Kutuptan üç paralel daha uzak yerde hukuk dogmatiği altüst olur. Hakikatin ne olduğunu tayin eden bir meridyen, hak sahibinin kim olduğunu tayin eden birkaç senedir. Ne garip adalettir ki, hudutlarını bir ırmak veya dağ silsilesi çizer. Pirenelerin bu tarafında doğru olan öte yanında yanlış olur. Pascal
Hukuk bir bilim dalı mıdır? Bu sorunun doğru yanıtlanabilmesi için evleviyetle bilimin ne olduğunu algılamak ve bilime yönelik doğru bir bakış açısı yakalamak gerekir.
Şüphesiz ki bilimin doğuşu, öncelikle karşılaşılan sorunları aşma çabasına dayanmaktadır. Bu noktada yaşanılan tesadüfi deneyimlerin, insanlığın bilim aracılığıyla bir adım öteye taşınması noktasında yadsınamaz bir payı olduğu inkar edilemez. Ateşin içine düşen et ya da bir yabani hayvana vurulan keski, milyonlarca yıllık öyküde belki de binlerce defa yaşanan tesadüflerin birikimiyle insan zihninde bilgiyi oluşturmuş, bilginin insan yaşamını kolaylaştırması bilime duyulan açlığı ve gereksinimi had safhasına ulaştırmıştır.
Böyle bir başlangıcı olan bilim müessesesi, elbette karşılaşılan sorunları aşma çabası ya da tesadüfi deneyimlerin sürekli vuku bulmasıyla kısıtlı kalmamıştır. Sorun aşmak sadece pragmatik bir yaklaşımı gerekli kılarken, beyni gelişen insan sadece gereksinimlerini karşılamak için değil, sorgulayıcı yapısıyla çevresini anlamlandırabilmek adına da bilime sarılmıştır. Aksinin kabulü, Galilei’nin ya da Pisagor’un keşiflerindeki amacın ne olduğunu belirtebilmeyi gerektirir. Jean-Jacques Rousseau’nun sanata ve bilime eleştirel bakış açısı dahi sadece ahlaki yönle sınırlı olup; filozof, insanın doğası ve egoları sebebiyle bilime yöneldiğini kabul ederek insanla bilimi ayrılamaz bir bütün olarak görmüştür.
Dolayısıyla bilimi oluşturan temel yapı taşlarının tanıma, sorgulama, açıklama, çözme güdüleri olduğunu söylemek mümkündür. Bu güdüler çerçevesinde şekillenen bilim; sistematik analizlerle nedensellik bağlarını aydınlatırken, geçerliliği sarsılmayacak kurallara ulaşmayı amaç edinir.
O halde öncelikle genel manada sosyal bilimler kavramının çerçevesi çizilen bilim düzlemiyle örtüşüp örtüşmediğine bakmak gereklidir. İnsana ilişkin olarak geçerli yargılar üretmeyi amaç edinen Sosyal Bilimler, formel nitelikleri haiz olan ve tabii dengeyi araştıran bilim dallarından farksız olarak tanıma, sorgulama, açıklama ve çözme güdülerine dayanmaktadır. Bu nedenle insanlar arası ilişkiler bakımından olaylara, tavırlara ve olgulara illiyet kazandırmaya çalışmak, bu bilim dallarının konusudur. İnsana ilişkin geçerliliği sarsılmayacak kurallara ulaşılabileceğini düşünmek, diğer bilim dallarına nispeten çok da rasyonel bir bakış açısı olmasa da, netice itibariyle amaç her zaman budur. Dolayısıyla amaçsal bazda sosyal bilimlerin genel kavram olarak bilim süzgecinden geçebileceği söylenebilmektedir.
Nitekim birçok sosyal bilim dalı, formel ve gerçekliği yadsınamaz bilim dalları gibi nitel ve nicel araştırmaya müsait olduğu gibi, gözlem ve deney gibi istatistiki verilerin analizine de müsaittir. Bu durum, hem amaçsal bazda hem de pratik olarak sosyal bilimlerin de matematik ve doğa tabanlı bilimler kadar katiyet arz ettiğini ispatlamaktadır.
Elbette ki insana ilişkin olan bulgu, veri ve analizlerle ortaya konan sonuçlar zamanla değişmektedir. Ancak çağın getirileri diyalektiği bir tabiat gerçeği olarak görmeyi zorunlu kılar. Bu durum, bilimsel sonuçlara kesin gözüyle bakan pozitivist paradigmanın çökmesine yol açmıştır. Newton’ın fizik yasaları Einstein’in keşifleriyle rafa kalktıysa ya da Dünya’nın düz olduğu kabul edilirken artık kütleçekim dalgaları realite kabul edilmekteyse, sosyal bilimlerin orataya koyduğu ve bilimsel olduğu ifade edilen sonuçların da değişmesi yadsınmamalıdır. Örneğin; uzay ve zamanın ayrılmaz birer bütün olduğunun keşfi ve ispatı, yer çekimi dışında 4 büyük fiziksel yasanın varlığının keşfi, atomaltı ortamda normal fizik yasalarının işlememesi gibi bulgular fizik biliminin temellerini değiştirmekteyse, Freud’un bilinçaltına ilişkin çalışmaları da psikoloji biliminin temellerini değiştirmiştir. Dolayısıyla sosyal bilimlerin kati ve doğru yasalar sunamadığından bahisle bilim dalı olarak kabul edilmemeleri mümkün değildir.
Tüm bilim dallarının kati ve doğru kurallara ulaşmaya çalıştığı göz önüne alındığında, diyalektiğin varlığıyla her daim kuralların değişeceği, ancak doğruyu bulma serüveninin hiç bitmeyeceği söylenebilmektedir. Amaçsal bazda kıyas yapıldığında, diğer bilim dallarında olduğu gibi hukukta da en doğru kuralı bulma amacının mevcut olduğu rahatlıkla söylenebilmektedir. Herhangi bir zamanda, her hangi bir yerde mevcut olan pozitif hukukun tek gayesi ideal hukuka ulaşmaktır. Dolayısıyla diğer bilim dallarıyla doğruyu bulma noktasında paralellik gösterdiği rahatlıkla söylenebilmektedir.
Hukukun toplumsal ilişkileri düzenleyen ve müeyyidelere tabi olan kurallar bütünü şeklindeki klişeleşen tanımı, insana ilişkin sosyal etkileşimleri irdeleyen bir dal olduğunu rahatlıkla ortaya koymaktadır.
Ancak hukuk, diğer sosyal bilimlerden farklı bir disiplindir. Örneğin psikoloji deney ve gözlem yöntemlerine oldukça yatkınken, sosyoloji ya da iktisat istatistiki verilere ve dolayısıyla matematiksel yönteme yatkındır.
Hukukun yöntemi bakımından diğer bilimlere nispeten bir araştırma yöntemine yatkınlık öne çıkmazken, hukukun kendine has bir araştırma üslubu olduğu hemen göze çarpmaktadır. Bu noktada, bir sorunun ortaya çıktığını, buna teşhis konduğunu, teşhisin ardından sorunu gidermek için bir tasarım üretildiğini, ardından tasarımın tesisine geçildiğini, son olarak tatbik edildiğini ve bu surette tanımda yer alan kurallar bütününe gidildiğini söylemek mümkündür. Bir hastalığa karşı ilaç üreten bilim adamının izlediği süreçte aynen budur. O halde, ilkel zamanlarda mevcut olan ve günümüzde halen en geçerli bilimsel araştırma sebebi olarak görülen sorunları aşma çabasının hukukta da mevcut olduğu ve bunun hukuk biliminin yöntemlerine de doğrudan yansıdığı kabul edilmelidir. Sorunların çözümüne ve ideal hukuka ulaşabilme anlamında, birden çok tez ve anti tezin mevcut oluşu da diğer bilim dallarıyla paralellik gösteren bir başka yöndür.
Netice itibariyle her bilim dalının matematik kökenli olmadığı ve hukukun da tüm bilimlerle aynı amaca sahip olduğu, ideali ve kati kuralları aradığı ve bu yolda yöntemlere sahip olduğu kabul edilmelidir. Pascal, çağımızda yaşasaydı, yukarıdaki sözünü fizik, kimya, biyoloji ve bilumum bilim dalı için söyleyebilecekti. Ne garip fizik kanunu ki zamanla değişiyor…
Hukuk bir bilim dalı mıdır? Bu sorunun doğru yanıtlanabilmesi için evleviyetle bilimin ne olduğunu algılamak ve bilime yönelik doğru bir bakış açısı yakalamak gerekir.
Şüphesiz ki bilimin doğuşu, öncelikle karşılaşılan sorunları aşma çabasına dayanmaktadır. Bu noktada yaşanılan tesadüfi deneyimlerin, insanlığın bilim aracılığıyla bir adım öteye taşınması noktasında yadsınamaz bir payı olduğu inkar edilemez. Ateşin içine düşen et ya da bir yabani hayvana vurulan keski, milyonlarca yıllık öyküde belki de binlerce defa yaşanan tesadüflerin birikimiyle insan zihninde bilgiyi oluşturmuş, bilginin insan yaşamını kolaylaştırması bilime duyulan açlığı ve gereksinimi had safhasına ulaştırmıştır.
Böyle bir başlangıcı olan bilim müessesesi, elbette karşılaşılan sorunları aşma çabası ya da tesadüfi deneyimlerin sürekli vuku bulmasıyla kısıtlı kalmamıştır. Sorun aşmak sadece pragmatik bir yaklaşımı gerekli kılarken, beyni gelişen insan sadece gereksinimlerini karşılamak için değil, sorgulayıcı yapısıyla çevresini anlamlandırabilmek adına da bilime sarılmıştır. Aksinin kabulü, Galilei’nin ya da Pisagor’un keşiflerindeki amacın ne olduğunu belirtebilmeyi gerektirir. Jean-Jacques Rousseau’nun sanata ve bilime eleştirel bakış açısı dahi sadece ahlaki yönle sınırlı olup; filozof, insanın doğası ve egoları sebebiyle bilime yöneldiğini kabul ederek insanla bilimi ayrılamaz bir bütün olarak görmüştür.
Dolayısıyla bilimi oluşturan temel yapı taşlarının tanıma, sorgulama, açıklama, çözme güdüleri olduğunu söylemek mümkündür. Bu güdüler çerçevesinde şekillenen bilim; sistematik analizlerle nedensellik bağlarını aydınlatırken, geçerliliği sarsılmayacak kurallara ulaşmayı amaç edinir.
O halde öncelikle genel manada sosyal bilimler kavramının çerçevesi çizilen bilim düzlemiyle örtüşüp örtüşmediğine bakmak gereklidir. İnsana ilişkin olarak geçerli yargılar üretmeyi amaç edinen Sosyal Bilimler, formel nitelikleri haiz olan ve tabii dengeyi araştıran bilim dallarından farksız olarak tanıma, sorgulama, açıklama ve çözme güdülerine dayanmaktadır. Bu nedenle insanlar arası ilişkiler bakımından olaylara, tavırlara ve olgulara illiyet kazandırmaya çalışmak, bu bilim dallarının konusudur. İnsana ilişkin geçerliliği sarsılmayacak kurallara ulaşılabileceğini düşünmek, diğer bilim dallarına nispeten çok da rasyonel bir bakış açısı olmasa da, netice itibariyle amaç her zaman budur. Dolayısıyla amaçsal bazda sosyal bilimlerin genel kavram olarak bilim süzgecinden geçebileceği söylenebilmektedir.
Nitekim birçok sosyal bilim dalı, formel ve gerçekliği yadsınamaz bilim dalları gibi nitel ve nicel araştırmaya müsait olduğu gibi, gözlem ve deney gibi istatistiki verilerin analizine de müsaittir. Bu durum, hem amaçsal bazda hem de pratik olarak sosyal bilimlerin de matematik ve doğa tabanlı bilimler kadar katiyet arz ettiğini ispatlamaktadır.
Elbette ki insana ilişkin olan bulgu, veri ve analizlerle ortaya konan sonuçlar zamanla değişmektedir. Ancak çağın getirileri diyalektiği bir tabiat gerçeği olarak görmeyi zorunlu kılar. Bu durum, bilimsel sonuçlara kesin gözüyle bakan pozitivist paradigmanın çökmesine yol açmıştır. Newton’ın fizik yasaları Einstein’in keşifleriyle rafa kalktıysa ya da Dünya’nın düz olduğu kabul edilirken artık kütleçekim dalgaları realite kabul edilmekteyse, sosyal bilimlerin orataya koyduğu ve bilimsel olduğu ifade edilen sonuçların da değişmesi yadsınmamalıdır. Örneğin; uzay ve zamanın ayrılmaz birer bütün olduğunun keşfi ve ispatı, yer çekimi dışında 4 büyük fiziksel yasanın varlığının keşfi, atomaltı ortamda normal fizik yasalarının işlememesi gibi bulgular fizik biliminin temellerini değiştirmekteyse, Freud’un bilinçaltına ilişkin çalışmaları da psikoloji biliminin temellerini değiştirmiştir. Dolayısıyla sosyal bilimlerin kati ve doğru yasalar sunamadığından bahisle bilim dalı olarak kabul edilmemeleri mümkün değildir.
Tüm bilim dallarının kati ve doğru kurallara ulaşmaya çalıştığı göz önüne alındığında, diyalektiğin varlığıyla her daim kuralların değişeceği, ancak doğruyu bulma serüveninin hiç bitmeyeceği söylenebilmektedir. Amaçsal bazda kıyas yapıldığında, diğer bilim dallarında olduğu gibi hukukta da en doğru kuralı bulma amacının mevcut olduğu rahatlıkla söylenebilmektedir. Herhangi bir zamanda, her hangi bir yerde mevcut olan pozitif hukukun tek gayesi ideal hukuka ulaşmaktır. Dolayısıyla diğer bilim dallarıyla doğruyu bulma noktasında paralellik gösterdiği rahatlıkla söylenebilmektedir.
Hukukun toplumsal ilişkileri düzenleyen ve müeyyidelere tabi olan kurallar bütünü şeklindeki klişeleşen tanımı, insana ilişkin sosyal etkileşimleri irdeleyen bir dal olduğunu rahatlıkla ortaya koymaktadır.
Ancak hukuk, diğer sosyal bilimlerden farklı bir disiplindir. Örneğin psikoloji deney ve gözlem yöntemlerine oldukça yatkınken, sosyoloji ya da iktisat istatistiki verilere ve dolayısıyla matematiksel yönteme yatkındır.
Hukukun yöntemi bakımından diğer bilimlere nispeten bir araştırma yöntemine yatkınlık öne çıkmazken, hukukun kendine has bir araştırma üslubu olduğu hemen göze çarpmaktadır. Bu noktada, bir sorunun ortaya çıktığını, buna teşhis konduğunu, teşhisin ardından sorunu gidermek için bir tasarım üretildiğini, ardından tasarımın tesisine geçildiğini, son olarak tatbik edildiğini ve bu surette tanımda yer alan kurallar bütününe gidildiğini söylemek mümkündür. Bir hastalığa karşı ilaç üreten bilim adamının izlediği süreçte aynen budur. O halde, ilkel zamanlarda mevcut olan ve günümüzde halen en geçerli bilimsel araştırma sebebi olarak görülen sorunları aşma çabasının hukukta da mevcut olduğu ve bunun hukuk biliminin yöntemlerine de doğrudan yansıdığı kabul edilmelidir. Sorunların çözümüne ve ideal hukuka ulaşabilme anlamında, birden çok tez ve anti tezin mevcut oluşu da diğer bilim dallarıyla paralellik gösteren bir başka yöndür.
Netice itibariyle her bilim dalının matematik kökenli olmadığı ve hukukun da tüm bilimlerle aynı amaca sahip olduğu, ideali ve kati kuralları aradığı ve bu yolda yöntemlere sahip olduğu kabul edilmelidir. Pascal, çağımızda yaşasaydı, yukarıdaki sözünü fizik, kimya, biyoloji ve bilumum bilim dalı için söyleyebilecekti. Ne garip fizik kanunu ki zamanla değişiyor…
(Bu makale, sayın Av. Onur ALTINKAN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi yazının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)
Kaynaklar:
Ali Nazım Sözer, Hukuk ve Bilim (Makale)
Ali Nazım Sözer, Hukukta Yöntembilim, BETA Yayınları, 2013.
Ernst Hirş, Hukuk Bir Bilim Kolu Mudur? (Makale)
Jean-Jacques Rousseau (Çev. Sabahattin Eyüboğlu), Bilimler ve Sanat Üzerine Söylev, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2015.