1. Giriş
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi aşağıdaki kararında önüne gelen uyuşmazlığı çözerken insani bir yaklaşım sergilemiş, bu yaklaşımla hayatın olağan akışını ve davanın taraflarının da birer insan olduğu hususlarını esas alarak karar vermiştir. Şöyle ki;
“…Nüfus kaydına göre, satış tarihinde 75 yaşında bulunan davacının yalnız bir kimse olduğu, evlat edindiği kişinin ilgi göstermemesi nedeniyle ortada kaldığı, maddi imkânlarının elverişli olmasına rağmen bakıma ve korunmaya muhtaç duruma düştüğü anlaşılmaktadır.
Yaşlılık ve yalnızlıktan ötürü hayatını tek başına sürdürmek zorunluğunda kalan, kalabalık olan dünyada Robenson gibi etrafsız bir kişi durumuna düşen davacının esaslı bir sıkıntı -müzayaka- içinde bulunduğu şüphesizdir. Müzayaka halinin çeşitleri vardır. Maddi ve manevi olabilir. Davacı yaşı, belki özel durumu ve inceleme konusu yapılmayan psikolojik yapısı itibariyle bakılmaya, korunmaya ve yakın ilgiye ihtiyaç gösteren halde olabilir. İçinde bulunduğu toplumun dışında yaşamak korkusu davacıyı bir bunalıma itmiş ise, bu halin manevi müzayaka olarak sayılması gerekir.
Davacının dışına atıldığı kanısında bulunduğu toplumla ilişki kurmasını sağlayacak -hiç değilse- bir kaç kişinin yardımına, himaye ve alakasına ihtiyacı olduğu şüphesizdir…”[1]
Konumuz açısından söz konusu karardaki isabetli yaklaşımın önemi aşağıda ayrıntısı ile ele alınacaktır.
2. Muris Muvazaası Kavramı ve Hukuki Sonuçları
Bilindiği üzere muris muvazaasında, mirasbırakan ile sözleşmenin karşı tarafı malın temliki hususunda anlaşmakta, ancak görünüşteki sözleşmenin niteliği değiştirilmektedir. Mirasbırakanın gerçek amacı bağış iken, genellikle satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi yaparak gizli sözleşmeyi gizler. Buradaki gizli sözleşme bağış, görünürdeki sözleşme ise satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesidir. Muvazaalı olan görünürdeki sözleşme olan satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesidir. Muris tarafından muvazaalı temlik gerçekleştikten sonra bu iradenin devamını sağlayacak şekilde yapılan satışların ne şekilde gerçekleştiğinin bir önemi yoktur.
Bir gizli sözleşme bulunduğundan muris muvazaası, TBK’nin 19. maddesinde düzenlenen bir nisbi (tam) muvazaa niteliğindedir. Hem gizli sözleşmede ve hem de görünürdeki sözleşmelerin amacı temlik olup, taraflar temlik konusunda anlaşmışlardır. Ancak görünürdeki sözleşme yasal kurallarına uygun yapılsa dahi, gizli sözleşme eğer yasal şekil kurallarına uygun yapılmazsa, gizli sözleşme yasal şekil kurallarına uygun olmadığından ve görünürdeki sözleşme ise muvazaalı olduğundan her ikisi de geçersizdir. Bu nedenlerle mirasbırakanın bazı tasarruflarında örneğin taşınır mallar ile tapusuz taşınmazların devirlerinde muris muvazaası uygulanmaz. Çünkü bu temliklerde görünürdeki satım sözleşmesi muvazaalı olduğundan geçersiz olsa da, bağış olan gizli sözleşme herhangi bir şekle bağlı olmadığından, gizli sözleşmenin şekil eksikliğinden dolayı iptali yoluna gidilemediğinden, mirasbırakanca muvazaalı bir devir yapılsa dahi, muris muvazaası nedeniyle iptali yoluna gidilemez.
Muris muvazaasında mirasbırakan ile karşı taraf arasında yapılan muvazaa anlaşması mevcut olup, amaç mirasçıları aldatmak, mirasçılarından mal kaçırmaktır. Bu amaç ise görünürdeki sözleşme ile gerçekleştirilir. Asıl amaç gizli bağış olmasına rağmen görünürde bu işlemi satış sözleşmesi veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi olarak gerçekleştirilir.
“...Muris muvazaası, niteliği itibariyle 818 Sayılı Borçlar Kanunu (BK’nın 18. maddesinde düzenlenen bir nisbi (mevsuf -vasıflı) muvazaadır. Mevsuf muvazaada, yanlar, görünürdeki muvazaalı işlemin altında, hüküm ve sonuç yaratmasını istedikleri başka bir işlem yaparlar... Borçlar Kanunu’nun 18. ve Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddelerine göre, hukuki işlemlerde bildirimde bulunanın kullandığı sözlere bakılmayarak, objektif iyiniyet kuralları gereğince kendisine karşı bildirimde bulunulanın sözlerinden ne gibi bir anlam çıkarması gerekiyorsa, ona uygun yorum yapılmalıdır... Muris muvazaasında, miras bırakan ile sözleşmenin karşı tarafı aralarında yaptıkları bağış sözleşmesini, genellikle satış veya ölünceye kadar bakma akdi ile gizlerler. Görünüşteki sözleşmenin vasfı, tamamen değiştirildiğinden muris muvazaası aynı zamanda tam muvazaa özelliği de taşır... Muris muvazaası ile taraf muvazaası arasında kasıt yönünden farklılık vardır. İlkinde, mirasçıları, diğerinde ise üçüncü kişileri aldatma ve zarar uğratma kastı vardır. Bu sebeple muris muvazaasında, murisin mirastan mal kaçırmak amacıyla hareket edip etmediği önemlidir. Bunun dışında mirasçıların kim olduğunun önemi yoktur.
Muris muvazaası, Borçlar Kanunu’nun 18. maddesi dışında herhangi bir kanuni düzenlemeye tabi tutulmamıştır. Kaynağını daha çok Yargıtay İçtihatlarından ve ilmi görüşlerden almakta ise de esas dayanağını, 1.4.1974 tarih ve 1974/1-2 Sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı oluşturmaktadır...”[2]
“...Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptali-tescil, olmadığı takdirde tenkis isteğine ilişkindir...
Somut olayda, parselin mirasbırakan Nuri tarafından 12.01.1989 tarihinde “satış” suretiyle temlik edilerek malvarlığından çıkarıldığının getirtilen kayıtlarla saptanmış olması karşısında, anılan taşınmazın da 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararı kapsamında değerlendirilmesi gerekeceği açıklık kazanmıştır. Taşınmazın mirasbırakanın temlikinden sonra başka temliklere de konu edilmesi halinde, sonraki temliklerin ne şekilde (satış, ölünceye kadar bakım akti, bağış v.b.) gerçekleştirildiğinin 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararının uygulanması açısından sonuca bir etkisi yoktur. Artık, sonraki temlikler bakımından değerlendirilecek tek husus, mirasbırakanın mal kaçırma iradesinin devamını sağlamaya yönelik danışıklı temlikler olup olmadıkları hususudur.
Hal böyle olunca, dava konusu parsel bakımından da 1.4.1974 tarih 1/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararı kapsamında değerlendirme yapılması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile taşınmazın “hibe” yoluyla temlik edildiğinden bahisle yazılı biçimde hüküm kurulması isabetsizdir...”[3]
Yukarıdaki Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararında da belirtildiği üzere, kaynağını daha çok Yargıtay İçtihatlarından ve bilimsel görüşlerden almakta ise de esas dayanağını, 1.4.1974 tarih ve 1974/1-2 Sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı oluşturmaktadır. Söz konusu içtihadı birleştirme kararının sonuç kısmı aşağıya alınmıştır.
“...Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicillinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılarının, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanunu’nun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanun`un 507. ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına, Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 1.4.1974 günlü ikinci toplantısında oy çokluğuyla karar verildi...”[4]
1.4.1974 tarih ve 1974/1-2 Sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında belirtilen ilkeler daha sonra kabul edilen 22.5.1987 tarih ve 1986/4 Esas, 1987/5 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında ve 16.3.1990 tarih ve 1989/1 Esas 1990/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da aynen benimsenmiş ve uygulama bu yönde gelişmiştir.
Muris muvazaasının temelini oluşturan 1.4.1974 tarih ve 1974/1-2 Sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararından da anlaşılacağı üzere, yalnız tapuya kayıtlı taşınmazların devirlerinde, mirasçıların mirastan mahrum edilmesi amacıyla yapılması halinde uygulanır. Bu halde saklı pay sahibi olsun veya olmasın (işlemden sonra mirasçılık sıfatını kazananlar dâhil) tüm mirasçılar tapu sicilinin düzeltilmesi davası ve 22.5.1987 tarih ve 1986/4 Esas, 1987/5 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararıyla imkân tanınan kademeli (terditli) tenkis davası açabileceklerdir.
3. Murise Sağlığında Yapılan Bakımın Önemi ve Davaya Etkisi
Muris muvazaasına dayalı tapu iptali-tescil davasında ispat yükü TMK’nin 6. ve HMK'nın 190. maddeleri gereği davacı tarafa aittir. İspat edilmesi gereken husus ise, taşınmaz devri yapan mirasbırakanın asıl amacının mirasçılardan mal kaçırma olduğudur. Mirasçılar üçüncü kişi olarak (mirasbırakan ile alıcı arasında gerçekleşen muvazaalı işlemden dolayı miras hakkı zedeleniyorsa) yani miras hakkına dayalı olarak dava açtıklarında iddialarını tanık dâhil her türlü delille ispatlayabilirler.
Mirasbırakanın tasarruflarının mirasçılardan mal kaçırmak amaçlı yani muvazaalı oldukları hususunun ispatında objektif ve sübjektif deliller dikkate alınmalıdır. Bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır.
“…uyuşmazlık; dava konusu taşınmazın miras bırakan tarafından ara malik kullanılarak davalı ...'e temlikinin mirasçılardan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğunun davacı tarafça ispat edilip edilemediği noktasında toplanmaktadır…
Diğer bir anlatımla, muris muvazaası davalarında, miras bırakan tarafından yapılan temlikin muvazaalı ve terekeden mal kaçırma amacıyla yapıldığını ispat yükü davacı tarafa aittir.
Dava açan mirasçılar, miras bırakan ile davalı arasındaki sözleşmenin dışında olduklarından üçüncü kişi konumundadırlar. Bu nedenle iddialarını tanık dâhil olmak üzere her türlü delille kanıtlamaları mümkündür. Kanunen kendilerine intikal etmesi gereken miras haklarına, miras bırakan tarafından muvazaalı olarak yapılan sözleşme ile engel olunduğundan bu sözleşmenin muvazaalı olduğunu ileri sürerek iptalini istemekte hukukî yararlarının bulunduğu açıktır.
Ancak bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün, diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır…”[5]
Yukarıda giriş kısmında ele aldığımız içtihat işte bu aşamada önem arz eder. Şöyle ki;
Bilindiği üzere satış sözleşmesinin unsurları, satılan mal (mebi)[6], satış parası (semen)[7] ve bunların karşılıklı değiştirileceğine ilişkin bir anlaşmadır.[8]
Görüldüğü üzere satışa konu edilen bir malın devri mutlaka belirli bir semen karşılığında olacaktır. Eğer satış sözleşmesinde bir bedel kararlaştırılmamışsa veya kararlaştırılan semen gerçek değerinden düşük ise Yargıtay içtihatlarına göre semenin bir başka ifade ile malın bedelinin mutlaka para olması şart olmayıp belirli bir hizmet veya bir emekte olabileceği kabul edilmelidir.
Yani sağlığında mirasbırakana bakım nedeniyle harcanan emek ahlaki görevi aşacak derecede ise, bu durumda mirasbırakanın kendisine bakana yaptığı devrin bir bedel karşılığı yapıldığı kabul edilecek ve mirasbırakanın mal devrederken gerçek iradesinin mirasçılardan mal kaçırma değil de, sağlığında ahlaki görevi aşar şekilde kendisine bakana bu bakım karşılığı devrettiği yönünde ise artık muris muvazaasından bahsedilemez. Hatta devir yapılan kişi murisin çocukları bile olsa, eğer yapılan bakım ahlaki görevi aşacak şekilde ise artık yapılan devrin muris muvazaası nedeniyle iptali mümkün değildir. Kanaatimce insani ve adil olanı da budur.
Aşağıdaki içtihatlar da bu yöndedir.
“…uyuşmazlık; somut olayda mirasbırakanın 12.05.2010 tarihinde davalı kızına ölünceye kadar bakma sözleşmesiyle yaptığı temlikin mirasçılardan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olup olmadığı noktasında toplanmaktadır…
Dosyadaki deliller incelendiğinde, Çorum'da ikamet eden mirasbırakanın ölmeden önceki son yedi yılını kanser hastası olarak geçirdiği, Ankara'ya gelip gitmek suretiyle tedavi gördüğü, bu sırada Ankara'da oturan davalı kızının kendisi ile ilgilendiği, zaman zaman Çorum'a da gidip gelerek hem hastanede hem de evde kalarak babasına baktığı, bu sırada kalp ameliyatı olan annesine de bakıp ilgilendiği anlaşılmakta olup, mirasbırakan tarafından kızının sağladığı bu bakım ve ileride de kendisine bakıp gözetmesi amacıyla dava konusu taşınmazın devredildiği açıktır. Nitekim ölünceye kadar bakma sözleşmesi yapıldıktan sonra davalı Çorum'a babasının yanına taşınmış, yaşlı ve hasta olan murise ölümüne kadar bakarak sözleşmeyle üstlendiği edimini ifa etmiştir…
Ayrıca belirtmek gerekir ki, ölünceye kadar bakıp gözetme koşulu ile yapılan temliki işlemin geçerliliği için sözleşmenin düzenlendiği tarihte bakım alacaklısının özel bir bakım gereksinimi içerisinde bulunması zorunlu değildir. Bu gereksinmenin sözleşmeden sonra doğması ya da bu sözleşmede tarafların hak ve borçları bakım alacaklısının ömrüyle sınırlı olduğundan bakım alacaklısının ölümüne kadar çok kısa bir süre sürmüş olması da sözleşmenin geçerliliğine etkili değildir.
Tüm bu olgular karşısında, murisin taşınmazını sadece bir görünüş yaratmak için değil de samimi olarak bakım temini için ölünceye kadar bakma sözleşmesiyle devrettiği, diğer mirasçılarından mal kaçırma amacını taşımadığı, bakım borçlusu olan davalının da babasına bakarak karşı edimini ifa ettiği anlaşılmakta olup, gerçek bakım karşılığı yapılan sözleşmenin muris muvazaası nedeniyle geçersiz olduğundan söz edilemez…”[9]
“...Tüm bu olayların gelişiminden, murisin eşinin ölümünden sonra yalnız kaldığı, sağlık sorunları nedeniyle eşinin tüm bakımını yapan ve ona destek olan gelinine eşinin ölümünden kısa bir süre sonra taşınmazını temlik ettiği görülmektedir.
Öncelikle belirtilmelidir ki, davacıların mirasbırakan tarafından yapılan bu temlikin diğer mirasçılardan mal kaçırma amacıyla yapıldığını kanıtladıklarını söyleme imkanı bulunmamaktadır. Mirasbırakanın, davalının eşine sağladığı bakım ve desteğin yarattığı minnet duygusu yanında ileride kendisine de bakacağı düşüncesi ve güveniyle hareket ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim murisin ölmeden önce kendisine bakması için dava konusu taşınmazı davalıya sattığı bir kısım davacı tanıkları tarafından da dile getirilmiştir. Her ne kadar taşınmazın resmî akitteki değeri ile gerçek değeri arasında fark bulunmakta ise de salt bedeller arasındaki oransızlık muvazaanın varlığı için yeterli delil olmadığı gibi terekesinde başka taşınmazları bulunan mirasbırakanın mal kaçırma amacıyla hareket etmesi hâlinde bu taşınmazları da temlik edebileceği hâlde etmediği gözetildiğinde, dava konusu taşınmazın temlikinin muvazaalı olmadığının kabulünü gerektirmektedir.
Diğer taraftan, temlik tarihinden sonra yatağa bağımlı halde yaşayan kayınpederine normal bir bakımın ötesinde bakım ve destek sağlayan davalının bu aşırı hizmetinin semen olarak değerlendirilmesi hukuka uygun düşeceğinden, böyle bir durumda yapılan temlikin ivazlı olduğunun kabulü gerekmektedir...”[10]
“...Diğer taraftan; evladın elverdiğince ebeveynine bakıp yardım etmesi ahlaki bir görev ise de, görev sınırının aşıldığı, ana babanın normal bakımın ötesinde ihtimama muhtaç olduğu durumlarda evladın hizmetin karşılığında bir şey istemesi ve sunulan aşırı hizmetin semen olarak değerlendirilmesi gerektiği, hukuka uygun düşeceğinden, böyle bir durumda temlikin ivazlı olduğu kabul edilmelidir...”[11]
“...her ne kadar taşınmazın akitteki bedeli ile gerçek değeri arasında fark bulunsa da, anılan hususun tek başına muvazaanın kanıtı sayılamayacağı, kaldı ki, ölene kadar taşınmazda oturmaya devam etmesi ve davalının kendisine sağladığı bakım ve desteğin yarattığı minnet duygusu dikkate alındığında, sattığını gerçek değer üzerinden yapılmamasının mal kaçırma amacıyla hareket edildiği anlamını doğurmayacağı sonuç ve kanaatine varılmaktadır...”[12]
“...bu devir ile davalının kendisine karşı gösterdiği ve göstereceği emeği karşılamaya çalıştığı, davalının da mirasbırakana ölümüne değin baktığı, maddi ve manevi ihtiyaçları ile ilgilendiği, mirasbırakana yapılan bakım ve emeğin, devre konu pay yönünden semen özelliği arz ettiği, bu durumda mirasbırakanın mal kaçırma amacıyla hareket ettiğinden bahsedilemeyeceği kuşkusuzdur...”[13]
“...mirasbırakan Esmehan’ın yaşlılığa bağlı rahatsızlıkları olup ölümünden önce bir süre davalı gelini ve dava dışı oğlu ile birlikte aynı çatı altında yaşadığı, mirasbırakanın bakım ve hizmeti ile davalının ve eşinin ilgilendiği, yalnızca ölümünden 1 hafta 10 gün kadar önce davacı kızının yanında kaldığı, davacı kızıyla bir husumetinin bulunmadığı hususları dosya kapsamı ve özellikle bir kısım davacı tanığının beyanlarıyla da sabittir…
O halde, yukarıda değinilen somut olgular açıklanan ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde mirasbırakanın yapmış olduğu temlikle ilgili olarak gerçek amaç ve iradesinin mirasçıdan mal kaçırmak olmadığı ve bu amaçla temlikin gerçekleştirilmediği kabul edilmelidir...”[14]
Aydın Tekdoğan
Avukat
İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi
2. Hukuk Dairesi Emekli Başkanı
-------------
*Ayrıntılı bilgi için:
Tekdoğan A., Miras İş ve İşlemleri ile Miras Davaları, 1. Baskı, Seçkin Yayınevi, Temmuz 2024, 1625 Sayfa;
Tekdoğan A., Muris Muvazaası Nedeniyle Açılan Tapu İptal ve Tescil Davaları, 8. Baskı, Seçkin Yayınevi, Haziran 2025, 616 Sayfa;
[1] Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E. 1973/1924 K. 1974/1255 T. 28.2.1974
[2] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2011/4-359 K. 2011/405 T. 8.6.2011
[3] Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E. 2015/9680 K. 2018/8913 T. 10.04.2018
[4] Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu E. 1974/1 K. 1974/2 T. 1.4.1974
[5] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2020/1-183 K. 2022/1356 T. 20.10.2022
[6] Para ile değiştirilebilecek nitelikte ekonomik değeri olan bütün maddi ve maddi olmayan varlıklar satım konusu yani mebi olabilir. Satılanın, sözleşmenin kurulması sırasında belirlenebilir olması yeterlidir. Malın satış esnasında satıcıda olması şart olmayıp, sonraki bir tarihte elde edilip, teslim edilmesi kararlaştırılabilir. Ancak en geç kararlaştırılan ifa zamanında malın satıcının elinde olması zorunlu olup, aksi takdirde sözleşme ifa imkânsızlığı nedeniyle geçersiz hale gelir.
[7] Satış parası, alıcının karşı edimi olarak ödemeyi yükümlendiği bir miktar paradır. Mal karşılığında para değil, yine mal verilmesi halinde trampa söz konusudur. Satış parası miktarının sözleşme anında belirlenmesi zorunlu olmayıp, ileride belirlenecek nitelikte ise, bedel kararlaştırılmış sayılır. TBK’nin 207/3. maddesi bu yönde olup, “Durum ve koşullara göre belirlenmesi mümkün olan bedel, kararlaştırılmış bedel hükmündedir.”
[8] Satış sözleşmesinde, satıcının mülkiyeti veya başka bir hakkı geçirme borcu ile alıcının satım parasını ödeme borcu konusunda taraflar arasında bir anlaşmanın bulunması gerekir. Sözleşmenin kurulması ile taraflar karşılıklı olarak birbirlerinden malı ve parayı isteyebilme yönünde şahsi talep hakkı doğar.
[9] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2018/1-533 K. 2021/1189 T. 7.10.2021
[10] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2017/1-1263 K. 2019/603 T. 23.05.2019
[11] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2010/1-295 K. 2010/333 T. 16.6.2010
[12] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2009/1-130 K. 2009/150 T. 29.4.2009
[13] Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E. 2019/579 K. 2021/660 T. 09.02.2021
[14] Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E. 2016/11170 K. 2019/3968 T. 19.06.2019