“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin, için. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.”

Kur’an-ı Kerim, “Araf 19”

İnsanlığın hikâyesi bir mülkiyet ihlâliyle başlar. Âdem ile Havva, Şeytana uyup Allah’ın mülkünde yasakladığı, müsaade etmediği meyveyi yerler. İlk günah, yani cennetten kovulmamızın nedeni aslında bir mülkiyet ihlâlidir.

Teolojik literatürde mülkiyetin tarihi dünyadan öncesine kadar gider. Nerede insan varsa orada mülkiyet meselesi vardır. O kadar ki ilk kardeş cinayeti, Âdem’in oğullarının kendi kurbanlarının kabulü hakkındaki tartışmaları neticesinde işlenmiştir. Bu hikâyeyi doğrudan mülkiyetle ilişkili kılan husus ise “kurban”dır. Bir şeyi kurban edebilmek için evvela ona sahip olmak gerekir. O vakit ilk kardeş katlinin yine bir mülkiyet meselesinden doğduğu aşikârdır.

Dolayısıyla “insanlık tarihi=mülkiyet tarihi” dersek hiç de abartmış olmayız. Çünkü mülkiyet sadece bugün değil ilk atalarımızdan bu yana hep insanoğlunun gündemindedir. İnsanlık tarihinin kavgası daima mülkiyet kavgasıdır. Savaşlar, fetihler sadece mülk/toprak/ganimet içindir. İç karışıklıklar çoğu zaman mülkiyetin adaletsiz dağılımı nedeniyle çıkar.

Zihin, içinde yaşanılan toplumun ve çevrenin bir parçası olarak şekillendiğinden, kişinin mülkiyete ilişkin genel kabulleri esasında o daha doğmadan önce oluşmuştur. Kendisinden önce varolan bir toplumun içine doğan insan toplumsallaşma süreci içinde mülkiyete ilişkin bu genel kabulleri içselleştirir. Fakat bu genel kabullerin içselleştirilmesi bireyden bireye farklılık arzeder. Benlik anlayışının bireyselliğin üzerine inşa edildiği yerde bireysel mülkiyet ya da tam aksine benlik anlayışının kolektivite üzerine inşa edildiği yerde ise kolektif mülkiyet ortaya çıkar. O yüzden kişinin “ben”i nasıl tanımladığı ve “ben”den ne anladığı mülkiyete dair kavrayışı açısından çok belirleyicidir.

Mülkiyete dair tartışmalar/çatışmalar mülkiyetin olup olmaması hakkında değil, daha ziyade mülkiyetin kimde olacağı hakkındadır. Mesela sosyalizm mülkiyeti reddetmez; sadece kişilerden alıp devlete verir. Mülkiyet hakkının nasıl ele alındığı, toplumların ideolojilerini, sistemlerini dahi belirler. Sistem mülkiyet hakkını bireylere verirse kapitalizm, devlete verirse sosyalizm, bizatihi topluma verirse komünizm ortaya çıkar.

Ayrıca dinler tarihine baktığımızda mülkiyetin inanç ile de çok yakın ve derin bir ilişkisinin olduğunu görürüz. İslâmî dünya görüşünde mülk tartışmasız Allah’ındır. İnsan ise sadece bir emanetçidir. Bu nedenle İslâm inancında ihtiyaçtan fazlasına sahip olunması makul ve hoş görülmez. Dinî açıdan malı kazanırken, kullanırken ve elden çıkarırken belirli kaidelere uyulması gerekir.

Elbette mülkle ilişki kurmanın başka kültürlerde ve başka inançlarda çok farklı biçimleri vardır.

Genel itibarıyla dinlere baktığımızda, bütün farklılıklarına rağmen şu üç konu üzerinde yoğunlaştıklarını görürüz:Mülkiyet, ölüm ve cinsellik.Bu üç konu insanlığın üç kadim muammasıdır. Bu açıdan bakıldığında dinler, insanlığın ölüm, cinsellik ve mülkiyet hakkındaki kaygılarını, bu üç muammaya dair sorunlarını ve sıkıntılarını gidermeyi amaçlar.Herhangi bir insanın ölüm, cinsellik ve mülkiyet karşısındaki tutumundan onun karakteri hakkında pek çok fikir edinebiliriz. Çünkü insan olarak hepimizin kutsalı, bir şekilde bu üç muamma ile ilişkilidir; ya onlardan kaynaklanır ya da onları pekiştirir. “Din” kelime anlamı olarak yol demektir. İnsan yol ayrımına geldiğinde kararını, tercihini belirleyen güç onun yolu, yani dini, kutsalıdır. Bu karar/tercih ânında siyasî görüşü, ahlâk anlayışı, dünyaya bakışı ve benzeri her türlü inancı hep arka planda kalır. İnsan kararını verirken neyi esas alıyorsa kutsalı odur: Tercihlerimiz kutsallarımızdır ve kutsallarımız da tercihlerimizdir. Kişinin kendisine dindar, demokrat vs. demesi pek bir şey ifade etmez. Parayı tercih ediyorsanız kutsalınız paradır ve kutsalınız paraysa parayı tercih edeceksinizdir.

Mülkiyet en temelde sahiplenmedir. Mesele bu sahiplenmenin nerede başlayıp nerede biteceği ve sınırlarının nasıl belirleneceğidir. Mülkiyetten bahsedebilmek için; evvelâ bir nesne olarak mülk ve ardından bir özne olarak da mülkü sahiplenen olmalıdır. Bu özne-nesne ilişkisinin, yani sahiplenen-sahiplenilen ilişkisinin olmadığı yerde bir mülkiyet ilişkisi de yoktur. Bu ilişkide asıl soru öznenin mi yoksa nesnenin mi daha baskın olacağıdır. İnsan ilk bakışta bu sorunun cevabının özne olduğunu, öznenin nesneye baskın olacağını düşünebilir. Ama cevap zannedildiği gibi böyle basit değildir. Servet sahibi bir kişi, kuşkusuz yoksul biri karşısında güçlüdür. Fakat yarın bir gün şartlar başkalaştığında söz konusu servetin el değiştirmesiyle birlikte güç de el değiştirecektir. Bu da bize nesnenin gücünü ve etkisini azımsamamamız gerektiğini gösterir.

Bu ilişkide asıl belirleyici olan nesnenin kendisinden ziyade öznenin nesneye yaklaşımıdır. Nesneyi merkeze koyan insan, esasında nesnenin hâkimiyeti altına girer. Nesneyi merkeze koymayan, mesela tecrübe odaklı bir insan, kendisini nesneden özgürleştirdiği için nesnenin hâkimiyeti altına girmez, aksine daha fazla paylaşarak nesneyi kendisine tâbi kılar. Yani malik ile mülk edinilen arasındaki ilişki, kişinin nesneyle nasıl ilişki kurmayı tercih ettiğine bağlıdır.

İnsanın mülkiyet motivasyonunun kişiden kişiye farklılık göstermesine tarihten çok güzel bir örnek Diyojen ile İskender’dir. İkisi de mülkiyetle ilişki kurma tarzımızın iki zıt kutbu gibidir. İskender her şeyi kendi iradesine tâbi kılmak, bütün dünyayı mülkü yapmak isterken, Diyojen ise en temel gereksinimlerinin dışında hiçbir nesneye sahip olmak niyetinde değildir. İskender kendisine “dile benden ne dilersen” dediğinde, Diyojen sadece “gölge etme başka ihsan istemem” diye cevap vermiştir. Bu küçük atışmadan bile görebileceğimiz üzere ikisinin mülkiyetle ilişki kurma tarzları birbirine taban tabana zıttır.

İktidar tutkusu ile yanıp tutuşan İskender’in aksine Diyojen kendisini mülkten ve sahip olma fikrinden azade kılmış özgür bir bireydir. Oysa menfaatini düşünen insan asla özgür değildir. O daima günün sonunda ne kazandığının ve ne kaybettiğinin muhasebesini tutan ve bunun için de kendisini akıllı hisseden ama aslında kendi hırsının ve malvarlığının kölesi olmuş birisidir.

Kapitalizmin küreselleştiği günümüzün tüketim toplumlarında artık Diyojen gibi yaşamak çok da mümkün değil. Çünkü neredeyse kapitalist sistemin dışı yok. İşlerini yaparken aldıkları haz, o işten kazandıkları parayı harcarken aldıkları hazdan daha yüksek olanlar, günümüz toplumunda sistemin dayatmalarına karşı bir nebze kendilerini özgür kılabilenlerdir.

Ne parayı kazanmak için yaptığı işi yaparken haz alan ne de o işten kazandığı parayı harcarken haz alan insanlar vardır. Balzac’ınTefeci Gobseck’ini bilenler hatırlayacaklardır, bunlar sadece para kazanmayı ve istiflemeyi severler.

Bireylerin mülkiyete karşı tutumlarının yanı sıra, toplulukların da mülkiyetle ilişkisinden bahsetmek gerekir. Çünkü toplulukların yaşam biçimleri ve kültürleri, o topluluklara mensup bireylerin mülkiyetle kuracakları ilişkide belirleyicidir. Mesela göçebe kültürüyle yerleşik kültürün mülkiyetle kurduğu ilişki tarzları birbirinden farklıdır. İlk bakışta göçebelerin toprakla kurdukları ilişki yerleşik toplum mensuplarının toprakla kurdukları ilişkiye benzemediği için göçebelerin mala mülke değer vermediği yanılgısına düşülebilir. Oysa göçebe topluluklarda bile mal mülk sahibi olmak bir statü göstergesidir. O kadar ki birçok göçebe toplulukta ölenler, ölümden sonraki hayatlarında lâzım olacağı inancıyla eşyalarıyla birlikte gömülürler.

İnsanların yerleşik kültüre geçmesinden öncesi hakkında günümüze ulaşan çok fazla kayıt yok. Yerleşik kültür öncesine dair bildiğimiz en önemli şey, göçebe toplulukların yarın, bugün oldukları yerde olmayacaklarıdır. Bu hareket kabiliyeti onların yerlerini belirlemeyi güçleştirdiğinden göçebe toplulukların en büyük avantajıdır. Göçebelerle mukayese edildiğinde yerleşiklerin en büyük dezavantajı yerlerinin sabit, bilinir ve belli olmasıdır.

Tarih öncesi devirlerden bu yana topluluklar mülklerini korumak için savaş makinasına ihtiyaç duyarlar. Bu açıdan savaş makinası devleti de önceler; çünkü daha devletin olmadığı göçebelik zamanlarından beri vardır. Bir topluluk halinde yaşamaya başladıkları andan itibaren çalışırlar, bir şeyler edinirler ve artık değerler üretirler. İşte savaş makinası tam da bütün bu üretimi ve artık değeri korur. Savaşlar ya bu artık değeri ele geçirmek için yahut da bu artık değeri korumak için yapılır. Bu yüzden de savaşçılar ya “artık değeri” korudukları için düzenli maaş alırlar, yahut da “artık değeri” ele geçirdiklerinde ganimetten paylarını alırlar.

Esasında savaş makinasının işleyişi şu temel gerçeğe dayanır: Çalışanlar ve üretenler yarattıkları serveti, değeri, birikimi, malı, mülkü korumak için savaşmaya mecburdurlar; üretmeyen ve değer yaratamayanlar bu birikimi, serveti mal varlığını yağmalamak için savaşa girerler. Fakat tarih içerisinde savaş makinası üretimin artmasıyla birlikte giderek büyüdüğü için çevredeki artık değere göz ve el koyan büyük imparatorluklar da olmuştur. Çevrenin bütün zenginliği merkeze doğru aktığı için “Bütün yollar Roma’ya çıkar.”

Erken tarım toplumlarında zenginlik tapınağın etrafında, yani merkezde toplanır. Merkezde toplanan bu zenginliğin paylaşımı yeni bir toplumsal iş bölümü yaratır: Savaşçılar, yöneticiler, üreticiler, din adamları. Bu yeni durum mevcut oyunun değiştiği anlamına gelir. Evet herkes artık değerden kendisine yetecek kadarını alıyordur ama hâlâ ortada biriken büyük bir zenginlik vardır. Bu nedenle bu yeni toplumsal iş bölümünde nesneler giderek daha fazla önem kazanmaya başlar.

Zaten devlet yapılanmasına da nesnenin nasıl kullanılacağı ve paylaşılacağına dair sorunları çözmek için ihtiyaç duyulmuştur. Bu anlamda “toplum sözleşmesi” mülkiyeti güvence altına almak için vardır. Bu nedenle mülkiyet sorunları çözülemediğinde ya da artık değerin paylaşımının adaletsiz olması sonucunda gelir dengesi aşırı derecede bozulduğunda evvelâ devletin meşruiyeti tartışılmaya başlanır.

Nitekim Fransız İhtilâli de devlet hayatın içerisinde değişen mülkiyet ilişkilerini ihtiyaca göre düzenlemekte ağır kaldığı için yaşanmıştır.

Fransız İhtilâli, toprağa bağlı yaşayan serflerin nüfusun %80’ini oluşturduğu bir toplumda gerçekleşmiştir. Bu da nüfusun geri kalanının soylular ve toprak sahipleri olduğu anlamına gelir. Serfler her ne kadar köle değillerse de yine de sözleşmelerde taraf olamazlar. Bu da mülk edinmelerinin çok mümkün olmadığını gösterir. Edindikleri mülk ancak üretimi sürdürmeye yetecek kadardır. Bu durumda mevcut hukukun sadece toplumun geri kalan ayrıcalıklı %20’si için geçerli olduğu ve onların lehine işlediği meydandadır.

Tam da bu eşitsiz ilişkilerin yaşandığı toplumda ihtilâl öncesi yeni bir sınıf doğar: Bankerler/Tüccarlar.

Aydınlanma döneminde bankerler ve tüccarlar yükselen bir sınıf olarak boy gösterir. Devrimin bir neticesi olmaktan çok devrimin öncesinde gayet organik bir şekilde ortaya çıkmış ve piyasayı oluşturacak ve çalıştıracak kadar güçlenmiştirler. Başlıca müşterileri de soylular olur. Soylular değişen üretim ilişkilerinin sonucunda artık eskisi kadar güçlü bir sınıf olmadıkları için yavaş yavaş zenginliklerinin ve iktidarlarının ihtişamını da kaybederler. Bunun neticesinde çok geçmeden soylular bankerlerden borç almaya mecbur kalırlar. Burjuvalar soylulara borç vermeye başladıktan sonra onlara söz geçirmeye de çalışırlar. Neticede parayı veren düdüğü çalar. Soylular buna karşı dirense de, varlıklarının likit olmasının gücünü kullanan burjuvalar toprak sahibi soylular karşısında geri adım atmazlar. Tarihin bu noktasında soylularla burjuvaları tahterevalliye binmiş gibi düşünebiliriz. Soylular bir sınıf olarak hızla inişe geçerken, burjuvalar bir sınıf olarak yükselmektedir. Bu elbette iki sınıf arasında bir husumet doğurur. Burjuva geniş emekçi kitlelerinin sömürülmesinden kaynaklanan bastırılmış enerjiyi soylulara yönelik bir öfkeye dönüştürür. Emekçi sınıfları soylulara karşı organize ve finanse ederler. Motivasyonları serflerin de mülkiyet kazanma haklarının olması gerektiği ve çalışma şartlarının iyileştirilmesidir. Zaten çok geçmeden ihtilâl de gerçekleşir. Neticede soylular toprağa sahip oldukları için yine zengindirler. Burjuvalar ise ihtilâlin neticesinde müşterileri daha da arttığı ve politik iktidarı onlara verdiği için daha da zenginleşirler. Değişmeyen tek şey serflerin her zamanki fakirliğidir. Serflerin kazandığı tek şey aslında sadece bir ihtimaldir. O ihtimal de şudur: Bir yolunu bulabilirlerse artık mülk edinme hakları vardır. Çok az da olsa bir yolunu bulabilenler olmuştur. Neticede dünyada başarı hikâyeleri de vardır. Hiç kuşkusuz bu ihtimal çok değerlidir. Çünkü kendi emeğinden başka hiçbir şeyi olmayanların da artık yukarıya tırmanma şansı vardır.

Fransız İhtilâli’nden sonra tarımsal üretimin ekonomideki başat rolünü yitirmeye başlamasıyla işsiz kalan serfler şehirlere akın ettiler. Bunun sonucu kırlarda nüfus azalırken büyükşehirlerin nüfusu yüz yıl gibi kısa bir sürede aritmetik değil geometrik arttı. Buhar gücünün üretimde kullanılmasıyla birlikte sanayi hızla gelişmeye başladı. Bu hızla gelişen sanayiyide sömürgecilik dünyanın başka ülkelerinden topladığı hammaddeyi Avrupa’ya getirerek besledi. Üretim giderek daha büyük ölçekte ve daha yoğun yapılır oldu. Yani hızla gelişen sanayi daha fazla işçiye ihtiyaç duymaya başladı. Bir başka deyişle bir üretim aracı olarak toprağın yerini fabrika alınca yeni üretim ilişkileri ve yeni sınıflar doğdu. Neticede eskiden tarım işçisi olan ama bu yeni dünyada işsiz kalan serfler proletaryaya dönüştüler.

Emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan bu insanlar ancak hayatta kalacak ve ertesi gün yeniden fabrikada çalışmalarını sağlayacak kadar düşük koşullarda, düşük ücretlerle, karın tokluğuna çalışmaya başladılar. Bunun neticesinde işçiler emeklerinin karşılığında maaş almayı ve üretim neticesinde oluşan artık değerden pay almamayı adil ve normal kabul eder oldular.

Bu durum zaman içinde başlangıçtaki şiddetini azar azar kaybetse de neredeyse 1929 yılındaki Büyük Buhran’a ve hemen ardından patlayan II. Dünya Savaşı’na kadar aşağı yukarı böyle devam etmiştir. Büyük Buhran kapitalistlere üretim fazlasının satılamadığı ve stokların arttığı bir durumda sistemin krize gireceğini öğretti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan iki kutuplu dünyada ise artan komünizm tehlikesiyle birlikte kapitalistler çözümü işçi sınıfını nitelikli tüketiciye dönüştürmekte buldular. Bunun için hem işçi sınıfının gelirini arttırıp yaşam standartlarını yükselterek hem de onu ürettiği ürünlerin tüketicisi haline getirerek bir taşla iki kuş vurmayı denediler: Böylece refah düzeyi yükselmiş işçiler komünizme meyletmeyecek ve yükselen maaşlarıyla daha fazla tüketim yapabileceklerdi. Bu dönem sosyal hak ve güvenceler ile hayat kalitesi açısından belki de işçi sınıfının görece en parlak dönemidir. Çünkü proletaryanın tüketiciye dönüşmesi mülkiyeti tarihte ilk defa biraz demokratikleştirir. Artık işçi sınıfının hayalleri bir ev ve bir arabaya endekslenmiştir.

Elbette İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan teknolojik gelişmeyle, özellikle de internetin yaygınlaşmasıyla birlikte mülkiyetin konusu daha da genişlemiştir. Son birkaç senedir aslında mülkiyet algımızı ve mülkiyetle ilişkimizi yine derinden değiştirecek büyük bir dönüşüm yaşıyoruz. Mesela bir tür sanal para olan kripto para veya bir tür sanal evren olan “metaverse” diye yepyeni kavramların türediğine şahitlik ediyoruz. Hiç kuşkusuz küresel ısınma ve pandemi gibi felaketler de mülkiyetin mahiyeti hakkındaki tartışmayı daha derinleştirip bambaşka düzlemlere çekecek gibi görünüyor. Fakat yine de hâlâ mülkiyete sahip olanlar ile mülkiyetten yoksun olanlar arasındaki ihtilaf ve çatışma ortadan kalkacağa benzemiyor.

O vakit, şimdi bütün hikâyeye bakış açımızı değiştirecek ters bir soru sorabiliriz: Tersine bir dünyada, mülkiyetin el değiştireceğini varsaysak bile mülkiyetten kaynaklanan sorunlardan kurtulabilir miyiz?