Ceza yargılamasında sanık ve tanıklara yöneltilen soruların yapısı, maddi gerçeğe ulaşma amacının merkezinde yer almaktadır. Uygulamada, özellikle duruşma pratiğinde, kapalı uçlu soruların (çoğunlukla “evet/hayır” cevabına elverişli soruların) sıkça tercih edildiği görülmektedir. Bu tercih, belirli açılardan pratik avantajlar sağlarken, ifade özgürlüğü ve anlatımın kapsamı bakımından bazı sınırlayıcı etkiler de doğurabilmektedir.
Kapalı uçlu sorular, dosyanın belirli noktalarını netleştirme ve tutanak düzenini sağlama işlevi nedeniyle, ceza muhakemesinde tamamen vazgeçilmesi gereken yöntemler değildir. Bununla birlikte, bu soru tipinin yoğun ve baskın bir teknik hâline gelmesi, olayın bütününün sanık ve tanık tarafından kendi ifadeleriyle ortaya konulmasını zorlaştırabilir.
Kapalı uçlu soru, teknik olarak tanığa veya sanığa belirli bir olguyu doğrulatmayı hedefleyen ve sınırlı cevap imkânı tanıyan soru tipidir. Hukuki açıdan bakıldığında, bu sorular; olayın zaman, yer, kişi gibi unsurlarını netleştirmek, önceki beyanlarla karşılaştırma yapmak, belirli bir nokta hakkında açık bir kabul veya inkâr elde etmek amacıyla kullanılabilmektedir.
Ancak bu soru biçimi, dikkatli kullanılmadığı takdirde, ifade veren kişinin olguyu kendi kelimeleriyle ve kendi algı çerçevesiyle anlatma imkânını daraltabilir. Özellikle karmaşık olay örgülerinde, hayatın akışı çoğu zaman “evet/hayır” kutucuklarına sığmayacak kadar çok boyutlu olduğundan, kapalı soruların yoğun kullanımı, anlatımın doğal akışını sınırlayıcı bir etki yaratabilir.
Ceza muhakemesinin temel amacı, bilindiği üzere, maddi gerçeğe mümkün olduğunca yaklaşmaktır. Bu amaç, sanık ve tanığın, olayı kendi algıladığı ve hatırladığı şekliyle ifade edebilmesine imkân tanınmasını gerektirir. Bu bağlamda açık uçlu sorular, ifade serbestliğini ve anlatım kapsamını genişleten bir araç olarak öne çıkmaktadır. Örneğin: “Olay günü neler yaşandığını baştan sona anlatır mısınız?”, “Bu paranın size geçiş sürecini, kendi gördüğünüz şekliyle açıklayınız.”, “Sizin açınızdan olayın nasıl geliştiğini anlatır mısınız?” gibi sorular, ifade veren kişiye olayı kronolojik, nedensel ve duygusal boyutlarıyla ortaya koyma imkânı sunar.
Bu tür anlatımlar, hâkim tarafından yalnızca içerik bakımından değil, aynı zamanda anlatımın akışı, ayrıntıların tutarlılığı ve genel inandırıcılık düzeyi bakımından da değerlendirilebilmektedir. Elbette açık uçlu soruların kullanımı, duruşma süresinin uzaması veya anlatımın dağılması gibi pratik zorluklar doğurabilir. Buna rağmen, maddi gerçeğin çok boyutlu niteliği, çoğu durumda bu zorlukların tolere edilebilir olduğu yönünde yorumlanmaktadır.
Duruşma salonu, yapısı gereği belirli bir resmiyet ve otorite barındıran bir ortamdır. Hâkim, savcı ve avukatların cübbe ile temsil edildiği; tarafların, tanıkların ve dinleyicilerin bulunduğu bu mekân, sıradan bir kişi açısından kendiliğinden belli bir gerginlik düzeyi yaratabilmektedir.
Bu çerçevede, sanık ve tanığın zaten belirli ölçüde gerilim altında ifade verdiği dikkate alındığında, sürekli “evet/hayır” eksenli sorulara maruz kalmaları, zaman zaman anlatımın genişlemesine yönelik doğal eğilimi bastırabilir. Bu durum, tamamen istem dışı olarak, ifade metninin zenginliğini ve ayrıntı kapasitesini azaltabilmektedir.
Burada vurgulanmak istenen husus, herhangi bir yargı mensubuna eleştiri yöneltmek değil, duruşma ortamının doğasından kaynaklanan psikolojik etkenlere dikkat çekmek ve soru tekniğinin bu gerçeklik gözetilerek tasarlanmasının önemini hatırlatmaktır.
Kapalı uçlu soruların etkisi, yalnızca mahkeme veya iddia makamı açısından değil, savunma makamı bakımından da önem taşımaktadır. Savunma avukatı, çoğu zaman dosyadaki belirsizlikleri gidermek veya çelişkileri açıklığa kavuşturmak amacıyla müvekkiline: “Bu şahsı tanımadığınızı söylüyorsunuz, doğru mu?”, “O gün o adreste bulunmadığınızı beyan ediyorsunuz, öyle mi?” şeklinde sorular yöneltebilmektedir.
Sanığın yoğun stres altında verdiği kısa cevaplar, ilerleyen aşamalarda önceki ifadelerle karşılaştırıldığında, “çelişki” algısına yol açabilir. Bu nedenle, savunma makamı açısından da sanığın olay örgüsünü, kendi dilini ve anlatım tarzını kullanarak ifade etmesine imkân tanıyacak açık uçlu soruların öncelenmesi; kapalı uçlu soruların ise daha çok netleştirme ve sınırlı teyit amaçlı kullanılması, maddi gerçeğe ulaşma ve savunmanın etkinliği bakımından daha sağlıklı bir yöntem olarak değerlendirilebilir.
Yukarıda belirtilen değerlendirmeler, kapalı uçlu sorunun ceza yargılamasından tamamen çıkarılması gerektiği anlamına gelmemektedir. Tam tersine, bu soru tipi; zaman, yer ve kişi unsurunun belirginleştirilmesi, önceki beyanlarla somut karşılaştırma yapılması, belirli bir olgunun açıkça kabul edilip edilmediğinin tespiti gibi amaçlarla kullanıldığında, yargılamaya önemli katkı sunabilmektedirÖnemli olan, kapalı uçlu sorunun yardımcı ve tamamlayıcı bir teknik olarak kalması; sanık ve tanığın olayı serbestçe anlatabilmesine imkân veren soru tarzlarının ise yargılamanın ana eksenini oluşturmasıdır.
Kapalı uçlu sorular, yerinde ve sınırlı kullanıldığında yargılamaya katkı sağlayan meşru araçlardır; ancak yargılamanın ana yöntemi hâline gelmeleri, anlatım serbestisini daraltarak maddi gerçeğe ulaşma çabasını zorlaştırabilir. Bu çalışma, herhangi bir yargı mensubunu veya kurumu hedef almadan, yalnızca soru tekniğinin adil yargılanma hakkı ve maddi gerçeğe ulaşma amacı bakımından önemine dikkat çekmeyi hedeflemekle birlikte ceza yargılamasında soru, basit bir şekil unsuru değil, hakikate açılan kapıdır. Bu kapının, ifade eden kişiye olabildiğince “anlatma alanı” tanıyacak biçimde aralanması, tüm yargı aktörlerinin ortak katkısıyla mümkündür.