Çağımızın yaşayan önemli siyaset ve toplum bilimcilerinden Anthony Giddens, BBC Reith Konferansları kapsamında yaptığı konuşmalarından derlediği ve adını “Runaway World” olarak koyduğu, Türkçeye “Elimizden Kaçıp Giden Dünya” adıyla çevrilen küçük ama önemli kitabına, İngiliz Başpiskopos Wulfstan’ın 1014 yılında York’ta verdiği vaizde ifade ettiği “Dünyanın acelesi var ve sonuna yaklaşıyor” tümcesi ile başlar ve şunları söyleyerek devam eder: “Aynı duyguların bugün de ifade edildiğini düşünmek hiçbirimiz için çok zor olmasa gerek. Her dönemin umutları ve kaygıları önceki çağların bir kopyası değil midir? Yirminci yüzyılın sonunda içinde yaşadığımız dünya, önceki çağlardan gerçekten farklı bir dünya mıdır? Evet, öyledir. Şu anda köklü bir tarihsel değişim döneminden geçtiğimize inanmamızı sağlayacak geçerli ve nesnel nedenler vardır. Dahası, bizi etkileyen değişiklikler, yeryüzünün herhangi bir bölgesiyle sınırlı olmayıp, hemen her yerini kapsamaktadır. Çağımız, kökenleri on yedinci ve on sekizinci yüzyıl Avrupa’sına uzanan bilim, teknoloji ve akılcı düşüncenin etkisiyle gelişmiş, Batı’nın sanayi kültürünü ise, dinin ve dogmanın etkisine karşı çıkan ve bunların yerine pratik yaşamda daha akla dayalı bir yaklaşımı egemen kılmayı arzu eden düşünürlerin sürüklediği Aydınlanma düşüncesi şekillendirmiştir. Aydınlanma düşüncesine çok şey borçlu olan Karl Marx, bu meseleyi çok basit bir şekilde ortaya koymuştur. Ona göre tarih yazmak için tarihi anlamak zorundaydık. Marx ve Marksizm, bu bakışın yol göstericiliğiyle yirminci yüzyılı derinden etkilemiştir. Bu görüşe göre, bilim ve teknolojinin daha fazla gelişmesiyle birlikte dünya daha istikrarlı ve düzenli bir hale gelmek durumundadır. Bu fikri, Marx’a karşı olan birçok düşünür bile kabul etmiştir… Ne var ki, bugün kendimizi içinde bulduğumuz dünya, pek bu düşünürlerin öngördükleri gibi görünmediği gibi öyle bir duygu da vermiyor. Aksine, giderek daha fazla denetimimizden çıkıyor ve sanki elimizden kaçıp giden bir dünyaya dönüşüyor. Dahası, bilim ve teknolojinin ilerlemesi de dahil olmak üzere, yaşamı bizim açımızdan daha belirli ve öngörülebilir kıldığı sanılan etkilerin bir kısmının, genellikle bu varsayımın tam zıttı bir etki yaptığı anlaşılıyor. Sözgelimi yeryüzünün ikliminin değişmesi ve bunun getirdiği riskler, herhalde bizim doğaya yaptıklarımızın sonucudur. Doğal fenomenler değildir…Başta küresel ısınma olmak üzere, bizden önceki tarihte hiç kimsenin karşılaşmadığı riskli koşullarla karşı karşıyayız. Nerede yaşıyor olursak olalım ve ister ayrıcalıklı, isterse muhtaç konumda bulunalım, yeni risk ve belirsizliklerin birçoğu istisnasız hepimizi etkilemektedir. Bu sorunlar küreselleşmeyle yakından ilintilidir. Esasen bilim ve teknoloji küreselleşmiştir.”
Giddens’in ifadesiyle, ‘elimizden kaçıp giden dünya’ yaşama yeniden dönmek için kendisine yeni bir beden arayan ruh gibi, kendisine yeni bir beden arayan dünyadır. Yani yeni bir dünyadır. Başımıza bela olan, nereye doğru gittiği, nerelere doğru evrildiği, gelecekte bizleri nelerin beklediği belli olmayan, küreselleşmenin ruhunun hepimizi esir aldığı bir dünyadır.
Oysa geçmişte her şey ne kadar basitti. Geçmişte ve özellikle Marksizmin yol göstericiliğinde her şeyi açıklamak, devrimi açıklamak, değişimi öngörmek, gelecekte olacakları bilmek ne kadar kolaydı. Öyle ki tarih genel olarak engelsiz bir ilerleme olarak görülür, dünyanın dönüşümü, bu dönüşüm için ihtiyaç duyulan araçlar önceden öngörülebilir ve hatta bilinebilir, kavranabilir, açıklanabilirdi.
Ne var ki, geride bıraktığımız yüzyılın bize kazandırdığı engin deneyimlerin ardından, artık hangi aracın, hangi sonuca yol açacağından ya da bugünün çözümünün yarının sorunu olup olmayacağından emin olmak pek o kadar kolay değil.
Zira dünyanın var oluşundan bu yana var olan değişim, siyasal, sosyal ya da ekonomik yönden artık düz bir çizgide ilerlemiyor, bazen zigzaglar çiziyor, bazen ileri, bazen de geri gidiyor. Kestirilemez nitelikteki bu değişim; kültürden iklime, soluduğumuz havadan içtiğimiz suya, yediğimiz yemekten öğrendiğimiz becerilere kadar hemen her şey hakkında yaygın bir belirsizliği de beraberinde getiriyor.
Ve elbette bütün bu olup bitenlerden, Türkiye olarak biz de payımıza düşeni alıyoruz. Yani elimizden kaçıp giden dünya gibi elimizden kaçıp gitmekte olan bir Türkiye var. Bunun böyle olmasından ise, sadece iktidar partisi, yani on yedi yıldır Türkiye’yi tek başına yöneten AK Parti sorumlu değil. Aksine AK Parti sadece bir sonuç. Zira AK Parti, Büyük Atatürk’ün vefatından sonra her gelen iktidar tarafından kötü yönetilen Türkiye’nin geldiği noktadır.
Hani büyük şairimiz Nazım Hikmet o güzel şiirinde “…ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin / -demeğe de dilim varmıyor ama- / kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!” diye yazar ya, bundan ilham olarak gelinen bu noktada dünün iktidarlarına, bugünün muhalefetine ‘kabahatin çoğu senin’ demek sanırım çok da yanlış, çok da haksız olmaz. Zira kabahatin çoğu onlarda!
Onun için günümüz Türkiye’sinde, ciddi bir iktidar sorunu olduğu kadar ve hatta bundan daha da fazla ciddi bir muhalefet sorunu vardır. Öyle ki Türkiye’ye ‘başkanlık sistemi’ adı altında dayatılan ucube sistemin işlevsiz hale getirdiği parlamentoda, bugünün muhalefetinin varlığı sadece mevcut sistemi meşrulaştırmaktan ibarettir.
Peki! Bulunduğumuz bu noktada yaşanan sıkıntıları aşabilmemiz, selamete ulaşabilmemiz için neye veya nelere gereksinmemiz vardır ve ne yapmamız gerekiyor?
Giddens’tan hem ödünç, hem de ilham alarak söyleyeyim; siyasette olsun, sosyal ve ekonomik alanda olsun, yaşadığımız sıkıntıları aşabilmek, düzlüğe çıkabilmek için enerjiye gereksinmemiz vardır. Sadece karşılaşacağımız zorlukları aşmak için değil, kendimizi durgunluktan kurtarmak, hareket eder hale getirmek için enerjiye gereksinmemiz vardır.
Bizi geleceğe taşıyacak olan enerjilerin en başında; artık küresel bir değer olan, küreselleşmenin getirdiği iyiliklerin ve fırsatların en önemlisi olan, her türlü sivil ve siyasi özgürlüğü de içinde barındıran demokrasi geliyor. Bütün gelişmişliğine ve mesafe almışlığına rağmen, tarihsel açıdan daha hala çocukluk dönemini yaşayan demokrasi, her türlü siyasi tahayyül açısından, içinde bulunduğu bunalımdan çıkmaya ve kendisine bir çıkış yolu bulmaya çalışan her toplum yönünden olduğu kadar, ülkemiz için de tam bir potansiyel olarak karşımızda duruyor.
Peki! Ülke olarak biz bugün demokrasinin neresindeyiz? The Economist Intelligence Unit’in yaptığı değerlendirmeye göre Türkiye, ‘Dünya Demokrasi Endeksi’nde 165 ülke arasında 97. sırada. Yani oldukça kötü bir yerde. Türkiye’nin bunu hak etmediği çok açık. O halde, dünyada hak ettiğimiz saygın yeri alabilmek için demokrasimizi acil olarak iyileştirmemiz, kalitesini artırmamız, onun gerektirdiklerini yapmamız gerekir.
Bu ise en başta siyasetçiler olmak üzere herkesin, hepimizin, ikili ilişkilerden aile ve iş ilişkilerine, üyesi olduğumuz, yönetiminde bulunduğumuz kuruluşların yönetim şeklinden ve ilişkilerinden, genel siyasete kadar her alanda ve her konuda demokrasiyi içselleştirmemizi, egemen kılmamızı, bu konuda ve alanda inisiyatif almamızı gerektiriyor. Zira demokrasi arabamız gibi, evimiz gibi, kendimiz gibi bakım ister. herkesin, hepimizin ona hayatın hemen her alanında ve her gün katkı yapmamızı bekler.
Demokrasiyle de ilişkisi olan bir diğer enerji kaynağı, insani sermayedeki artıştır. Tüccarlıktan endüstriyel sermayeye ve daha yakın bir dönemde finans sermayesine geçiş, şimdi artık beceri, yetenek ve yaratıcılık yönünde gelişen bir başka geçişin eşiğine dayanmıştır. Bu eşik, teknolojinin nimetlerini hayatımıza dahil eden insani sermayenin çağımızda kaydettiği ilerlemedir.
Kapitalist örgütlenmenin tam merkezinde ortaya çıkan ve fakat işbirliği anlayışı, demokratikleşmiş iş yerleri ve üreticinin kendi işi üzerinde denetim hakkı gibi yeni fikirlerle etkileşim içine giren insani sermaye, demokrasiyi başta ekonomi olmak üzere hayatımızın her alanına taşıma konusunda, bize sadece yeni olanaklar değil, aynı zamanda siyasetin daha henüz tamamlayamadığı işlerin tamamlanması için yeni fırsatlar sunmaktadır.
Ne var ki, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) yayınladığı ‘İnsani Gelişme Endeksleri ve Göstergeleri’ne göre Türkiye, en önemli ham madde olan, toplumdan gelip yine topluma giden insani ham madde konusunda 188 ülke arasında 64.sırada yer alıyor.
Bu geri kalmışlık karşısında Türkiye’nin, diğer bütün sermayeler arasında daha hala en önemli ve en değerli sermaye olan insani sermayeye, bu bağlamda insana yatırım yapması, bu amaçla yeni istihdam olanakları yaratması, en önemli kaynağı olan insani sermayeden azami ölçüde yararlanması gerekir.
Üçüncü enerji, yine küresel bir değer ve küreselleşmenin yaygınlaştırdığı az sayıdaki iyiliklerden olan, Amerikalı siyaset bilimci Jack Donnely’nin özgün nitelemesi ile modern toplumun standart tehditlerine karşı kişi onurunu korumak için insan zekâsının bugüne kadar geliştirdiği en iyi ve en yetkin siyasal araç olan ve günümüzde felsefi bir kavram olmayı aşarak hemen her ülkenin hukuki ve siyasi yapısı temelinde pozitif hukukun ayrılmaz bir parçası haline gelen insan haklarıdır.
Bu enerji, diğer bütün enerjilerden farklı olarak, insanların sadece eşit olduklarını değil, aynı zamanda özerk olduklarını – devletin veya yöneticilerin çıkarlarından farklı çıkar ve amaçlar ile bunları gerçekleştirme hakkına sahip bulunduklarını – ifade eder.
Ki günümüzde insan hakları, Alman asıllı Amerikalı siyaset bilimci ve felsefeci Hannah Arendt’in özlü ifadesiyle insanın ‘haklara sahip olma hakkı’ bağlamında, sadece örgütlü bir topluluğun üyesi olmaktan kaynaklanan bir hak değil, aynı zamanda o ya da bu nedenle uyruksuz kalmış olan insanların sığınma ve oturma hakları dahil ‘hukuki bir kişiliğe’ kabul edilme talebine, diğer bir deyişle yurttaşlık hakkına eş değer bir hak olarak değerlendirilmektedir.
Bu bağlamda, daha önceleri yurttaşlıkla ilişkilendirilen ve o nedenle medeni haklarla sınırlı olarak ele alınan insan hakları, günümüzde ‘kültürel haklar’ adıyla medeni, siyasi ve sosyal haklara eklemlenmek suretiyle ‘farklılaştırılmış yurttaşlık/differentiated citizenship’ anlayışı temelinde kavramsallaştırılmaktadır. Bu yönüyle insan hakları, kültürel çoğulcu bir yurttaşlık anlayışını davet etmekte ve hakların yalnızca kişilere ait değil ve fakat kolektif topluluklara da ait olması gerektiğine vurgu yapmaktadır.
Her ne kadar bu yaklaşım, ulus devlet anlayışının ortaya çıkmasına ve gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkan geleneksel yurttaşlık anlayışına ters düşmekte ise de, günümüzde ekonomik, kültürel, siyasi ve hukuki çerçevelere ulus-aşırı ve küresel düzeyde anlamlar yüklendiği göz önüne alındığında, insan hakları alanındaki bu genişlemenin yakın bir zamanda alışılagelmiş vatandaşlık tanımını da etkileyip değiştireceğini öngörmek ve gerek birey, gerekse ülke olarak buna göre pozisyon almak gerekir. (Bu konuda bakınız: Sümer Kitabevi tarafından yayınlanan, Prof.Dr.Yasemin Işıktaç’ın editörlüğünü yaptığı ‘Dönüşen Toplum-Dönüşen Hukuk I: Metamorfoz’ isimli kitaptaki İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Ana Bilim Dalı Araştırma Görevlisi İrem Burcu Özkan’ın ‘Halk Plajlara Akın Etti, Vatandaş Denize Giremiyor: İnsan Hakları-Vatandaşlık Hakları’ başlıklı çarpıcı makalesine) Dördüncü enerji kaynağı hukuktur, hukuka bağlı olmaktır, hukuk devleti anlayışını egemen kılmaktır, toplumda ve en başta siyasiler olmak üzere her düzeyde bir hukuka aidiyet bilincini yerleştirmektir.
Esasen bugün gelinen noktada, adalet de, bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonu olan hukuk da, statükoya bağlı olmaktan ve yerel olmaktan çıkmış, ulusal çerçevenin dışına taşmış, yani küreselleşmiş ve şimdiden sonra yaratılacak geleceğe bağlanmıştır.
Ne var ki, Dünya Adalet Projesi (JWP) tarafından hazırlanan ‘2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi’ raporuna göre Türkiye, hukuk ve adalet konusunda 113 ülke arasında 101’inci sırada yer almaktadır. Yine Dünya Ekonomi Forumu (WEF) tarafından yayınlanan 2017-2018 dönemi ‘Küresel Rekabetçilik Endeksi’ne göre Türkiye’nin yargı bağımsızlığı sıralamasındaki yeri 137 ülke arasında 103.sıradadır.
Hukukun, hukuk güvenliğinin ekonomiyle olan yakın ilişkisi bağlamında bir değerlendirme yapıldığında, bu konulardaki zafiyetin ekonomiye de zarar verdiğini, bu bağlamda hukuk konusunda kendisini güvende hissetmeyen yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmeyeceğini ve esasen gelmek de istemediğini, daha önce gelenlerin de giderek Türkiye’den kaçmak isteyeceğini ifade etmek çok da kötümser bir öngörü olmasa gerekir. Bu durum sadece yabancı sermaye yönünden değil, ulusal/yerli sermaye yönünden de böyledir.
Hukuk haklar demek, özgürlük de bir hak olmakla, hukuktaki bozulmanın hakların ve özgürlüklerin özüne ve kalitesine de zarar verdiği ve vereceği son derece açıktır. Demokratik toplumun, sadece malların ve hizmetlerin birbirleriyle serbestçe rekabet ettikleri bir pazar değil, aynı zamanda fikirlerin de birbirleriyle özgürce yarıştıkları bir pazar olduğu, fikirlerin birbirleriyle serbestçe yarışmasının toplumun öğrenme hakkı olan hakikatleri ortaya çıkardığı dikkate alındığında, Türkiye’nin ifade özgürlüğü konusundaki performansının da değerlendirilmesine ihtiyaç vardır.
Günümüz Türkiye’sinde çok sayıda kişinin yazdıklarından, söylediklerinden dolayı yargılandığı, bunların önemli bir kısmının mahkum olduğu herkesin, hepimizin bildiği bir olgudur. Özgürlük aynı zamanda hissedilen bir şey olmakla, çok sayıda kişinin kendisini özgür hissetmediği ve korktuğu için konuşmadığı, yazmadığı da göz önüne alındığında, Türkiye’nin ifade özgürlüğü karnesinin de zayıflarla dolu olduğunu ifade etmek yerinde bir tespit olacaktır.
Nitekim ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası olan basın özgürlüğüyle ilgili olarak Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün yayınlandığı 2018 yılı raporuna göre Türkiye, ‘Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 180 ülke arasında 157. sıradadır. Yani Türkiye, ‘gazeteciler için dünyanın en büyük hapishanesi’ durumundadır.
Bu durumda usta şairmiz Ceyhan Atıf Kansu’nun yıllar önce yazdığı ‘Ozanını tutuklayan toplum kendisini de tutuklar, / Bir büyük hapishanedir artık orası, / Devlet adamı da tutukludur orada bir bakıma, / Muş ovasında ot biçen bir köylü de’ dizelerini anımsamak ve bunu yönetme mevkiinde olanlara hatırlamak gerekir.
Sonuç itibariyle birey olarak, toplum olarak, devlet olarak hukuku, hukukun üstünlüğünü ıskalamamak, hukuk devleti olmanın gereklerini yerine getirmek, en başta devletin de en önemli işlevi olan adaleti ve bütün bunları yapabilmenin ve yanısıra hukuk devleti olmanın asgari şartı olan yargı bağımsızlığı ile yargıç tarafsızlığını ivedi olarak tesis etmek ve bu ayıptan kurtulmak zorundayız. Dahası kendimizi, bize göre öteki olan düşünce ile etkileşim içinde ve değişime açık tutarak, hiç kimsenin tekelinde olmayan yeni çözümlerin aranacağı ve elbette bulunacağı bir iletişim platformunu gerçekleştirmeliyiz.
Beşinci enerji kaynağı ekonomidir. Ekonominin, ekonomik gelişmenin sağlıklı bir hukuk yapısına ve hukuk güvenliğine gereksinimi olduğuna yukarıda işaret etmiştim. Hukuka gereksinimi olan ekonominin, aynı zamanda hukukun koruması altında bulunan özgürlüğe de gereksinimi vardır. Esasen özgürlük olmadan ekonomik gelişme ve kalkınma olmaz.
Ne var ki, Türkiye’nin bu konudaki performansı da çok iyi değildir. Nitekim ABD merkezli Heritage Foundation kuruluşu tarafından iş özgürlüğü, ticaret özgürlüğü, vergi özgürlüğü, kamu harcamaları, parasal özgürlük, yatırım özgürlüğü, mali özgürlük, mülkiyet özgürlüğü, yolsuzluktan uzaklık ve emeğin özgürlüğü verileri esas alınmak suretiyle düzenlenen ‘Ekonomik Özgürlük Endeksi’ne göre Türkiye, 2018 yılı itibariyle ekonomik özgürlük sıralamasında 180 ülke arasında 58. sıradadır.
Oysa Türkiye, 2001 yılında yaşadığı ekonomik krizden sonra uygulamaya koyduğu ekonomik programla bu alanda ciddi bir ivme kazanmış, siyasal ve ekonomik anlamda istikrar sağlamıştı. Ne var ki bugün bulunduğu yer itibariyle Türkiye, siyasal, sosyal ve hukuksal yönden olduğu gibi ekonomi yönünden de ciddi bir gerileme içindedir.
Geride bıraktığımız üç dört yıl içinde gerçekleşen ve gelecek yıllar için hedeflenen büyüme rakamlarının, kişi başına düşen milli gelirimizi bir üst seviyeye taşıyamayacağı, zira büyüme performansımızın düştüğü, yatırımların durduğu, işsizliğin ve enflasyonun giderek arttığı, Türkiye’nin ekonominin motoru olan rekabetten giderek uzaklaştığı, bunun yerini birilerini zengin eden, ama asla refah yaratmayan ‘yandaş kapitalizminin’ aldığı, siyasi istikrarın çok büyük ölçüde tahrip olduğu, ekonominin en önemli güvencesi ve koruyucusu olan hukuk güvenliğinin tamamen ortadan kalktığı açıkça ortadır.
Burada ‘hukuk devleti’ ilkesiyle ilgili özel bir paragraf açmak ve ekonominin gerek bireysel, gerekse ekonomik etkinliğe uygun sonuçlar üretmesinin, sadece ve sadece devletin ve ekonomisinin hukuk devleti ilkesine dayanmasıyla mümkün olduğuna bir kez daha vurgu yapmak gerekir. Bütün bu nedenlerle, yakalandığımız ekonomik krizden, paçamıza yapışmış olan orta gelir tuzağından kısa vadede kurtulmamız mümkün görülmemekte ve hatta uzunca bir süre orta gelir seviyesinde kalma tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz, bunun da yaşadığımız ekonomik krizi kronikleştireceği aşikar görünmektedir.
O nedenle ve öncelikle rekabete dayalı sağlıklı bir ekonomik ve sosyal yapı, istikrarlı bir siyasi ortam inşa etmek ve bunun için de önce bozulan toplumsal barışı yeniden sağlamak, ‘yandaş ekonomi’ sisteminin beraberinde getirdiği bizden olsun/bizim olsun anlayışından ve uygulamasından vazgeçmek, bu konuda yurttaşlar arasında var olan güven bunalımını ortadan kaldırmak gerekir.
Ekonominin en başta gelen parametrelerinden birincisi üretim ise, ikincisi de tasarruftur. Ne var ki Türkiye’de mal ve hizmet alanlarında yeteri kadar üretim olmadığı gibi fikir alanında da yeterli üretim yoktur. Mal ve hizmet alanlarındaki düşük üretim enflasyonu tetiklemekte, fikir alanındaki yetersiz üretim ise entelektüel fukaralığı davet etmektedir.
Bu sıkıntıları aşabilmek için bütün bu alanlarda üretimi artırmak, bu amaçla bir ‘üretim seferberliği’ başlatmak gerekir. Ürettiğinden daha fazla tüketen bir ülke konumunda olan Türkiye, sadece bir üretim seferberliği değil, aynı zamanda bir ‘tasarruf seferberliği’ de ilan etmek ve en başta kamu harcamaları olmak üzere kişisel tüketimi de asgari düzeye indirmek zorundadır.
Bunun yolu ise tasarruf oranını artırmaktan, bu amaçla tasarrufu özendirmekten, toplumu ve insanları ‘ürettiğinden daha fazla tüketmeme’ ilkesi yönünde bilinçlendirmekten, neredeyse duran yatırımları finanse etmek suretiyle canlandırmaktan, emek piyasasındaki istihdam koşullarını işçiler ve memurlar lehine iyileştirmekten geçer.
‘Eğer girişim ilerliyorsa, bolluk ekonomi ile birlikte artar; ama eğer girişim yoksa, bolluk ekonomi ile birlikte çürür.’ Bu maksim büyük iktisatçı John Maynard Keynes’e ait. Ülkemizin, ülkemiz ekonomisinin çürümesini istemiyorsak eğer, öncelikle girişimi, yani yatırımları, buna bağlı olarak üretimi artırmamız gerekir. Esasen verimliliğin artması ve bolluk yeni girişimlerle, yeni yatırımlarla ve sadece üretimle mümkün olur.
Oysaki, günümüz Türkiye’sinin ekonomisi, özellikle kamu maliyesi, çok büyük ölçüde ‘girişimleri çoğaltmak, verimliliği artırmak’ üzerine değil, ‘verimsizliğin finansmanı’ ve yandaşı zenginleştirme üzerine kuruludur. O nedenle, bu yapıyı ve anlayışı terk etmek, kamu harcamalarını kısmak, Ege Cansen’in ifadesiyle, ‘ham madde sağlanmasından nihai kullanıcının eline geçinceye kadar daha çok sayıda ve daha yüksek ücretli insana iş imkanı sağlamadığı için katma değeri çok fazla olmayan’ yol yapımı, konut yapımı, köprü yapımı gibi hizmetleri bir an önce bırakmak, tarımı ve hayvancılığı teşvik etmek, yeni girişimcilerin ve yatırımcıların önünü açmak, sanayiye ve teknolojiye yatırım yapmak, yandaş ekonomisinden vazgeçerek ekonomik alanda tam rekabeti gerçekleştirmek, iyi eğitilmiş iş gücü yaratmak gerekir.
İyi eğitilmiş iş gücüne sahip olmak için, her şeyden önce iyi bir eğitim sistemine ihtiyaç vardır. Ne yazık ki Türkiye eğitim konusunda çok ama çok geriye gitmiştir. 4+4+4 garabetiyle başlayan bu gerileme, eğitim müfredatında bilime, teknolojiye yer vermek, en önemli hammadde olan, toplumdan gelen ve yine topluma giden insana yatırım yapmak yerine, cihada, hamasete, şövenizme, insanla Tanrı arasında özel bir bağ oluşturan inanca (elbette bu ifade insanların dinini, dininin gereklerini öğrenmelerine karşı olmak anlamında değildir, dahası buna ihtiyaçta vardır, bütün mesele bu konuda ölçüyü kaçırmamaktır) ağırlıklı bir şekilde yer verilmekle, daha da geriye ve kötüye gitmiş ve gitmeye devam etmektedir. O nedenle, yaz boz tahtası haline gelen eğitim ve öğretimi, düşünen, sorgulayan, soru soran analitik bir anlayışa, Sokratik bir yapıya ve laik bir temele göre yeniden yapılandırmak gerekir.
Altıncı enerji kaynağı inovasyondur. Kabaca bir tanımla inovasyon, yaratıcı düşüncenin teknik bir icada dönüştürülerek ticarileştirilmesi, yani bir marka, yeni bir buluş, yeni bir patent yaratılmasıdır. ‘Yaratıcı yıkıcılık’ olarak tanımlanan ‘yeniliğin’ sistematik bir biçimde tanımlanması, bu alanda ortak bir dil ve kavram birliği sağlanması, bütünlük arz eden bir bilim ve teknoloji politikası yürütülebilmesi ve uluslararası karşılaştırmaların yapılabilmesi amacıyla hazırlanan ve inovasyon konusunda uluslararası kabul gören Oslo Kılavuzu’na göre inovasyon, ‘İşletme içi uygulamalarda, iş yeri organizasyonunda veya dış ilişkilerde yeni veya önemli derecede iyileştirilmiş bir ürün (mal veya hizmet), veya süreç, yeni bir pazarlama yöntemi ya da yeni bir organizasyonel yöntemin gerçekleştirilmesidir.’
Pazarlama, yönetim, teknoloji konularında önem arz eden inovasyon: pazarlama bağlamında piyasanın talebine ve gereksinimine uygun yeni ürünlerin pyisaya sürülmesini, bu ürünlerin geliştirilmesini; yönetim bağlamında yeni fikirlerin ve projelerin ortaya konulması için işletmenin kaynaklarının seferber edilmesini; teknolojik yönden bu alandaki değişim, gelişme ve keşiflerin yeni bir ürün ortaya çıkarılması amacıyla uygulanmasını gerektirir.
Sürdürülebilir büyüme ile birlikte toplumsal refahın ve iş olanağının artması konularında önem arz eden inovasyon günümüzün en önemli sermaye aracı olan bilginin üretilmesini, üretilen bilgiden yeni bilgilere ulaşılmasını, bunun için gerekli olan sistemin kurulmasını emreder.
Bu konuda en büyük görev devlete düşmekle, devlet, inovasyon için gerekli koşulları yaratmakla yükümlüdür. Bilginin üretilmesi ve yayılarak uygulanması işlevlerini içeren, kurumlar arası etkileşimi gerektiren sistem yaklaşımını merkezine alan inovasyonun başarıya ulaşması, devlete ulusal bir inovasyon sistemi kurma, kurumlar arasında bilgi, regülasyon ve finansman akışlarını düzenleyen bir sistemi oluşturma görevlerini yükler.
Peki! Türkiye teknolojik gelişmişlik ve inovasyon alanında ne durumdadır? Medya takibinin önemli kurumlarından olan Ajans Press’in The Economist dergisinden ve medya yansımalarından derlediği bilgilere göre, Türkiye teknolojik gelişmişlik sıralamasında 82 ülke arasından 49. sırada, 126 küresel ekonominin inovasyon performansını değerlendiren Küresel İnovasyon Endeksi raporuna göre inovasyon konusunda 50.sırada yer almaktadır.
Sonuç itibariyle demokrasi, insani sermaye, insan hakları, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, ekonomi konularında çok iyi durumda olmayan Türkiye, inovasyon alanında da iyi durumda değildir.
Başka bir Türkiye olmadığına, hiçbirimiz kendimize başka bir Türkiye bulamayacağımıza göre, hepimize düşen görev elimizden kaçıp gitmekte olan Türkiye’ye sahip çıkmak, onun değerini bilmek, onu her alanda birinci liğe çıkarmak, herkes için, hepimiz için barış içinde, refah içinde yaşanabilir bir Türkiye haline getirmektir. Değilse, yani Türkiye eğer elimizden tamamen kaçarsa, onun altında hep birlikte kalırız!