Yıllar öncesiydi. Bir işim için Kütahya’nın Emet ilçesindeydim. Sabah saatleriydi. O zamanlarda, -bilmem hala öyle midir- parke taşlı yolları vardı bu ilçenin. Yürürken ayakkabım takıldı kaldı bu taşlar arasına. Topuğu kırılmıştı ayakkabımın. Sordum soruşturdum, bir ara sokakta bir ayakkabı tamircisini buldum.
Yaşlı bir adamdı. Yabancı olduğumu anladı, ayağıma bir terlik uzattı, aldı ayakkabımı. İşine başlamadan önce kahve söyledi ikimize de. Sabah kahvesini birlikte içecektik. Kahveler geldi. Yaşlı tamirci, kahvenin yanında gelen suyu içmedi, bir kaç damlasını kahvenin içine döktü. Sorduğumda, kahvenin böyle içildiğini, bunun kahvenin telvesini dibine çöktürdüğünü söyledi bana.
Aslında ilginç şeyler öğrenmiştim bu sabah bu küçük ilçede. İlkin eskilerin kahveyi nasıl içtiğini mesela. Ama öğrendiğim daha önemli şeyler de vardı.
O yaşlı tamirci, küçük bir ayakkabı tamir ücreti aldı benden ama ona yaklaşık bir kahve ısmarladı. Bilmem neden? Ne garipsemiştim o an.
Bugün belki on-onbeş yıl oldu. Muhtemelen o adam bugün gerçek dünyasına göç etti çoktan. Ama bir kahvesi, hala hatırımda. Bir tatlı dili, bir küçük ikramı.
Hep çoktan aklımdaydı, onu yazmak. Yıllar daha fazla geçmeden, hatıralar binmeden bir Emet sabahında içilen kahvenin üzerine, oturdum yazdım.
Kahvenin kırk yıl hatırı olur derler ya. Elbette var. Ama onu ısmarlayan kimsenin de hatırı ve hatırası kalsın istedim. Güleryüz ve misafirperverliğin örneği diye, kapıdan giren bir yabancıyı bir müşterinin ötesinde bir dost gibi karşılayabilmenin örneği diye.
Sevgili öğrencilerim ve dostlarım,
Kapınızdan giren müşterinin insan olduğunu, onun da her şeyden önce bir sıcak karşılamayı, dürüstlüğü ve düzgünlüğü hakettiğini, kalbinde hatıralar bırakılmaya değer olabileceğini unutmayın.
Hatıralar serpin sonra etrafa. Kimi bulursanız gönüllerine. Biliyorum bazen yazan olur benim gibi... Bazen de yazılmayan. Yazılmasa da dert değil.
Derler ya, en güzeli henüz yazılmayanıdır diye.