ÖZET
Bu yazıda; alt ve üst sınırlar arasında temel ceza belirlenirken, teşdit (artırım) ve takdiri indirim nedenleri uygulanırken esas alınması gereken ilkelere ve silahlı örgüt suçlarında bu ilkelerle ilgili sıkça yapılan hatalara yer verilmiş olup, konunun daha iyi anlaşılması adına da, Yargıtay 16 Ceza Dairesi’nin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verip,[1] Ceza Genel Kurulu’nun onadığı karar[2] örnek olarak incelenmiştir.
İncelenen kararın önemi şuradan gelmektedir; bu karar ile yürütme organı tarafından “FETÖ/PDY” olarak adlandırılan yapı/oluşum/cemaat “silahlı terör örgütü” olarak kabul edilmiş ve “FETÖ/PDY” ile ilgili tüm soruşturma ve kovuşturmalar bu karar esas alınarak yürütülmüştür ve yürütülmektedir.
I. GENEL OLARAK
Modern ceza hukukunda “yaptırım” kavramı değişikliğe uğramıştır. Artık, suçluya ıstırap vermek amacı taşıyan yaptırımların toplumsal çıkarla bağdaşamadığı anlaşılmış, suçlunun ıslahı ile birlikte toplumsal yararı gözeten yaptırımlar kabul edilmiş[3] ve sanık haklarının genişlemesi, sanığın obje olmaktan çıkarılarak bir süje haline gelmesiyle fail odaklı yaptırım teorileri ortaya çıkmıştır.
Türk ceza hukukunda da her somut olaya göre uyarlanabilecek ve dolayısıyla her suça ve suçluya farklı ceza verilebilmesini mümkün kılacak bir yaptırım teorisi esas alınmıştır. Zira suçların gerçekleştirilme şekilleri birbirinden farklı olduğu gibi, faillerin kişisel özellikleri, sosyal ve psikolojik halleri de farklıdır.[4] Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 45. maddesi suç karşılığında uygulanabilecek cezaları, hapis ve adlî para cezası olarak belirlemiştir. Cezayı belirleyecek olan, sanığı bizzat gören ve yargılamayı yapan hâkimdir. Denetimi ise kanun yolu incelemesinde istinaf ve Yargıtay, adil yargılanma hakkı kapsamında da Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yapacaktır.
Dosyadaki “fail” ve “fiil” esas alınarak; her bir sanığa (fail) ve suça (fiil) uygun bir yaptırım belirlenmesi cezanın kişiselleştirilmesi (bireyselleştirme/şahsileştirme) olarak tanımlanır. Ceza hukukunun temel ilkelerinden olan kişiselleştirmenin amacı; ceza ve sanık arasında uygun dengeyi sağlamaktır.[5] Yasalarımız, cezanın kişiselleştirilmesi açısından değişik kurumlar kabul etmiştir. Bunlar; seçimlik cezalarda hapis veya para cezasından birini seçme, alt ve üst sınır arasında temel cezayı belirleme, takdiri indirim, hapis cezasını para cezasına veya diğer seçenek yaptırımlara çevirme ya da erteleme ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasıdır. Yine TCK’nın 220. maddesinin 6. ve 7.fıkralarında düzenlenen indirim de örgütsel suçlar bakımından kabul edilen kişiselleştirme müessesesidir.
Hâkim, öncelikle alt ve üst sınır arasında bir temel ceza belirleyecek, daha sonra artırım ve indirimleri uygulayacak ve takdiri indirim hakkını da değerlendirerek bir sonuç cezaya varıp, paraya çevirme veya erteleme hususlarını tartışacaktır.
II. CEZANIN BELİRLENMESİ VE BİREYSELLEŞTİRİLMESİ
Cezanın belirlenmesi başlıklı TCK’nın 61/1. maddesine göre yasada cezanın alt ve üst sınırlarının gösterildiği durumlarda iki sınır arasındaki temel cezayı belirleme görevi hâkime aittir. Yine takdiri indirim başlıklı TCK’nın 62. maddesi gereğince hâkime sonuç cezayı açıklamadan önce indirim yapabilme imkanı verilmiştir. Ancak, hâkim bu maddeleri uygularken sınırsız bir yetki ve takdir hakkına sahip değildir. Zira TCK’nın 61/1. ve 62. maddelerinde ceza tayin edilirken hangi kriterlerin esas alınacağı belirlenmiş olup, hâkimin bu kriterlerin dışına çıkması mümkün değildir. Bunlar suçun işleniş biçimi, failin geçmişi gibi fail ve fiile ilişkin kriterlerdir. Ayrıca bu kriterler de evrensel bazı ilkelere göre değerlendirilmek zorundadır.
1. Adalet, Eşitlik ve Orantılılık İlkeleri
Bu ilkeler, TCK’nın 3. maddesinde düzenlenen ve hâkimlerce dikkate alınması zorunlu olan ilkelerdir. Eşitlik ilkesi ayrıca Anayasanın 10.maddesi ile de güvence altına alınmıştır. Başlığı “ADALET ve kanun önünde EŞİTLİK ilkesi” olan TCK’nın 3. maddesine göre; fiilin ağırlığıyla ORANTILI CEZAYA hükmolunur ve kişiler arasında ayrım yapılamaz. Çünkü ancak haklı ve suçun ağırlığıyla ORANTILI bir yaptırım ile suç işleyen kişinin bu fiilinden pişmanlık duyması ve yeniden topluma kazandırılması sağlanabilir. Yine, bireylerin hukuka olan güvenlerinin artması ve cezanın caydırıcılık etkisinin doğru biçimde gösterilebilmesi için de oranlılık ilkesine uyulmalıdır. Madde ile bu hususa ceza kanunda açıkça yer verilerek, ceza kanununun ADALETÇİ bir karaktere sahip olduğu vurgulanmak istenmiştir.[6]
2. Hakkaniyet İlkeleri ve Nesafet Kuralları
Hakkaniyet ve nasafet aslında adalet ilkesinin bir gereğidir. Hakkaniyet, haktan ayrılmamak; Nasafet (nısfet-insaf), merhametli olmak demektir. Yani ceza haklı ve hak ettiği miktarda olmalı ve toplumun merhamet hissi ile vicdanını zedelememelidir. Örneğin, gözlük kıran faile, göz çıkaran birinden daha fazla ceza vermek toplumda insafsızlık olarak kabul edilir ve adalet duygusunu zedeler. TCK’nın 3. maddesinin gerekçesinde de cezanın HAKLI VE ÖLÇÜLÜ olması gerektiği vurgulanmıştır. Ancak, hakkaniyet ve nesafet sübjektif ve kişilere göre değişiklik gösterebilen kavramlar olduklarından, adaletsiz uygulamalara sebebiyet verebilirler ve bu nedenle yasalarca kabul edilen objektif kriterlerlerle birlikte değerlendirilmelidirler.[7] Cezanın hakkaniyet ve nesafetle tayin edilmesi gerektiğine pek çok Yargıtay kararında da yer verilmiştir.[8]
3. Mükerrer Değerlendirme Yasağı
Bu ilke, TCK’nın 61/3. maddesinde düzenlenen bir ilkedir ve aynı gerekçenin birden fazla yerde kullanılmasını yasaklar. Buna göre, maddenin 1. fıkrasında sayılan hususlar suçun unsurları veya artırım ya da indirim nedeni olarak belirlenmişse temel cezanın tayininde ya da temel cezanın tayininde sayılan hususlar da takdiri indirim nedeni olarak başka bir bireyselleştirmede tekrar dikkate alınamaz. İlkenin sanık aleyhine kullanılabilmesi mümkün değildir. Örneğin, temel cezanın belirlenmesine esas alınan kusurun ağırlığına dayanılarak TCK’nın 62. maddesinin (takdiri indirim) uygulanmaması[9] veya TCK’nın 109/2. maddesinde suçun unsuru olarak yer alan cebir, şiddetle işlenme gerekçesiyle asgari hadden uzaklaşılması bu ilkeye aykırılık oluşturur.[10]
4. Gerekçe Zorunluluğu
Anayasa’nın 141/3. ila CMK’nın 34. ve 230. maddeleri gereğince, hâkim cezayı belirlerken ve bireyselleştirme yaparken mutlaka gerekçe göstermelidir. Hâkimin takdir hakkı sınırsız ve denetimsiz değildir ve bu denetim gerekçeyle yapılır. Yani gerekçe keyfiliği kaldırır. Zira hâkimin cezayı kişiselleştirirken yasal kriterlere ne kadar bağlı kaldığı ve bu kriterlerin suça ve faile uygunluğu gerekçeyle denetlenir. Gerekçenin; yasal ve yeterli, dosyaya uygun ve somut olması, olaya ve sanığın fiiline dayanması ve gerekçe olarak gösterilen hususların birbiriyle çelişmemesi gerekir. Yargıtay da, gerekçenin somut dosyaya uygunluğunu aramakta ve kanundaki ifadelerin tekrarını gerekçe olarak kabul etmemektedir.[11]
III. SİLAHLI ÖRGÜT ÜYELİĞİ SUÇUNDA TEMEL CEZA TAYİNİ
TCK’nın 314/2. maddesi gereğince, silahlı örgüt üyeliği suçunun cezası 5 ila 10 yıl arası hapistir ve hâkim yukarıda belirtilen ilkeler ışığında temel cezayı belirleyecektir. Ancak, özellikle FETÖ/PDY yargılamalarında belirtilen ilkelere uyulmadan ve genellikle teşdiden (artırılarak) ceza verildiği, alt sınırdan ayrılma gerekçelerinin yasal ve yeterli olmadığı, kanundaki ifadelerin tekrarıyla yetinildiği, hiçbir artı suçu olmayan kişilerle ilgili eşitlik ve orantılılık ilkeleri ile adalet, hak ve nesafet kurallarına aykırı davranıldığı ve sosyal konum, meslek gibi yasal olmayan kriterlerin teşdite gerekçe yapıldığı görülmektedir.
Silahlı örgüt suçunda, özellikle eşitlik ve orantılılık ilkeleri ile hak ve nesafet kurallarına uyulması gerektiği pek çok Yargıtay kararında vurgulanmıştır. Örneğin, sanığın akrabası ve komşusu olan MK'nın talimatıyla, bu kişinin evine yerleşen silahlı terör örgütü mensuplarına sadece yiyecek vermekten ve zaman zaman ihtiyaçlarını gidermeleri için kilitli olan kapıyı açmaktan ibaret eyleminde, sanık hakkında tayin olunan cezadan TCK'nın 220/7-2. maddesi gereğince makul ve hakkaniyete uygun bir oranda indirim yapılması gerektiği,[12] başka bir kararda da, eşi tarafından müşterek evlerine getirilen örgüt mensubunun yakalanmasını önlemek amacıyla, eve gelen güvenlik güçlerinin içeri girmesini engellemeye çalışan sanık hakkında alt sınırdan uzaklaşmayı gerektirir bir durum bulunmadığı ve tayin olunan cezadan TCK'nın 220/7-2. maddesi uyarınca makul oranda indirim yapılması gerektiği belirtilmiştir.[13]
Ayrıca, silahlı örgüt üyeliği suçunun niteliğini bilmemekten kaynaklanan bazı yanlış teşdit uygulamaları da “mükerrer değerlendirme yasağına” aykırı şekilde sıkça yapılmaktadır. Şöyle ki;
1- Silahlı örgüt üyeliği suçunun unsuru olan faaliyetler ayrıca teşdit gerekçesi olarak değerlendirilmektedir. Silahlı örgüt üyeliğinde “süreklilik, çeşitlilik, yoğunluk” suçun oluşması için aranan unsurlardır. Sanığa, faaliyetleri çeşitli, sürekli ve yoğun denilerek ayrıca teştiden ceza verilemez. Kişi zaten bu faaliyetleri nedeniyle örgüt üyesi olarak kabul edilmiştir ve faaliyeti bu boyuta ulaşmamış ise ya sempatizan ya da yardım eden olarak kabul edilecektir. Oysaki belirli bir bankaya para yatırma, belirli bir okula çocuğunu gönderme, belirli bir gazeteye abone olma gibi aslında silahlı örgüt faaliyeti dahi olmayan bazı kişisel faaliyetler nedeniyle insanlar silahlı örgüt üyesi kabul edilmekte ve üstelik faaliyetleri çeşitli, sürekli, yoğun denilerek teştiden de ceza verilmektedir. Bu şekilde, suçun unsuru olan bir husus teşdit gerekçesi yapılarak mükerrer değerlendirme yasağına aykırı davranılmaktadır.
2- Silahlı örgüt mensubiyetine ilişkin suçlar (yardım, üyelik, yöneticilik) geçitli suçlardır. Geçitli suç, birbirine dönüşebilen veya biri işlenmeden diğerine geçilemeyen suçlardır (yaralama ve öldürme gibi). Geçitli suçlarda, suçu diğer basamağa taşıyan husus ayrıca teşdit gerekçesi yapılamaz. Çünkü aynı husus iki kere değerlendirmeye alınmış olur. Örneğin, üyelikten açılan davada, örgütü sevk ve idare ettiği kabul edilerek yöneticilikten ceza verilen sanığa; sevk ve idareye mahsus faaliyetleri ve konumu ayrıca teşdit gerekçesi yapılamaz. Çünkü fail zaten bu faaliyet ve konumu nedeniyle yönetici kabul edilmiştir.
3- Silahlı örgüt mensubu olma suçu, temadi eden (mütemadi) bir suçtur. Aslında failin örgüt içinde kaldığı süre boyunca devam eden tek bir üyelik suçu vardır ve kişi örgütten ayrılana kadar bu suçu işlemeye devam eder. Temadi bu suçun unsuru olduğu için ayrıca teşdit gerekçesi yapılamaz ve aksi durumun kabulü mükerrer değerlendirme yasağına aykırılık oluşturur.
4- Bir diğer husus artı suçtur. Örgüt üyeleri; suç oluşturan eylemlere de iştirak etmişlerse, TCK’nın 220/4. maddesi gereğince bu suçlardan da ayrıca cezalandırılırlar. Bu suçlara kısaca “artı suç” denir. Artı suçlar ayrıca cezalandırıldığı için bunlar da üyelik suçu için teşdit gerekçesi yapılamaz. Yine, artı suç için kullanılan teşdit gerekçesi üyelik suçu için tekrar kullanılamaz.
Bu hususlar, TCK’nın 61/3.maddesi ile güvence altına alınan mükerrer değerlendirme yasağına aykırılık oluştururlar ve kesin bozma nedenleridir.
IV. ÖRNEK KARAR İNCELEMESİ
Bu başlık altında; Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin ilk derece yargılaması yaparak iki hâkim hakkında silahlı terör örgütü üyesi olmak suçundan verdiği ve tüm “FETÖ/PDY” yargılamalarında esas ve emsal alınan kararı incelenecektir.[14] Kararın önemi, bu kararda temel cezanın belirlenmesinde yapılan hataların, yüzbinlerce dosyada da tekrar edilmiş ve edilmekte olmasıdır.
Burada, FETÖ/PDY adlı yapılanma bir silahlı terör örgütü müdür, Bylock dâhil dosyadaki deliller hukuka uygun mudur ve silahlı örgüt üyeliği suçunun unsurları oluşmuş mudur? gibi hususlara değinilmeden; sadece “cezanın belirlenmesi ve bireyselleştirilmesine” dair ilkelerin ve bu bağlamda da “temel cezanın tayini (teşdit gerekçeleri) ve takdiri indirim” müesseselerinin karara ne kadar yansıtıldığı incelenecektir. İnceleme sırasında da, hükme esas alınan kriterlerin yasal olup olmadığı, gerekçelerinin gösterilip gösterilmediği ve gösterilen gerekçenin somut olaya uygun olup olmadığı hususları üzerinde durulacaktır.
1. Faile (Sanığa) ve Fiile (Suça) Göre Kişiselleştirme Yapılmaması
Kararda iki fail (sanık) için ortak hüküm kurulmuş; kısa kararda ve gerekçede temel cezanın tayini ve takdiri indirim gerekçeleri de ortak yazılmıştır, yani sanıklar birbirinden ayrılmamıştır. Ayrıca, dosyada silahlı örgüt üyeliği suçu yanında görevi kötüye kullanma suçundan da hüküm kurulmuş ve kararın gerekçe kısmındaki bireyselleştirmeye dair değerlendirme bu iki suç açısından ortak yazılmıştır. Yani ne sanıklar ne de suçlar ayrı ayrı değerlendirilmemiştir. Aslında bu uygulama bile tek başına bozma nedenidir. Çünkü her “fail” ve “fiili” ayrı ayrı değerlendirilmelidir ve aksi uygulama kişiselleştirme müessesenin işletilmediğini gösterir.
Faillerin kişisel özellikleri, sosyal ve psikolojik halleri birbirinden farklıdır ve bu nedenle gerekçeler de ayrı değerlendirilmelidir.[15] İştirak halinde işlenen suçlarda dahi, her bir faile göre ayrı değerlendirme yapmak zorunludur. Zira aynı fiilde ortak olan sanıklara farklı ceza verilebilir.[16] Fiilleri aynı olan müşterek failler için bile temel cezanın farklı şekilde belirlenmesi mümkünken, bağımsız suç ve failler bakımından değerlendirmenin ayrı yapılmasının zorunlu olduğu izahtan varestedir. Sonuç ceza olarak aynı cezanın verilmesinde bir beis yoktur, ancak ortak değerlendirme yapmak yasaya aykırıdır.
Son yıllarda “torba yasa” denilerek ilgili ilgisiz pek çok kanun ortak bir torbaya sokulduğu gibi, 16. Ceza Dairesi de “torba gerekçe” denilebilecek şekilde farklı failler ve birbirinden bağımsız suçlar için ortak bir torba gerekçe oluşturmuştur.
2. Temel Cezanın Tayini ve Teşdit Gerekçeleri
Kararda alt sınırdan uzaklaşılmış, yani teşdiden ceza verilmiştir. Kısa kararda teşdit nedenleri olarak “suçun işlenmesindeki özellikler, suç sebep ve saikleri, kastın yoğunluğu, meydana gelen tehlikenin ağırlığı…” gösterilmiştir. Ancak, teşdit gerekçesi olarak gösterilen hususların tamamı TCK’nın 61/1. maddesindeki kriterlerin tekrarından ibarettir ve yasal gerekçe olarak kabul edilebilmeleri mümkün değildir. Temel cezanın alt sınırdan tayin edildiği durumlarda sanık lehine düşünülerek (aleyhe temyiz yoksa), yasa metnindeki ifadelerin tekrarı Yargıtay’ca bozma nedeni yapılmaz. Ancak teşdiden uygulama yapılacaksa mutlaka gerekçesi gösterilmelidir. Kısa kararda yasa metnindeki ifadelerin tekrarı yeterli olmadığı için gerekçeli karara bakılmalıdır.
Kararın gerekçe kısmında teşdit nedenleri hem silahlı örgüt üyeliği hem de görevi kötüye kullanma suçu için ortak yazılmış ve “sanıklar hakkında temel cezanın belirlenmesinde, Türk Ceza Kanununun 61 ve 3/1 maddeleri gözetilerek mensubu oldukları FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün ülke ve dünya çapında gerçekleştirdiği örgütlenme itibariyle ortaya koyduğu tehlikenin ağırlığı, hakimlik mesleğiyle kabili tevfik olmayan örgüt üyeliğini kullanan sanıkların kamu otoritesinin ve hukuk düzeninin çaresizliğini sözde örgütsel güç gösterisi ile ortaya koyarak toplumda oluşturdukları infial, bu örgütteki konumları, tahliyelerini temin etmeye çalıştıkları aynı örgüte mensubiyetleri nedeniyle ceza soruşturmasına muhatap olan şüphelilerin sayısı ve soruşturma konusu suçların niteliği nazara alınarak takdiren asgari hadden uzaklaşılmıştır” denilmiştir.
Ancak “tahliye edilmeye çalışılan kişi sayısı ve bunlara ilişkin soruşturma konusu suç” kısa kararda sadece görevi kötüye kullanma suçu için yazılmış olduğundan, bu teşdit nedeninin sadece görevi kötüye kullanma suçuna esas alındığının kabulü gerekir. Zira artı suça mahsus olan bu gerekçenin üyelik suçu için kullanılamayacağı yukarıda belirtilmiştir.
Hâkim, temel cezayı yukarıda bahsedilen ilkeler ışığında ve TCK’nın 61. maddesinin 1. fıkrasında sayılan kriterlere göre belirler ve bu kriterlere bağlı kalarak alt sınırın üstünde bir cezada verebilir. Yani bu maddedeki kriterler aynı zamanda “teşdit” gerekçelerini de oluşturur. TCK’nın 61/1.maddesinde;
“Hakim, somut olayda;
a) Suçun işleniş biçimini,
b) Suçun işlenmesinde kullanılan araçları,
c) Suçun işlendiği zaman ve yeri,
d) Suçun konusunun önem ve değerini,
e) Meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığını,
f) Failin kast veya taksire dayalı kusurunun ağırlığını,
g) Failin güttüğü amaç ve saiki,
Göz önünde bulundurarak, işlenen suçun kanuni tanımında öngörülen cezanın alt ve üst sınırı arasında temel cezayı belirler” denilmiştir.
TCK’nın 61/1.maddesindeki kriterler tahdidi olarak sayılmıştır, yani sınırlıdır. Bu kriterlerin ilk 5 tanesi fiile, 2 tanesi faile ilişkindir. Hakim bu yedi “yasal kriter” ile bağlıdır. Bu kriterler, benzer kriterlerle çoğaltılamaz, genişletilemez ve kıyas yapılamaz. Bu nedenle maddede gösterilen ölçütlerin dışında bir başka gerekçe ile alt sınırdan uzaklaşılması mümkün değildir. Örneğin, TCK’NIN 61/1. MADDESİNDE YER ALMAYAN SANIĞIN GEÇMİŞTEKİ HALİ, SUÇ İŞLEME HUSUSUNDAKİ EĞİLİMİ, ŞAHSİ VE SOSYAL DURUMU, BAŞKALARINA ÖRNEK OLUNMASI VE BU SURETLE SUÇ İŞLENMESİNİN ÖNLENMESİ GİBİ GEREKÇELERLE ALT SINIRDAN UZAKLAŞILMASI YASAYA AYKIRIDIR.[17]
Bu kriterlere göre kararın gerekçe kısmındaki teşdit sebeplerini değerlendirmek gerekirse;
a- Teşdid nedeni olarak “mensubu oldukları FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün ülke ve dünya çapında gerçekleştirdiği örgütlenme itibariyle ortaya koyduğu tehlikenin ağırlığı”
Öncelikle, bu teşdit sebebi yasal bir gerekçe değildir. Hukuken TCK’nın 61/1. maddesi her bir kriter için; “Hakim, somut olayda; … meydana gelen zarar veya tehlikenin ağırlığını, … Göz önünde bulundurarak, ... temel cezayı belirler” şeklinde okunur ve değerlendirilir. Yani tehlikenin ağırlığı, o dosyaya mahsus olayı ve o sanığın eylemi sonucu meydana gelen tehlikeyi ifade eder ve bu nedenle sanıkların üyesi olduğu kabul edilen örgütün veya bu örgütün diğer mensuplarının yarattığı tehlike 61/1.(e) maddesine göre yasal bir kriter kabul edilemez. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’da verdiği bir kararında, uyuşturucu madde ticareti suçunda, ‘bu tür suçların önemi ve bu tip suçlara taviz verilmemesi’ şeklindeki genel teşdit gerekçesinin yasal olmadığını belirtmiştir.[18] Uyuşturucu suçunun toplum için yarattığı tehlikenin ağırlığı herkesçe malumdur. Ancak, tüm uyuşturucu satıcılarının yarattığı tehlike tek bir sanığa yüklenemez. Zira sanık sadece kendi eyleminden kaynaklanan tehlikenin ağırlığından sorumludur ve TCK’nın 61/1. maddesi bu açıdan çok nettir.
Silahlı örgüt suçu tehlike suçudur ve bir yapılanma, yarattığı tehlike toplum için “ağır“ ve “yakın“ olduğu için silahlı örgüt olarak kabul edilir. Siyaseten mümkün ise de, hukuken silahlı örgütler arasında küçük/büyük/az tehlikeli/çok tehlikeli şeklinde bir ayrım yapılamayacağı gibi, sağ görüşlü örgütler, sol görüşlülere göre daha tehlikelidir şeklinde bir ayrım da yapılamaz. Yani tüm silahlı örgütler ağır tehlikelidir, ancak örgütün oluşturduğu bu genel tehlike TCK’nın 61/1. maddesindeki sınırlı sayıda olan kriterlerin hiçbirine girmediğinden teşdit gerekçesi yapılamaz.
b- Bir diğer teşdit nedeni olarak “hakimlik mesleğiyle kabili tevfik olmayan” ifadesi.
Bu ifadeyle sanıkların hâkim olması teşdit gerekçesi yapılmıştır. Öncelikle failin mesleği, yasal bir teşdit kriteri değildir. Zira TCK’nın 61/1.maddesinde sanığa ilişkin sadece iki kritere yer verilmiştir; “kusurunun ağırlığı“ ve “amaç ve saik“. Yani sanığın sosyal, toplumsal konumunu veya mesleğini esas alan bir kriter maddede yoktur. Bu nedenle temel ceza belirlenirken kişinin sosyal konumu göz önünde bulundurulmaz. Failin eğitim düzeyi (cahil veya üniversite mezunu olması), mesleği (çiftçi veya doktor olması, profesör olması), zengin ve itibar sahibi veya fakir olması gibi özellikleri temel cezanın belirlenmesine esas alınamaz.
Yargının en üst kurumunda yapılan bu hatanın nedeni, bu karara imza atan Yargıtay üyelerinin 765 sayılı eski ceza yasası zamanından kalma alışkanlıklarını terk edememeleridir. Çünkü 765 sayılı eski TCK döneminde failin “sosyal durumu” 29. maddede sayılan kriterler arasındaydı ve bu kriterler genişletilebildiği için kişinin “mesleği” temel cezanın belirlenmesine ve teşdide esas alınabilmekteydi. Ancak, 5237 sayılı TCK’da bu kritere “failin sosyal ilişkileri” şeklinde takdiri indirimi düzenleyen 62. maddede yer verilmiştir ve bu nedenle failin “sosyal konumu” ve dolayısıyla “mesleği” 5237 sayılı TCK’nın 61. maddesi için değil, 62.maddesi için yasal bir gerekçe olabilir. Yine sanıkların mesleği bu dosyada artı suçun unsurudur ve yasal bir kriter olsaydı dahi tekrar teşdite gerekçe yapılması, mükerrer değerlendirme yasağına aykırılık teşkil ederdi.
c- Bir diğer teşdit nedeni olarak şüphelilerin “örgütteki konumları”
16. Ceza Dairesi “örgütteki konum” ifadesini iki yerde kullanmıştır. Birinci kullanım yerinde; “kişinin örgüt hiyerarşisi içerisindeki KONUMUNU (ÖRGÜT YÖNETİCİSİ/ÖRGÜT ÜYESİ) tespit etmeye yarayacak bilgilerdir.”, ve “Örgütün faaliyetleri çerçevesinde suç işlenmesi halinde, fail, ÖRGÜTTEKİ KONUMUNA GÖRE ÜYE VE YÖNETİCİ SIFATIYLA cezalandırılmasının yanında, ayrıca işlenen suçtan da cezalandırılacaktır” denilmiştir. Buna göre örgütsel konum, failin üye veya yönetici olmasını, yani suç vasfını belirtir. Somut dosyadaki sanıkların örgütteki konumları da yönetici veya örgüt adına suç işleyen olarak değil, örgüt üyesi olarak belirlenmiş ve üye olarak cezalandırılmışlardır. Suçun niteliğini ve vasfını belirleyen bu unsurun ayrıca teşdit gerekçesi yapılması TCK’nın 61/3. maddesindeki mükerrer değerlendirme yasağına aykırıdır.
Örgütsel konumun ikinci kullanım yeri “örgüt pramidi içindeki konumları itibariyle -mahrem alan- kapsamında yer almaları” şeklindedir. Eğer teşdit gerekçesi olarak kullanılan “örgütteki konumları” ifadesi ile bu cümle kastedilmişse bu hususu da kısaca açıklamak gerekir. Gerekçedeki ilgili bölüm şöyledir; “örgüt pramidi içindeki konumları itibariyle "mahrem alan" kapsamında yer almaları ve meslekleri gözetildiğinde, örgütün nihai amacını, silahlı kuvvetlerdeki yapılanmasını ve burada devletin her türden silahını elinde bulunduran örgüt mensuplarının gerektiğinde bu gücü örgütün amacı doğrultusunda kullanacaklarını bilmeleri beklenen sanıkların, FETÖ/PDY silahlı terör örgütü üyesi olduklarında şüphe bulunmadığından, inkara dayanan savunmalara itibar edilmemiştir.”
Görüldüğü gibi, burada yer verilen “örgütsel konum”, sanıkların “örgütün nihai amacını bilmelerine” gerekçe yapılmıştır. Yani örgüt piramidindeki konumlarına göre sanıkların nihai amacı bildikleri kabul edilmiştir. Örgütün nihai amacını bilmek, üyelik suçunun manevi unsurudur. Suçun unsurunun oluşmasında kullanılan bir hususun ikinci kez teşdit gerekçesi yapılması TCK’nın 61/3. maddesindeki mükerrer değerlendirme yasağına aykırıdır. Kısaca, 16. Ceza Dairesinin teşdit gerekçesi olarak kullandığı “örgütteki konumları” ifadesi hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın mükerrer değerlendirme yasağına aykırıdır.
d- Bir diğer teşdit nedeni olarak, “sanıkların kamu otoritesinin ve hukuk düzeninin çaresizliğini sözde örgütsel güç gösterisi ile ortaya koyarak toplumda oluşturdukları infial”
Bu teşdit nedenini birkaç açıdan değerlendirmekte fayda vardır: Birincisi, bu teşdit nedeni değerlendirilirken 16. Ceza Dairesi kendisi ile çelişmiştir. Şöyle ki; bu dosyada sanıklar hakkında TCK’nın 314. ve 312. maddelerinde düzenlenen ve birbirleriyle geçitli olan suçlardan iki ayrı dava açılmış (ki hukuken bu mümkün değildir), ancak 312. maddeden açılan davadan beraat kararı verilmiştir. Beraat gerekçesinde ise “meydana gelen ZARAR VE TEHLİKENİN AĞIRLIĞI VE YOĞUNLUĞU, TOPLUM ÜZERINDEKİ ETKİSİ gibi kıstaslar nazara alındığında amaç suçun gerçekleşmesi için aranan elverişlilik/VAHAMET ÖZELLİĞİNİ TAŞIMADIĞI da değerlendirildiğinden...” denilerek sanıkların eylemlerinin TOPLUM ÜZERİNDEKİ ETKİSİ’nin vahamet özelliği taşımadığı kabul edilmiştir. Vahamet özelliği taşıyan eylemlerin ise “TOPLUMDA MEYDANA GETİRDİĞİ ETKİ, ortaya çıkan zarar ve TEHLIKENIN AĞIRLIĞI … gibi ölçütler değerlendirilerek” takdir edileceğini ve “TOPLUMDA KAOS VE TEDİRGİNLİK OLUŞTURACAK” eylemlerin vahim eylem olacağı kabul edilmiştir. Daire, 312. maddeden açılan davadan beraat kararı verirken sanıkların eylemlerinin toplum üzerinde vahim bir etki yaratmadığını, toplumda “kaos ve tedirginlik” oluşturmadığını kabul ederken, 314. maddeden verdiği mahkumiyette aynı eylemin toplumda “infial” oluşturduğunu kabul etmekle öncelikle kendi kabulü ve gerekçeleriyle çelişmiştir.
İkincisi, “toplumda oluşan infial” yasal bir kriter değildir. TCK’nın 61/1. maddesindeki kriterlerden 5 tanesi fiile ilişkindir ve bunlar arasında “infiali” esas alan bir kriter yoktur. En yakın kriter “e” bendidir. Ancak, örgüt üyeliği suçu tehlike suçu olup, meydana gelen bir zarar bulunmadığından, 61/1.maddenin (e) bendindeki “zararın ağırlığı” kriterinin de bu suçta uygulanabilmesi mümkün değildir. Yine “infial” kavramının tehlikenin ağırlığı kriteri içinde değerlendirilmesi de mümkün değildir. Zira “infial” her zaman “ağır tehlike” demek değildir. Örneğin bazı bölgelerde söz ile sarkıntılık bile “infial” oluşturabilir ama bu fiil neticesinde mağdurun hayati tehlike geçirmesi gibi “ağır bir tehlike” söz konusu olmaz. 1412 sayılı CMUK’un 104. maddesindeki tutuklama gerekçelerinden biri “suçun toplumda infial uyandırması” idi ve burada da tehlike değil infial esas alınmıştı. Aslında ilk teşdit gerekçesinde açıklandığı üzere, 16. Ceza Dairesi, faillerin fiilini değil, mensubu oldukları kabul edilen örgütün neden olduğu tehlikeyi “ağır” olarak kabul etmiştir. Ancak, “toplumda oluşan infial” TCK’nın 61/1. maddesi kapsamında yasal bir kriter değildir.
Ayrıca, infial yasal bir kriter olsaydı dahi, sanıkların eylemi sonucu “toplumda oluşan infial”in dosyaya uygun olarak somutlaştırılması gerekirdi. Toplumsal infial, halkın değişik yerlerde toplanması, eylem veya gösteri yapması ya da taşkınlık çıkarması şeklinde tanımlanabilir. Basit bir müdahale ile önlenmesi mümkün olan olaylar, sert tartışma ve açıklamalar toplumsal infial olarak kabul edilemez. Somut olayda sanıklara yüklenen suç tarihi Nisan 2015 olup, bu tarihte nasıl bir infial meydana geldiği gerekçede gösterilmemiştir. 16. Ceza Dairesi’nin kararı incelendiğinde, toplumda infial oluşturan olaylar olarak 15 Temmuz 2016 olaylarına vurgu yapıldığı görülmektedir. Eğer infial için 15 Temmuz olayları esas alınıyorsa, bu olayların infial oluşturduğu şüphe götürmez bir gerçek ise de; somut dosyaya gerekçe olabilmeleri mümkün değildir. Zira sanıklar o tarihte tutukludurlar ve bu olaylar sanıkların eylemi sonucu gerçekleşmemiştir. Bu nedenlerle, bu teşdit sebebi de TCK’nın 61/1. maddesinde sayılmadığından hem yasal hem de somut dosyayla uyumlu değildir. Ancak, teşdit gerekçelerinin yasal olması kadar dosya içeriğiyle uyumlu da olması gerekir. Yargıtay, uyuşturucu ticareti suçunda uyuşturucu satıcılarının okul önlerini mesken tuttuklarına ilişkin gerekçeyi, somut olaydaki satışın okul önünde gerçekleşmemesi ve dolayısıyla dosya içeriğiyle bağdaşmaması nedeniyle yasal kabul etmemiştir.[19]
Kısaca, 16. Ceza Dairesi’nin alt sınırdan ayrılma gerekçesi olarak gösterdiği teşdit nedenlerinin hiçbiri TCK’nın 61/1. maddesinde sayılan yasal kriterlerden değildir. Ayrıca, teşdit uygulaması yapılıyorsa teşdidin derecesinin de TCK’nın 61/1.maddesindeki kriterler bağlamında gerekçelendirilmesi gerekir. Yani 5 ila 10 yıl hapis cezası arasından neden 5,5 yıl; neden 6 yıl; neden 7,5 yıl; neden 8 yıl tercih edilmiştir. Kararda teşdidin derecesine dair bir gerekçeye de yer verilmemiştir. Ayrıca alt sınırdan ayrılmayı gerektiren sebepler var ise uygulanacak teşdit miktarında da orantılılık ilkesine riayet edilmelidir. Zira teşdidin derecesinde aşırıya kaçmak da bozma nedenidir.[20] Sadece Bylock iletişim sistemini kullandıkları için terör örgütü üyesi kabul edilen ve hiç bir örgütsel faaliyeti tespit edilemeyen iki hâkim hakkında teşdit uygulanması ve teşdidin derecesi, ne orantılılık ilkesine ne de hak ve nasafet kurallarına uygun değildir. Gerekçede, TCK’nın 61. ve 3/1. maddelerinin gözetildiği belirtilse de, TCK’nın 3/2. maddesindeki eşitlik ilkesi ile adalet, hak ve nasafet kurallarından hiç bahsedilmemiştir.
3. Takdiri İndirim
Kararda TCK’nın 62. maddesindeki takdiri indirim müessesesi uygulanmamış, yani sanıkların cezasından indirim yapılmamıştır. Buna gerekçe olarak ta “sanıkların yargılama sürecindeki olumsuz davranışları” gösterilmiştir. Terör suçlarında özellikle PKK, DHKP-C, Hizbullah gibi örgütlerde “yargılamadaki olumsuz davranışlar” olarak karşılaşılan hususlar; duruşmada örgüt lehine slogan atma, mütalaa okunurken veya hüküm açıklanırken masaya vurma/ayakları vurma/alkışlama, hâkim veya savcıya ya da Devlet, millet, Anayasa gibi değerlere hakaret türü sözler söyleme, duruşmada soyunma gibi hareketlerdir. Ancak, bu hareketler bile bu güne kadarki uygulamalarda cezanın tayininde esas alınmamış ve bunlarla ilgili suç ihbarında bulunulmakla yetinilmiştir. Somut dosyadan, sanıkların yargılama süresince duruşma tutanaklarına yansıyan benzer olumsuz davranışlarının bulunmadığı ve aksine saygılı davrandıkları anlaşılmaktadır.
Sanıkların yargılamadaki olumsuz davranışlarının ne olduğu ise kararın gerekçesinde şöyle belirtilmiştir: “Ayrıntıları ByLock raporunda çözülen mesaj içeriklerinde gösterildiği üzere; yapılacak bir darbeye kadar mensubu oldukları yapının terör örgütü olduğunun mahkeme kararı ile tespitinin önüne geçilmesini teminen belirlenen örgüt strarejisi doğrultusunda, işbu yargılamayı, benzer diğer davalarda olduğu gibi muhakeme hukukunun tanıdığı tüm hakları istismar ederek uzatmaya ve tıkamaya matuf örgütsel tavır sergileyen sanıklar hakkında Türk Ceza Kanununun 62.maddesi tatbik edilmemiştir.”
Gerekçeden de anlaşılacağı üzere, 62. maddenin uygulanmama sebebi olan olumsuz davranışlar, “muhakeme hukukunun tanıdığı hakları kullanarak yargılamayı uzatmaktır”. Öncelikle; ceza yargılamasında savunma, kutsal bir haktır ve sınırlanamaz. Geçmiş uygulamalarda savunma hakkı kapsamında sanığın veya müdafisinin yüzlerce sayfalık savunma dilekçesini duruşmada uzun süre okuması “yargılamayı uzatmaya matuf olumsuz davranış” olarak değerlendirilmemiştir, değerlendirilemez de. Yine hakimin reddi, tanık dinletme, tanık ile yüzleşme ve soru sorma gibi hakların kullanılması da savunma hakkı kapsamındadır ve uzatmaya yönelik denilerek kısıtlanamaz. Ancak, somut olayda sanıkların muhakeme hukukunun tanıdığı haklarını kullanmaları “olumsuz davranış” olarak kabul edilmiştir.
Takdiri indirim müessesesi TCK’nın 62. maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre hakim, failin geçmişi, sosyal ilişkileri, fiilden sonraki ve yargılama sürecindeki davranışları, cezanın failin geleceği üzerindeki olası etkileri “GİBİ” hususları göz önünde bulundurarak cezada indirim yapabilir. Maddedeki ilk üç kriter 765 sayılı eski Ceza Yasasında temel cezanın belirlenmesine ilişkin kriterler iken, 5237 sayılı Ceza Yasasında takdiri indirim nedeni olarak kabul edilmiştir. Bu kriterler “benzerleriyle” genişletilebilir. Ancak bu “benzer” kriterlerin yasanın düzenlenmesine uygun olarak “faile yönelik” olması gerekir. Zira 62. maddedeki kriterlerin hepsi faile ilişkindir ve bu nedenle, fiile veya başka kişilere (mağdur, katılan, müdafi) ilişkin kriterler 62. madde için gerekçe olamaz. Yani sadece sanığın “sosyal ilişkileri” veya “yargılama sürecindeki davranışları” gerekçe olabilir. Sanığın eşinin veya mağdurun sosyal ilişkileri takdiri indirime gerekçe yapılamayacağı gibi sanığın avukatının davranışları da gerekçe yapılamaz.
Ancak, 16. Ceza Dairesi takdiri indirimde bu büyük hatayı yapmıştır. Şöyle ki; gerekçeye göre takdiri indirim, bazı Bylock mesajları esas alınarak uygulanmamıştır. Oysaki gerekçede belirtildiği üzere, sanıkların sadece Bylock sistemini kullandıkları tespit edilmiş, mesaj ve görüşme içeriklerine ulaşılamamıştır. Yani somut dosyada bu sanıkların davayı uzatmak gibi bir strateji izlediklerine dair mesajları bulunmamaktadır.
Aslında 16. Ceza Dairesi başka kişilere (avukatlarına) ait Bylock mesaj içeriklerini esas almıştır ve bu durum da yasaya aykırıdır. Zira bireyselleştirme faile göre yapılır ve faile ait olmayan mesajlar takdiri indirimde kullanılamaz. Bu mesajlar sanıkların avukatlarına ait veya somut dosyaya ilişkin olsa bile kişiselleştirmede kullanılamaz. Aksi durumun kabulü, başkalarının veya avukatının eyleminden sanığı sorumlu tutmak olur ki, bu yasaya aykırıdır ve bozma nedenidir. Ayrıca, daha önce belirtildiği üzere, kişiselleştirmeye ilişkin gerekçelerinin dosya içeriğiyle uyumlu olması da gerekir. Somut dosyada ise sanıkların yargılamayı uzatmaya yönelik ortak hareket edeceklerini gösteren hiçbir mesaj tespit edilemediği gibi, böyle bir saptama da yoktur.
Bu konudaki diğer bir husus, gerekçenin kendi içinde çelişmesidir. Zira Daire, sanıkların “yapılacak bir darbeye kadar” yargılamayı uzatma niyetiyle hareket ettiklerini kabul etmiştir. Ancak, darbe teşebbüsü 15 Temmuz 2016’da yapıldığından, bu tarihten sonra sanıkların yargılamayı uzatma gerekçeleri de ortadan kalkmıştır. Ayrıca, suç tarihi Nisan 2015 olan ve 18.11.2015 tarihinde başlayan bir yargılamada, Nisan 2017’de hüküm verilmiştir. Yani 1,5 yıl bile sürmeyen bir yargılama sonucunda, suç tarihinden itibaren 2 yıl içinde karar verilmiştir. Özellikle bir cemaatin silahlı terör örgütü olduğuna dair “örgüt kabulü” de yapılan ve Bylock gibi bir delil değerlendirmesine girilen dosya, istatistiklere göre sürüncemede kalmamış, aksine hızlı bitirilmiştir. Ayrıca, aynı suçtan 2 yıl geçmesine rağmen haklarında iddianame bile düzenlenmeyenler olduğu düşünüldüğünde, sadece bu tarih ve süreler bile “yargılamayı uzatmak” gibi bir gerekçenin somut dosyayla uyumlu olmadığını göstermeye yeterlidir.
Bu konudaki bir diğer yasaya aykırılık; “muhakeme hukukunun tanıdığı hakları istismar” ettikleri kabul edilen sanıkların, hangi hakları, ne suretle istismar ettiklerinin somutlaştırılmaması ve açıklanmaması, yani gerekçelendirilmemesidir. İşin ilginç tarafı, bu eksikliği Ceza Genel Kurulu’nun tamamlamak ve “istismar” olarak kabul edilen taleplerinin şunlar olduğunu belirtmek zorunda kalmasıdır: Doğal hakimlik ilkesine aykırı davranıldığı için yapılan reddi hakim talepleri, kamu tanıklarının mahkemede dinlenilmesine dair talepler, tanıklara soru sorma talepleri, savunma tanıkları dinletmeye ilişkin talepler, bekletici mesele yapılmasına ve birleştirmeye ilişkin talepler ve bilirkişi incelemesi yapılmasına dair talepler. Ancak, bu taleplerin hepsi “muhakeme hukukunun sanığa tanıdığı haklar”dır ve sanığın yasal haklarını kullanmak istemesi “istismar” olarak kabul edilemez. Kısaca, takdiri indirim nedeni olarak gösterilen gerekçe de hem yasal hem de dosyayla uyumlu değildir.
BİTİRİRKEN
16. Ceza Dairesi, gerekçedeki cezanın kişiselleştirilmesine ilişkin bölümü “heyetimizin vicdani kanaati de bu yönde oluşarak aşağıdaki hüküm kurulmuştur” ifadesiyle bitirmiştir. Vicdani kanaat ceza yasalarımızda tek bir yerde ve CMK’nın 217. maddesinde delilleri takdir yetkisi başlığı altında kullanılmıştır. Yani hakim sadece delilleri takdir ederken vicdani kanaatini kullanabilir. Cezanın belirlenmesi, vicdani kanaate göre değil, yasalardaki ilke ve kriterlere göre yapılır. 16. Ceza Dairesi tarafından ilk derece yargılaması yapılarak verilen bu kararın temyiz incelemesi Ceza Genel Kurulu tarafından yapılmış, ancak şahsileştirmeye ilişkin yukarıda açıklanan kanuna aykırılıklar görmezlikten gelinmiş ve hiç biri bozma sebebi yapılmamıştır.
Yargıtay, bu kararında ceza ve usul yasalarındaki açık hükümleri ve yerleşik Yargıtay içtihatlarını göz ardı etmiştir. Hiçbir mevzuatta ve yargısal içtihatta bulunmayan yeni kavramlar üretmiş ve üretilen bu kavramlara bilinenin dışında yeni anlamlar yüklemiştir. Bu kararın önemi, yüzbinlerce kişinin yargılandığı davalara ve devam eden soruşturmalara hukuki dayanak olarak alınması ve bu nedenle yüzbinlerce kişiyi bizzat ilgilendirmesidir. Temel cezanın belirlenmesi bakımından gerekçe olarak ileri sürülen nedenler, kabuller ve olaylar bir ceza yargılamasında, hele hele Yargıtay Ceza Dairesinin ve Ceza Genel Kurulunun kararında olmaması gereken hatalardır.
Verilen karar aslında şu fıkrayı akla getirmektedir. Temel, cuma günü bakmış herkes camiye gidiyor, o da kalabalığa karışarak içeri girip namazını kılmış. Namaz çıkışında birisi nezaketle yanına yaklaşıp, galiba abdest almayı unuttunuz, malum abdestsiz namaz olmaz deyince, Temel; kim demiş abdestsiz namaz olmaz, ben kıldım oldu işte! demiş.
BU KARARDA ABDESTSİZ NAMAZ GİBİ. AMA YÜKSEK YARGI YAPTI DİYE KİMSE OLDU SANMASIN. Gerek Yargıtay 16. Ceza Dairesi ve gerekse Ceza Genel Kurulu bir karar vermiştir. Ancak, bu kararda usule ve esasa ilişkin çok ciddi hatalar vardır. Temennimiz ve beklentimiz, Yargıtay’ın, yapılan bu hataları bundan sonra tekrar etmemesi, yerleşik içtihatlara, yürürlükteki ceza mevzuatına ve iç hukukun bir parçası olup uyulması zorunlu olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarına uygun kararlar vermesidir.
(Bu makale, sayın Dr. Ufuk YEŞİL tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)
----------------------------
[1] Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 24.04.2017 T., 2015/3 E. ve 2017/3 K. sayılı kararı.
[2] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26/09/2017 T., 2017/16. MD-956 E., 2017/370 karar sayılı kararı.
[3] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 17.02.2004 T., 2004/4-23 E., 2004/38 K. sayılı kararı.
[4] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 29.11.2005 T., 2005/8-141 E., 2005/149 K. sayılı ve 14.12.2010 T., 2010/11-205 E., 2010/258 K. sayılı kararları.
[5] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 19.4.1982 T. ve 4/72-152 K. sayılı kararı.
[6] http://www.ceza-bb.adalet.gov.tr/mevzuat/maddegerekce.doc
[7] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 24.05.2011 T., 2011/9-92 E., 2011/105 K.; 12.06.2012 T., 2012/9-91 E., 2012/233 K.; 09.04.2013 T., 2012/12-1511 E., 2013/133 K.; 10.12.2013 T., 2013/1-697 E., 2013/602 K. ve 10.12.2013 T., 2013/12-370 E., 2013/607 K. sayılı kararları.
[8] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 19.04.1982 T., 4/72-152 K. sayılı kararı; Yargıtay 7. Ceza Dairesinin 07.04.2003 T., 2002/19930 E., 2003/903 K. sayılı kararı.
[9] Yargıtay 1. Ceza Dairesinin 17.11.2009 T., 2009/8898 E., 2009/7018 K. sayılı kararı.
[10] Yargıtay 1. Ceza Dairesinin 17.09.2009 T., 2009/9333 E., 2009/10426 K. sayılı kararı.
[11] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 23.02.1999 T., 1999/8-20 E., 1999/29 K. ve 17.02.2004 T., 2004/4-23 E., 2004/38 K. sayılı kararı.
[12] Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 12.05.2015 T., 2015/1426 E., 2015/1292 K. sayılı kararı.
[13] Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 24.03.2014 T., 2013/15837 E., 2014/3254 K. sayılı kararı.
[14] Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 24.04.2017 T., 2015/3 E., 2017/3 K. sayılı kararı.
[15] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 29.11.2005 T., 2005/8-141 E., 2005/149 K. ve 14.12.2010 T., 2010/11-205 E., 2010/258 K. sayılı kararı.
[16] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 16.09.2014 T., 2013/14-577 E., 2014/381 K. sayılı kararı.
[17] Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 05.12.2006 T., 2005/5933 E., 2006/9890 K.; 4.Ceza Dairesinin 29.06.2009 T., 2009/12946 E., 2009/12912 K. sayılı kararı.
[18] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 19.06.2007 T., 2007/10-108 E., 2007/152 K. sayılı kararı.
[19] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 19.06.2007 T., 2007/10-108 E., 2007/152 K. sayılı kararı.
[20] Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 25.12.2012 T., 2012/15-1280 E., 2012/1864 K. sayılı; Yargıtay 4. Ceza Dairesinin 25.11.2009 T., 2008/7051 E., 2009/19636 K. ve 22.06.2009 T., 2009/1112 E., 2009/12437 K. sayılı kararları.