Eve hapsolduğumuz, az biraz hukuk okuduğumuz ve bildiğimiz, o nedenle kurallara ve hukuka mutlak saygılı olduğumuz, yanı sıra sağlığımız için kurallara harfiyen uyduğumuz korena günlerinde, kendi adıma geçmiş günlerden çok farklı bir şey yapmıyorum. Her zaman olduğu gibi müzik dinliyor, kitap okuyor, İngiliz düşünür ve tarihçi Robin George Collingwood’un ‘Outlines of a Philosophy of Art/Bir Sanat Tarihinin Ana Hatları’ isimli kitabının Türkçeye tercümesi üzerinde çalışıyorum.
Korena virüsünün; zengin, fakir, ünlü, ünsüz, önemli, önemsiz, değerli değersiz herkesi eşitlediği, bu bağlamda, parası olanı parasını gönlüne göre harcayamaz, arabası olanı arabasına binemez, camiye, kiliseye, havraya, sinagoga gitmek isteyeni buralara gidemez, gezmeyi, eğlenmeyi, yemeği, içmeyi seveni bunları yapamaz hale getirdiği ve bu suretle hemen herkesi terbiye ettiği bu günlerde, ben de evimden dışarıya çıkmıyorum, vücut direncimi müzik dinleyerek, kitap okuyarak, yazarak, çalışarak güçlendirmeye ve böylece sağlığımı korumaya çalışıyorum.
Pek çok alanda ve konuda özgürlüğümüzün sınırlandığı ve kısıtlandığı bu süreçte, herkesin bütün bu yaşananlardan ders alması, öz eleştiri yaparak kendisini düzeltmesi, özgürlüğün değerini anlaması, bir karşı değerlendirme orantısı kurarak özgürlüğün sadece kendi özgürlüğü olmadığını, hem kendi özgürlüğü hem de kendisine göre ‘öteki’ olanın özgürlüğü olduğunu kavraması, bu anlayışla sağlıkları, can güvenlikleri, onurları ve namusları devlete ve topluma emanet edilmiş olan hapis ve tutuklu bulunan insanlarla empati kurması, bu insanların sağlıklarının, hayatlarının korunması konusunda, başta iktidar sahipleri olmak üzere herkesin duyarlı, sanık ve mahkum haklarına saygılı olması, denetimli serbestlik kurumunun ivedi olarak uygulamaya konulması, en kısa zamanda bu insanların adil ve eşit bir afla özgürlüklerine kavuşması konusunda kamuoyu oluşturulmasına katkı yapması, bugüne kadar dünya ve insanlık olarak çok kötü muamele yaparak kirlettiğimiz ve kendimizden kopardığımız için bu tür felaketlerle bizden intikam alan doğayı ve çevreyi bundan böyle rahat bırakmayı ve korumayı öğrenmesi durumunda, – eğer tabi bunları yapabilirsek – bu kötü günlerin ve bu musibetin bize kazandıracakları, eminim kaybettirdiklerinden çok daha fazla olacaktır.
Dilerim, dileriz öyle olur ve netice itibariyle biz kazanırız, insanlık kazanır.
Bu yazdıklarıma şimdilik bir nokta kayalım ve gelelim Montesququieu ile korena günlerinde yeniden okuduğum onun ‘Kanunları Ruhu Üzerine’ isimli kitabına.
Bildiğiniz üzere Montesquieu adıyla ünlü olan ve bizim de bu isimle tanıdığımız Charles-Louis de Secondat, Baron de La Brède et de Montesquieu Fransız’dır ve son derece yetkin bir avukat, düşünür, siyasetçi ve siyaset teorisyenidir. Hukuk, sosyoloji, siyaset, siyaset teorisi, hükümet tipolojileri üzerine son derece önemli ve değerli eserleri bulunan Montesquieu’nun baş yapıtı ‘Kanunları Ruhu Üzerine’ isimli kitabıdır.
Fransız aydınlanmasının önde gelen temsilcilerinden biri olan, dönemindeki statükocu Fransız yönetim anlayışından yakınan ve bu konuda reform yapılması gerektiğini savunan Montesquieu, Kanunları Ruhu Üzerine isimli kitabını, bu konuda kendisine referans olarak aldığı İngiltere’deki reformcu anlayışın etkisiyle yazmıştır. Düşüncelerinin, yaptığı siyasal, toplumsal, ekonomik ve hukuksal analizler ile bu konularda vardığı sonuçların hareket noktası ve odağı esas olarak somut maddi olgular olan Montesquieu, bu özelliği gereği çalışmalarını ve eserlerini ağırlıklı olarak gözleme ve deneyime dayandırmıştır.
Montesquieu, ana fikri ve tek bir sözcük ile özeti ‘totaliter yönetim şekillerinde kanunların ve hukukun evrensel ilkelerinin geçerli olmadığı ve o nedenle bu ilkelerin totaliter yönetim biçimlerinde uygulanmadığı’ olan ‘Kanunların Ruhu Üzerine’ isimli eserini de, kendi kişisel gözlemlerine ve deneyimlerine dayanarak yazmıştır.
Yüzyıllar boyunca, özgür toplumların kurumsal yapılarını, özgür olmayan toplumların kurumsal yapılarından ayırt edebilmenin ölçüsü olarak kabul edilen, birey hak ve özgürlükleri konusunda en büyük tehdit olan, yani gücün bir kişide veya kurumda toplanmasını engellemek amacı ile vaz edilen, Montesquieu ile günümüzdeki nihai şekline getirilen ve modern anayasacılığın temelini oluşturan kuvvetler ayrılığı ilkesi de, Montesquieu’nun etkisinde kaldığı İngiltere siyasal sisteminin üzerine olan gözlem ve tespitlerine dayanır. Zira Montesquieu’nun ‘yasama, yürütme, yargı’ şeklinde formüle ettiği bu ilkenin fikir babası, bu ilkeyi ‘yasama, yürütme, federal güçler’ şeklinde ifade eden büyük İngiliz düşünürü Locke’tur.
Montesquieu, ‘Kanunları Ruhu Üzerine’ isimli eserinde, ‘cumhuriyet, monarşi, istibdat’ şeklinde belirlediği hükümet tipolojilerinden istibdatla ilgili olarak; ‘istibdat yönetimi bir kişinin kanunsuz, kuralsız, hukuksuz olarak kendi arzu ve heveslerine göre kurulmuş bir yönetim şeklidir’ demesinin ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin bu yönetim şeklinin panzehri olduğunu ‘iktidarı iktidar durdurur’ maksimiyle gerekçelendirmesinin nedeni de budur.
Her ne kadar Montesquieu, uzmanlar tarafından sosyolog olarak değil, ama sosyoloji biliminin öncüleri arasında kabul edilmekte ise de, o, klasik siyasi düşünceyi toplumun genel anlayışı çerçevesinde ele almış, o çerçevede yeniden yorumlamış ve toplumun hemen her yönünü sosyoloji temelinde açıklamıştır.
Nitekim ‘Romalıların Yükselişi ve Çöküşü Üzerine Düşünceler’ isimli eserinde yer alan ‘Dünyaya hakim olan zenginlik değildir. Bunun böyle olup olmadığı, kendilerini belirli bir plan çerçevesinde yönettikleri zaman refaha içinde olan, ama başka bir plan çerçevesinde yönettiklerinde başarısızlığa uğrayan Romalılara, Romalı yöneticilere ve Roma halkına sorulabilir. Monarşik her rejimde, o rejimi yükselten ve çökerten hem ahlaki hem de, fiziki nedenler vardır. Ortaya çıkan bütün olumsuzluklar bu nedenlere bağlıdır. Eğer savaş gibi özel bir nedenin sonucu, bir devleti ortadan kaldırmış ise, asıl neden o savaşın sonucu değil, başkadır ve bu daha genel bir nedendir. Zira o devletin genel gidişi ve yönetilme şekli, beraberinde o devletin çöküşüne neden olan aksilikleri, zaafları getirir ve çöküşün zeminin hazırlar.’ şeklindeki tespit ve anlatımı, tarihsel bir analiz olmasından daha çok sosyolojik bir analiz ve yaklaşımdır.
Aynı şekilde ‘Kanunları Ruhu Üzerine’ isimli eserde, Roma İmparatorluğu’ndaki yasal düzenlemelerin ve feodal toplum döneminin yasalarının incelenmesi konusunda Montesquieu’nun izlediği metot ve yaklaşım sadece tarihsel değil, aynı zamanda sosyolojiktir.
Onun iklimin, her topumun kaderi olan coğrafi konumun, nüfusun ve dinin, insanların davranışları ve toplumların özellikleri üzerinde etkili olduğuna, bunların insanların birbirleriyle olan ilişkilerini ve toplum olmanın getirdiği ortak hayatı şekillendirdiğine yönelik gözleme ve deneyime dayanan görüş ve tespitleri de, fiziksel ve sosyo-kültürel olmakla, insanı, kültürel, toplumsal, biyolojik, psikolojik, ekonomik yönleri itibariyle incelemekle, hem antropolojik, hem de sosyolojiktir.
‘Kanunların Ruhu Üzerine’ isimli eserine, eserin önsözünde; ‘Önce insanları inceledim, bu inceleme sonunda insanların yasaların ve geleneklerin sonsuz farklılığı içinde kendi keyiflerine ve arzularına göre yönetilmediklerini anladım. İlkeler koydum; özel durumların bu ilkelere kendiliğinden uyduğunu, ülkelerin tarihlerinin koyduğum bu ilkelerin oluşturduğu sonuçlarından başka şekilde olmadığını, her özel yasanın başka bir yasaya bağlı olduğunu veya daha genel bir yasaya uyduğunu gördüm.’ diye yazan Montesquieu, aynı eserinde hükümet tipolojilerini de inceler. Bu incelemesinde hükümet biçimlerini; Cumhuriyet, monarşi ve istibdat olarak belirler.
Cumhuriyeti ‘halkın tamamının veya bir kısmının yönetime sahip olması’, monarşiyi ‘bir kişinin toplumu belirli ve yerleşmiş yasalarla yönetmesi’, istibdatı ise ‘bir kişinin toplumu yasasız, kuralsız ve hukuksuz bir şekilde kendi arzu ve heveslerine göre yönetmesi’ olarak tanımlar.
Montesquieu’ya göre, Cumhuriyet yönetiminde erdem, hukuka saygı, yasa sevgisi, topluma bağlılık, yurtseverlik esastır. Bu rejimde öngörülen erdem ahlaki bir erdem değil, siyasal bir erdemdir, yani hem insanların, hem de yönetenlerin kurallara, yasalara, hukuka saygılı olmaları, topluma ve rejime bağlı bulunmalarıdır. O nedenle, Cumhuriyet yönetiminde, o yönetimin ve toplumun insanları, kendilerini yurttaş olarak hissederler ve öyle tanımlarlar. Bu yurttaşların eşit olmaları anlamına gelir.
Yine Montesquieu’ya göre, monarşik yönetimde esas olan şereftir, ama siyaset mümkün olduğu ölçüde az erdemle yönetilir. Bu yönetim şeklinde esas olan şeref olmakla ve şeref de üstün olmayı, sıradan insanlara, yani halka göre farklı bulunmayı gerektirdiğinden, bu şeref iktidar tarafından kendisine yakın olanlara mevkiler, makamlar dağıtmakla, soyluluk unvanları verilmekle sağlanır.
Montesquieu, istibdat yönetimini, yönetenin kurallara, yasaya ve hukuka bağlı olmadan yönetmesi olarak tanımlar ve bu yönetim şeklini bir korku rejimi olarak nitelendirir. Esasen ona göre bu korku yaratılmadan toplumu yönetmek ve böyle bir yönetim şeklini sürdürmek mümkün değildir. Onun için istibdat yönetiminde, akşam kahraman olarak yatan birisi ertesi gün hain ilan edilebilir, gece evinde yatan bir kişi ertesi sabah kendisini hapiste bulabilir.
Montesquieu’ya göre, bir hükümetin ve bir siyasal rejimin en önemli özelliği, onu diğer iki yönetim şeklinden ayıran en belirgin niteliği kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Bu hak en başta anayasa olmak üzere, diğer yasalarla güvence altına alınır ve korunur. Nitekim 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16.maddesi hükmüne göre, ‘Hakların güven altına alınmadığı, kuvvetler ayrılığının olmadığı bir toplumun anayasası yoktur.’
Kuvvetler ayrılığı ilkesine göre yasama gücü, yani yasa yapma yetkisi parlamentoya/meclise aittir. Bu organ, halkın, toplumun ve devletin ihtiyaçlarına göre yasa yapar, yasaları değiştirir, işe yaramaz hale gelen yasaları yürürlükten kaldırır.
Yürütme gücü, yasaları yürütür, o yasalarla kendisine verilen yetkileri kullanır, bunun için gerekli olan kararları alır.
Gerek yasama, gerekse yürütme gücü, özellikle yürütme gücü subjektif olması, keyfi şekilde kullanılmaya daha açık ve yatkın bulunması nedeniyle tehlikelidir. Dünya siyasi tarihi, bunun trajik örnekleriyle doludur.
Üçüncü güç olan yargı, insanları ve insanların haklarını korumak için, yasamanın ve yürütmenin eylem ve işlemlerini denetlemek ve dengelemek için vardır. ‘Kanunların Ruhu Üzerine’ isimli eserinde Montesquieu bu güçle ilgili olarak şunları yazar: ‘İnsanlar arasında en çok korkulan yargı gücü, ne belirli bir mevkie, ne de belirli bir güce bağlı bulunmadığından görünmez hale gelir ve adeta yok olur.’
Bu yazdıklarıyla Montesquieu, yargının bağımsız ve tarafsız olduğunu, hiçbir mevkie, makama, güce tabi olmadığını, yargıç da olsalar, kişilerin gücünden değil, yasaların ve hukukun gücünden korkmak gerektiğini ifade eder. Ve bizi bu konuda ‘yargıçlardan değil, yargıçların yaptıkları işten korkulur’ sözleriyle uyarır.
Elbette yargıçlardan değil, onların yaptıkları işten, yani hukuku, kanunu uygulamalarından korkmak gerekir. Ama sadece bundan değil, daha çok işinin ehli olmayan, bağımsız ve tarafsız olmayan, yüzü iktidara ya da başkaca güç odaklarına dönük olan, önüne gelen olaylarda, dosyaya göre, dosyadaki kanıtlara ve vicdanına göre değil, kendi kişisel ve siyasal tercihine göre, onun bunun emrine göre, onu bunu memnun etmek ve pozisyonunu korumak için karar veren yargıçtan, o yargıcın yaptığı ve yapmadığı işlerden korkmak gerekir.
Dünya siyasi tarihi, hukuk tarihi bunun somut örnekleriyle doludur. Yargıçtan değil, yargıcın yapmaması gerektiği halde yaptıklarından veya yapması gerektiği halde yapmadıklarından korktuğu Sokratesin savunmasından ve yargılanması sonunda verilen karardan bellidir. Dreyfus’un haksız mahkum edilmesi sonrasında, usta Fransız yazar Emile Zola’nın, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Felix Faure’a ‘İtham Ediyorum’ başlıklı açık mektubunda yazdıklarıydan bellidir. Yassıada yargılamaları sırasında sanık rahmetli Adnan Menderes’in gösterdiği tepki üzerine, mahkeme başkanı merhum Salim Başol’un ‘sizi buraya tıkayan kuvvet böyle istiyor’ demesinden, evrensel ve temel bir hukuk kuralı olan doğal yargıç ilkesine aykırı şekilde kurulan bu mahkemenin verdiği karardan bellidir. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 sonrasında sıkıyönetim mahkemelerinin verdikleri bir kısım kararlardan bellidir. Geçmişte Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarafından verilen pek çok karardan bellidir. Daha yakın zamanlarda görülen Ergenekon, Balyoz ve Oda TV davalarında, Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri tarafından verilen kararlardan bellidir. Osman Kavala hakkında Anayasa Mahkemesi’nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği kararlara rağmen yerel mahkemelerce verilen kararlardan bellidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği karara rağmen Selahattin Demirtaş hakkında yerel mahkemelerce verilen kararlardan bellidir. Günümüzde, demokratik düzenlerin ve olağan zamanların mahkemeleri olmayan Sulh Ceza Mahkemeleri’nin hemen her gün verdiği kimi kararlardan bellidir.
Eminim bu davalar ile isimlerini zikretmediğim binlerce davada yargılanan ve mahkum olanlar ya da yargılamaları hala devam eden sanıklar da ‘yargıçlardan değil, ama onların yaptıkları ve yapmadıkları işlerden korkmuşlardır!’