“IŞİD” adı ile bilinen Irak Şam İslam Devleti adlı örgütün hangi amaçla kurulduğunu, neye hizmet ettiğini ve Ülkemiz için muhtemel sakıncalarının neler olabileceğini daha önce “IŞİD” adlı yazıda değerlendirmiştik. Görülen o ki, bu örgütü durdurma gayesi ile Türkiye Cumhuriyeti’ne başkaldıran, silah kullanan, yıllardır birçok insanın hayatını kaybetmesine yol açan bir başka örgüt bu durumdan yararlanmaya, buradan kendisine bir “devlet” çıkarmaya çalışmaktadır. Ülke menfaatlerini ve geleceğini tehdit eden bu örgütün, IŞİD’e karşı savunma yapılması ve IŞİD’in ortadan kaldırılması amacıyla silahlandırıldığı, Irak ve Suriye’de etkin konuma getirilmesinin hedeflendiği ve meşru bir güç gibi nitelendirilmeye gayret edildiği görülmektedir.
“Batılı Güçler” adı ile bildiğimiz Hristiyan Birliği, İsrail Devleti’nin de yakın desteği ile önce İslam dinini “uzlaşmaz” ve “sert kurallara sahip din” olarak göstermeye çalışmış, bu projenin yürümeyeceğini anladığında da katı dinciler-ılımlı İslam gibi ayrımlar yaparak, Müslümanları ayrıştırmaya, bazılarını “terörist” olmakla suçlayarak hedef göstermeye, bu yöntemle de Müslüman ülkelere müdahale etmeye niyetlenmiştir.
Esasında bu niyet, açıkça “Batılı Güçler” olarak tanımladığımız devletlerin çıkarlarına hizmet etme gayesini ortaya koymaktadır. “Karşı düşman” kültüründe bu defa bir kısım Müslümanlar vardır. Üretilen ve basın aracılığıyla oluşturulan toplumsal algıdan hareketle düşman ilan edilen gruplar, hem Müslümanların kontrol altına alınmasına ve hem de Batılı Güçlerin amaçlarına ulaşmasına hizmet etmektedirler. Kamuoyu oluşturmanın en kolay yolu, kitle iletişim vasıtalarını kullanmak suretiyle düşman bir grup veya devlet üretmektir.
Mevcut durumda görülen odur ki, Ülkemizin başı derttedir. Türkiye Cumhuriyeti yine ciddi bir göç dalgası ile karşı karşıyadır. Sınırlarımızda tampon bölgeler ve mülteci kampları oluşturulmaksızın ve meseleye başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası örgütler ile diğer devletler sahip çıkıp sorumluluk almadığı takdirde, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan insanların can ve mal güvenlikleri açısından ciddi sorunları hissetmeleri pek muhtemeldir.
Ülkemiz, zor durumda olan yabancılara sahip çıkma hususunda hep olumlu yaklaşımlar sergilemiş ve kimseyi ortada bırakmamaya gayret etmiştir. Şimdi de izlenen bu müspet gayret; her gelen insanın kabulü ile sınır güvenliğini ortadan kaldırma ve bu insanların Türkiye Cumhuriyeti coğrafyasına hesapsız dağılmasına hizmet etmemelidir. Aksi halde, Ülkemizin ciddi asayiş sorunları ile karşılaşması kaçınılmaz olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti kendi menfaatlerini ön plana çıkarmak ve koruyup kollamak zorundadır. Elbette yardıma muhtaç, can ve mal güvenlikleri kalmamış, bizden medet uman insanlara yardım etmek bir insanlık vazifesidir. Ancak bu vazife, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin kaldırabileceği yükleri kapsamamalı ve Ülke yararları gözardı edilmek suretiyle yerine getirilmemelidir.
Dünyanın her yerinde her devlet sınırlarını koruyup gözetir, iç güvenliğine önem verir, asayişin bozulmasına elverişli ortamların oluşmasına izin vermez. Ülkemizin kalabalık kentleri ve sınır şehirleri için en önemli tehdit; bozulan düzen ile can ve mal güvenliği açısından yaşanan kaygıdır.
Son zamanlarda sözde kişi hak ve hürriyetleri temelinden hareket edip her türlü nimetten yararlanıp külfetine katlanmak istemeyenler, Ülkenin milli değeri olan ve geleceğimize hizmet eden okullarımızı yakmaktadırlar. Bu tür eylemler, tartışmasız bir şekilde sistematiktir ve terör örgütlerinin yönlendirmesi ile gündeme gelmektedir.
Okulların korunması, yaşanan hukuka aykırılıklar ve işlenen suçlardan sorumlu olanların adalet önüne çıkarılıp cezalandırılmaları, “çözüm süreci bozulmasın” anlayışına feda edilemez. “Hukuk devleti” ilkesi açısından bu tür bir anlayışın kabulü mümkün değildir. Ülkenin kural ve kaidelerine herkes uymak zorundadır.
Hukuk kimin için vardır? Hukuk bir coğrafyada düzen içinde yaşamaya çalışan herkes için vardır ve öngördüğü kurallar da herkesi bağlar. Okul yakmak, polise, askere ateş etmek, taş ve molotof kokteyli atmak ne demektir? Tamam, provokasyonlara gelmeliyim, çözüm sürecini baltalamayalım, ancak bir taraftan Ülkenin birlik ve beraberliğini savunduklarını söyleyenlerin, bir hak alma yöntemi olarak görülüp alışkanlık haline dönüştürülen cebir ve şiddeti, örneğin sistematik olarak okulların yakılmasını ciddi şekilde eleştirmemelerini, karşı duruş sergilememelerini anlamak ve bu tavrı masum kabul etmek mümkün değildir.
Bir devletin, ülkenin, milletin ve sistemin varlığını, ortak hukuk kurallarının kabulü ve tatbiki gösterir. Kuralın olmadığı ve uygulanmadığı bir yerde, devletin hakimiyetinden bahsetmek de çok güçtür.
Çözüm süreci; hukuk tanımazlık, keyfi hareket, her türlü nimetten yararlanma, ancak külfetlere katlanmama anlamına gelmez. Can ve mal güvenliğinin ciddi şekilde zedelenmesi, kontrolün devlet dışı güçlere geçmesi amaçları için kullanılan bir süreç, Ülkenin birliği ve beraberliğine katkı sağlamayacağı gibi, kalıcı barışa da hizmet etmeyecektir.
Çözüm süreci; akan kanın durdurulması, terör örgütünün silahsızlandırılması, Ülke kaynaklarının silaha değil, üretime aktarılması, kişi hak ve hürriyetlerinin geliştirilmesi amacıyla kabul edilmişken, şimdi “PKK” adlı örgütün silah bırakmadığını, aksine Irak ve Suriye’de IŞİD ile savaşma adı altında silahlandırıldığı görülmektedir. Cebir-şiddete dayanan, iç güvenliğimiz ve hukuk düzenimiz bakımından tehdit oluşturmaya devam eden sistematik eylemler karşısında, “çözüm süreci” adı ile planlanan süreçten beklenen yararın veya olumlu bir neticenin gerçekleşeceğini ümit etmek yersizdir.
Özetle Türkiye Cumhuriyeti, sınır güvenliği ve bazı silahlı grupların hukuk tanımaz ve başına buyruk hareketleri karşısında, kamu kudreti kullanma yetkisinin kendisinde olduğunu, yaptırımlarla desteklenmiş hukuk kurallarını eşit ve süratle uygulama zorunluluğunun bulunduğunu hatırlamalıdır. Aksi halde, asayiş konusunda yaşanan sorunları zirve yapması, hukuk güvenliği hakkının özünü zedeleyecek şekilde insanların can ve mal güvenliğinin tehdide maruz kalması gündeme getirecektir. Unutulmamalıdır ki bir ülke için en büyük açmaz, hukukun devlet ve erklerin uygulama alanından çıkması, keyfi hareketlerde bulunan yapılanma, grup veya örgütlerin eline geçmesi ile yaşanır.
Son söz; bu sadece bir tahmindir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Şanlıurfa’nın Suruç ilçesi yakınına gelen IŞİD’e müdahale etmesi muhtemel gözükmektedir. Ümit ederiz, bu aşamaya geçilmez ve Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye topraklarına girmez. Ancak bir komplo teorisi ile konuya yaklaşıp da IŞİD’in Kobani şehrinden ilerlemeye devam etmek suretiyle Türkiye Cumhuriyeti ve unsurlarına saldırma veya bu yönde bir tehdit oluşturma aşamasına geçildiğinde, Uluslararası Hukukun “meşru savunma” adlı hukuka uygunluk sebebi devreye girecektir.
Diğer taraftan IŞİD’in, artık “Irak Hükümeti” değil de “Bağdat Hükümeti” olarak adlandırılan Irak Devleti’nin meşru hükümetini devirmesi halinde, yine tahminen “Bağımsız Kürdistan Devleti” ilanına gidilecek ve Batılı Güçler, “ne yapalım, ortada birliğini ve bütünlüğünü koruyabilecek Irak Devleti kalmadı” gerekçesini dayanak alıp, var güçleri ile kurulacak bu yeni devleti destekleyeceklerdir. Bu ilan; özerkliğin ötesini, yani Irak topraklarını ve belki de zamanla başka ülkelerin topraklarına sirayet edecek bağımsız bir devletin temelini oluşturacaktır. Batılı Güçler, bu yolla bir hedeflerine daha ulaşacaklardır.
Şimdilik tahmin gibi gözükse de gerçekleşme ihtimali kuvvetli olan bu durumun Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti için ne getirip ne götüreceğinin hesabı iyi yapılmalıdır.
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)