. Daha fazlasına sahip olabilmek için sahip olmak, daha fazla kazanabilmek için kazanmak, daha fazla çalışabilmek için çalışmak çağdaş insanı pençesine düşürdüğü gibi avukatları da pençesinde tutmaktadır. Bu durum “savunmanın” özgürlüğünün karşısındaki en büyük tehdittir. Zira bireyi tehdit eden her şey, toplumdaki insanların ortalamasının aksine, bireyselleşmesini tamamlamış olduğunu umduğumuz avukatları da tehdit etmektedir. Bireyselleşme ile özgürlük arasındaki sarsılmaz bağ, “toplum” tarafından bitmek tükenmek bilmeyen taarruzlarla zayıflatılmaya çalışılır, tabiri caizse O’nun kalburundan geçemeyen fertler bireyselleşmesini tamamlayamadan, klasik tabiri ile mevcut düzenin bir çarkı haline gelirler. Çarkların kendi için dönmediği gibi o da kendisi dışında bir amaca hizmet eder. Üstelik çoğu zaman bunu kendi için yaptığı yanılsamasına kapılmış durumdadır. Bu durumu Erich FROMM şöyle özetler: “Bireyin, ekonomik amaçların aracı olarak boyun eğmesi, sermaye birikimini ekonomik etkinliğin amacı ve hedefi haline getiren kapitalist üretim biçiminin garipliklerinden kaynaklanmaktadır. Kişi, kâr sağlamak için çalışır ama sağladığı kâr, harcanmayacak, yeni sermaye olarak yatırıma dönüşecektir; bu artan sermaye gene yatırıma dönüşerek yeni kârlar getirir, bu döngü böyle gider.”[1] Aynı konuyla ilgili başka bir önemli tespiti ise şudur: “Çağdaş insanın çıkarlarına hizmet ettiği, çıkarlarına uygun davrandığı “benlik”, toplumsal benliktir, bireyin oynaması beklenen ve temel olarak, gerçeklikte yalnızca toplumda yaşayan insanın, nesnel toplumsal işlevlerinin öznel giysilere bürünmüş görüntüsünden başka bir şey olmayan rolünün oluşturduğu bir benliktir bu. Çağdaş bencillik, gerçek benliğin çarpıtılmasından doğan ve nesnesi toplumsal benlik olan oburluktur, hırstır.”[2]
Çağdaş avukatların, müvekkilleri tarafından tercih edilmesinde en büyük role FROMM’un “toplumsal benlik” olarak tanımladığı itki şekil vermektedir. Ne yazıktır ki bireyselleşmesini büyük oranda tamamlayarak toplumdan ayrışmış, kendini yetiştirmiş, entelektüel, araştırmacı birçok avukat kendisinden daha çok metaya bir şekilde sahip olabilmiş meslektaşının gücünün altında ezilmektedir. Zira toplumun algısında, daha çok metaya sahip biri daha değerli, daha başarılıdır. Çağımızda bu bakış açısı bireyler tarafından avukat seçerken kendini çok açık bir şekilde göstermektedir. Söz gelimi lüks bir otomobile sahip bir avukatın işini daha iyi yaptığı algısı toplumun büyük kesiminde kendine rahatlıkla karşılık bulabilmektedir. Çünkü O’nun “toplumsal benliğe” daha iyi hizmet ettiği, sahip olduğu meta ile rahatlıkla bireyin seçimlerini somutlaştırabilmektedir. Diğer yandan avukatın sahip olduğu entelektüel birikim, araştırmacı ruhu vb. diğerinin sahip olduğu villa, otomobil, kol saati, falanca marka deri cüzdanın yanında bir hayli soyut kalmaktadır. Mülkiyet edinme ve tüketme çılgınlığının bu kadar ayyuka çıktığı bir çağda bireyin bu bakış açısına sahip olması yadırganamaz. Ona öğretilen, her şeyi daha iyi yapabilmenin tek yolunun hemen hemen her şeye sahip olmaktan geçtiğidir. Bu yüzden de O, eliyle tutabildiği, gözüyle görebildiği şeylerle ilgilenmektedir.
Burada haklı olarak; “Metaya sahip olan avukat, bu sahipliği bilgisiyle, entelektüel birikimiyle elde etmiş olamaz mı?” sorusu sorulabilir, hatta tarafımız özel mülkiyet düşmanı ilan edilebilir. Öncelikle belirtmem gerekir ki, kapitalist bir düzende metanın kolay bir şekilde elde edilmesinde en temel etken sermayedir. Normal şartlarda bir avukatın sermayesinin bilgisi olması beklenir. Zira Francis Bacon’ın dediği gibi “Bilgi, güçtür.” Avukatların yükselişinde ana etkinin bu güce ait olduğu zamanlar da olmuştur. Ancak modern çağda “bilginin” hâlâ para ettiğini düşünmek saflıktır. Artık para eden tek şey paradır. Yeni bir “1 Dolar” kazanmak ancak başka bir “1 Dolarla” mümkündür. Bilgilerini sermayeye asgari ücretle kiraya veren işçi avukatlara bakınız; size bilgileriyle bir yere gelebildikleri izlenimini veriyorlar mı? Yahut işçi avukat, patronu olan avukattan daha az şey bildiği için mi onun hizmetinde çalışmaktadır?
Bugün avukatlık mesleğini icra eden herkes bilmektedir ki, iyi görünüme sahip bir otomobil, bir müvekkilin ziyaret edilişinde önemli bir yere sahiptir. Gerçekleştirdiğiniz toplantıda hukuki bilginizden çok ipek kravatınız, seramik kayışlı kol saatiniz öne çıkabilir. Esasen burada tarafımızın daha çok eleştirdiği eşyanın kendisi ya da eşyaya sahip olmak değil, bunların kullanılış şekli ve ediniliş amacıdır. Karşınızdaki insanın ve toplumun ekseriyetinin algısında siz bunlara, işinizde iyi olduğunuz için sahipsinizdir. Haliyle onun sorununu da rahatlıkla çözebilirsiniz. Çünkü modern çağın tek ve önemli gücüne sahipsinizdir. Belli bir süre sonra bakarsınız ki, meta edinişiniz belli bir düzenin devamının teminatı haline gelmiştir. Aracınızı daha çok iş getirmesi için ya da işinize rahat gidip gelebilmek için edinirsiniz. Evinizi alışınızdaki amaç işinize dinlenmiş olarak gidebilmek içindir. Burada toplumu meydana getiren ortalama insanlar baz alınarak konuşulduğu unutulmamalıdır. Yoksa tersi düşünceler de muhakkak ki mevcuttur.
J. J. Rousseau, “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” isimli eserinde “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip, -bu, bana aittir!- diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Bu sınır kazıklarını söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da hem cinslerine -Bu sahtekâra kulak vermekten sakınınız! Meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise kimsenin olmadığını unutursanız, mahvolursunuz!- diye haykıracak olan kişi, insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden, nice yoksulluklardan ve nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu!” demektedir.[3] Aslında kimse birinin belirlediği sınırları sorgulamaksızın kabul edecek kadar saf değildi. Muhtemeldir ki karşılarında o mülkiyet iddiasını teminat altına alan, ya da kendilerininkini alt edecek kadar güçlü bir kaba kuvvet buldular. Bu kaba kuvvetin ise bugünkü tezahürü sermayedir. Para daha çok paranın, mülkiyet daha çok mülkiyetin doğal ve güçlü bir teminatıdır. Bugün erişilen kapitalist düzende bir avukatın salt bilgisiyle rahatlıkla yükselebileceğini söylemekle, bir işçinin salt emeğiyle, günde 10 saat çalışarak, fabrika sahibi olabileceğini söylemek aynı şeydir.
Yukarıda anlattıklarımızın hiçbiri tabii ki sadece avukatlara has değildir. Ancak “meta düşkünlüğü” her türlü sömürünün ve köleliğin karşısında olduğu iddiasındaki bir meslek grubunun mensuplarından başka hiçbir meslek grubunda da bu kadar iğrendirici durmamaktadır. Düğmeli cübbeler, nice putlar önünde iliklenmektedir.
Av. Bilgehan Taha SOLAK
-------------
[1] Erich FROMM, Özgürlükten Kaçış, Say Yayınları, 3. Baskı, sayfa 126
[2] Erich FROMM, Özgürlükten Kaçış, Say Yayınları, 3. Baskı, sayfa 131
[3] J. J. Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Say Yayınları, Sayfa 133