Fransız Hukuku’na göre; işlendiği iddia olunan suç ağır ceza mahkemesinin görev alanına girmiyorsa, soruşturma savcı liderliğinde yürütülerek, iddianame düzenlenmesi veya kovuşturmaya yer olmadığına dair kararlar neticelendirilir. Ancak iddiaya konu suç ağır ceza mahkemesinin görevine giriyorsa, soruşturma tümü ile sorgu hakimi tarafından yürütülerek, iddianame düzenlenmesi veya kovuşturmaya yer olmadığına dair kararla son bulur.

Sorgu hakimi, birkaç istisna hariç ağır suçlarda soruşturmayı yürütür, adli kolluk vasıtasıyla delilleri toplar ve koruma tedbirlerine dair kararlar ise, cumhuriyet savcısının talebi ile sorgu hakimi tarafından değil özgürlükler hakimi tarafından verilir. Böylece, kişi hak ve hürriyetlerini kısıtlayan tedbirlerin başka bir hakimin inceleme ve denetimine bağlanması sağlanmıştır. Burada amaç, soruşturmayı bir taraf sıfatı ile yürüten sorgu hakiminin kolayca şüphelinin hak ve hürriyetlerini kısıtlamasının önüne geçmek, bir başka yargıcın etkiden uzak bir gözle koruma tedbiri taleplerini incelemesini sağlamak olarak kabul edilmelidir.

Sorgu hakimi re’sen soruşturma yapamaz. Ağır cezalık işlerde sorgu hakimi, savcının veya mağdurun talebi üzerine soruşturma yapabilir. Ağır cezalık suçlarda sorgu hakimine başvurma zorunluluğu vardır, diğer suçlarda (asliye ve sulh ceza mahkemelerinin görevine giren suçlarda) ise, sorgu hakimine başvurulup başvurulmayacağı ilke olarak savcının takdirindedir. Dava açılması halinde savcı, mahkemede “iddia makamı” olarak yer alıp yargılamaya kovuşturma aşamasında katılır. Ağır cezalık suçlarda savcının soruşturmada; delil toplanmasını, bazı kişilerin ifadesine başvurulmasına ve koruma tedbirlerini talep etme yetkisi bulunmaktadır.

Fransa’da soruşturma evresinin çok iyi yürütüldüğü, delillerin isabetli şekilde toplanıp değerlendirildiği, bu sebeple de açılan davaların genellikle bir veya birkaç günde bitirildiği söylenebilir.

Ayrıca Fransa’da, sanığın aleyhine bozma yasağı yalnızca temyiz aşamasında olup, istinaf aşamasında böyle bir yasak yoktur.  Bir başka ifadeyle, bir hükmü beğenmediği için istinafa götüren sanığın aleyhine karar verilmesi mümkün olabilmektedir. Fransız Hukuku’nda, sanık lehine istinaf yoluna başvurulduğu durumda müktesep hak kabul edilmemektedir. Sanığın, mahkumiyet kararının yalnızca müsadere veya adli para cezası ile ilgili kısımlarını istinafa konu etme hakkı bulunmaktadır. Ancak bu durumda savcı, hapis cezasına ilişkin bölümü de istinaf yoluna götürerek, sanığın aleyhine sonuç çıkmasını sağlayabilmektedir.

Tüm bu sebeplerle; Fransa’da istinaf başvurularının, yani davanın baştan sona görüldüğü dava ve kararların genellikle ilk derece mahkemelerinde sonuçlanıp kesinleştiği görülmektedir. Uygulamada sanığın avukatı, örneğin müsadere veya adli para cezasıyla ilgili istinaf başvurusu yapmadan önce savcıyla görüşür ve davayı hapis cezası yönünden temyiz edip etmeyeceğini sorduktan sonra harekete geçer. Çünkü sanık istinaf başvurusu yaptığı anda, bu husus savcıya bildirilir ve savcıya başvuruyu inceleyip gerekirse istinafa başvurabilmesi için ek süre verilir. Bir tarafın (örneğin sanığın), mahkumiyet kararına karşı istinaf dilekçesi vermesinden itibaren diğer taraflara (savcı ve mağdura) beş günlük ek süre verilmektedir. Bu sürede savcı veya mağdur, kararı sanık aleyhine istinaf mahkemesine götürebilmektedir.

Türk Hukuku’nda soruşturmanın başı ve yöneteni cumhuriyet savcısıdır. 6545 sayılı Kanun 28.06.2014 tarihinde yürürlüğe girinceye kadar, CMK m.173/3 uyarınca ağır ceza mahkemesi tarafından soruşturmayı derinleştirmesi için sulh ceza hakimi görevlendirilebilmekte idi. Şu an bu hüküm değiştirildi ve sulh ceza hakimliğine, soruşturmanın genişletilmesine gerek görmesi halinde o yer cumhuriyet başsavcılığından talepte bulunma yetkisi verildi.

Bunun dışında “Soruşturmanın sulh ceza hakimi tarafından yapılması” başlıklı CMK m.163 bulunmaktadır. Bu maddeye göre, “(1) Suçüstü hali ile gecikmesinde sakınca bulunan hallerde, cumhuriyet savcısına erişilemiyorsa veya olay genişliği itibarıyla cumhuriyet savcısının iş gücünü aşıyorsa, sulh ceza hakimi de bütün soruşturma işlemlerini yapabilir.
(2) Kolluk amir ve memurları, sulh ceza hakimi tarafından emredilen tedbirleri alır ve araştırmaları yerine getirirler”.

Türk Hukuku’nda, Fransa’da olduğu gibi ağır meselelerin soruşturmasını sulh ceza hakimliği veya sorgu hakimliği yürütmez. Bu yetki, prensip olarak cumhuriyet savcısına tanınmıştır. Sulh ceza hakimi, cumhuriyet savcısını koruma tedbirleri ile ilgili taleplerini ve bunlara itirazları karara bağlar. CMK m.163’de öngörülen yetki çok istisnaidir ve kullanıldığı da pek görülmemiştir.

Hangi usulün isabetli olduğu görecelidir. Kuralın uygulandığı yere ve elde edilen sonuçlara bakmak gerekir. Türk Hukuku’nda, ağır ceza mahkemesinin görev alanına giren işler dahil tüm soruşturmalar cumhuriyet savcısı tarafından yürütülür. Bu sistemde bir tuhaflık yoktur. Kanun koyucu, prensip olarak soruşturmayı yürüten ile koruma tedbiri kararını veren yargı mensuplarını ayrı düzenlemiştir. Önemli olan, yargılama sistemin iyi ve istikrarlı yürümesidir.

Bizde adli kolluk yoktur ve CMK m.160 uyarınca soruşturmaya başlayan cumhuriyet savcısı, delillerin toplanıp değerlendirilmesinde yeterli güce ve imkana sahip olamamaktadır. Ayrıca, Türk Hukuku’nda “sorgu hakimliği” olarak kurulan “sulh ceza hakimliği” sistemine ciddi eleştirilerde bulunulduğu görülmektedir. Bu eleştirilerin hukuki olmak yerine, sulh ceza hakimliklerinin kuruluş zamanlaması, amacı, bu hakimliklere atanan hakimler, bazı karar ve uygulamalar üzerinden yapıldığı görülmektedir. Kanunla kurulan ve bir anlamda sorgu hakimliği olarak kabul edilen sulh ceza hakimlikleri, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda elkoyma ve iletişimin denetlenmesi gibi soruşturma aşamasında ağır ceza mahkemelerinin oybirliği ile alacakları kararlara bağlı olan koruma tedbirleri ve soruşturma işlemleri hariç olmak üzere soruşturma aşamasında gündeme gelecek hakim kararını gerektiren koruma tedbirleri ve soruşturma işlemleri konusunda yetkili kılınmışlardır.  Kanunla belirlenen istisnalar saklı olmak kaydı ile soruşturma aşamasında koruma tedbirlerine sadece sulh ceza hakimliği ve hakimleri karar verebilirler. Kanunla kurulan sulh ceza hakimliğine daimi veya geçici hakim yetkilendirilmesi, yalnızca Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun kararı ile mümkündür.      
 
Mağduriyetin değil adaletin dağıtılması gerektiği bir gerçektir. 2005 yılından bu tarafa konuşulan ve bir türlü faaliyete geçirilemeyen istinaf mahkemeleri nedeniyle tüm yük bir içtihat mahkemesi olması gereken Yargıtay’ın omuzlarına yüklenmiştir. Üye sayısı artırılsa da Yargıtay’ın bu kadar dava dosyasına bakamayacağı ve hukukilik denetimi yapamayacağı bilinmektedir. Hukuk güvenliği hakkı ve adalet için; hakkaniyet, istikrar ve eşitlik şarttır.

Türk Hukuku’nda ara, yani “istinaf” adı ile bilinen bölge adliye mahkemeleri faaliyete geçirilemediği için, gerçekte maddi vakıaya inmeyip, yalnızca hukukilik denetimi yapan Yargıtay’ın temyiz aşamasına aleyhe bozma yasağının kaldırılması isabetli olmayacaktır. Her ne kadar uygulamada Yargıtay maddi vakıayı incelemekte ise de, yalnızca temyizle sınırlı denetim yaptığından aleyhe bozma yasağının kaldırılmaması gerekir. Aleyhe bozma yasağı, üçlü yargılamanın, yani “istinaf” sisteminin kabul edildiği iç hukukta yerel mahkeme süreci sonrasında başlayacak bölge adliye mahkemesi yargılamasında kaldırılmalıdır. Bu yolla, istinafın ve dolayısıyla temyizin iş yükü de azalacaktır. Her ne kadar aleyhe bozma yasağının kaldırılmasının hak arama hürriyetine aşırı sınırlama getireceği iddia edilse de, aleyhe bozmayı göze alan sanığın başvuru yolu kısıtlanmadığından hak arama hürriyetinin özünün zedelendiği söylenemez.

Cumhuriyet savcısı tarafından başlatılan soruşturma sonrasında iddianame, iddianamenin kabulü, yerel mahkeme kararı, bazı kararlara itiraz, tebliğname, Yargıtay ilamı, Başsavcılık itirazı, Anayasa Mahkemesi’ne ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne bireysel başvuru, yargılamanın yenilenmesi ve bazı kararlar için gidilebilecek kanun yararına bozma yolu dikkate alındığında, maddi hakikate ve adalete ulaşmada ceza yargılamasının uzun bir süreci kapsadığı görülmektedir. Ancak geç gelen adaletin adalet olmadığı dikkate alındığında, en azından yerel mahkeme aşamasının en kısa sürede tamamlanması gerektiği isabetli olacaktır. Bu sebeple, sorgu hakimliklerinin güçlendirilmesi, istinaf mahkemelerinin faaliyete geçirilmesi ve Yargıtay’ın “içtihat mahkemesi” kimliğine kavuşması düşünülmelidir.

Bunun dışında, sorgu hakimliklerinin Fransa’da olduğu gibi soruşturma yapabilmeleri ve CMK m.163’ü etkin şekilde kullanmaları bu aşamada, hem fiziki ve hem de yeterli kadro yönü ile pek mümkün gözükmemektedir. Elbette bunlar birer sistemdir, denenebilir, fakat bu deneme öncesinde sorun çözmek amacıyla kanunların düzenlenmesi ve uygulamaya geçirilmesi, bunda da sabır ve istikrarın korunması gerekir. Aksi halde, yap-boz tahtasına dönen kural ve sübjektif uygulamalar ile maddi hakikatin ortaya çıkarılamayacağı ve süratli adalete ulaşılamayacağı gözden uzak tutulmamalıdır.

Esasında Türk Hukuku’nda, sorgu hakimlikleri ve istinaf mahkemeleri faaliyete geçirilmelidirler. Her iki müessese gereği gibi kurulup işletilemediği sürece, Türk Hukuku’nda yargının sorunlarının giderek artacağı tartışmasızdır. Bugün sulh ceza hakimliklerinin tartışılması, yalnızca bu hakimliklerde yetkilendirilen hakimlerin kimler olduğu üzerinden yapılmaktadır. Bu noktada kimse, 01.06.2005 tarihinden itibaren faaliyete geçen özel yetkili ağır ceza mahkemeleri ile bu mahkemelerde görev alan hakim ve savcılar ile kolluğun kişi hak ve hürriyetleri üzerinde yol açtıkları tahribatı, bunların nedenlerini ve “hukuk devleti” ilkesinin yıpranmasını konuşmamaktadır. Yakalama, gözaltına alma, arama ve elkoyma, tutuklama, makul süreyi aşan yargılamalar, dinleme ve takip, gizli tanık ve hukuka aykırı deliller gibi konularda yaşanan sorunlar karşısında, acaba “maddi hakikate ulaşma” ve “adalet” kavramları ne derece haklı mazeret olarak görülebilirler? Bu tür bir mazeret, “hukuk devleti” ilkesi nazarında kabul görebilir mi?

Acaba, bir taraftan maddi hakikate ve adalete ulaşma endişesi taşırken, bu endişenin giderilmesi hukukun evrensel ilke ve esaslarına uyularak sağlanamaz mı? Türkiye Cumhuriyeti’nde zaman ve süjeler değişkenlik gösterebilirse de, dürüst yargılanma hakkına yönelik ihlallerin sürdüğüne dair eleştiri ve itirazlarda farklılık olmadığı görülmektedir. Umarım hukuk çağını bitiririz, gerek kanun ve gerekse uygulamada özü itibariyle 25 başlıkta toplanan hukukun evrensel ilke ve esaslarını benimseyen bir yargı sistemine kavuşuruz. Bu sisteme kavuşmadan, hukuk güvenliği hakkının tam manası ile güvence altına alındığı söylenemez. Kanaatimizce, Anglo-Amerika ve Kuzey Avrupa’nın başardığı budur. Sadece kanun koymak yetmez, bunun kadar ve hatta bundan öte önemli olan kanunlara bağlılık, istikrarlı, kişiye, zamana ve eyleme göre değişmeyen kökleşmiş uygulamalardır.


(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)