Oldukça düşünceli, bir o kadar da heyecanlıydı. İçi içine sığmıyor, düşünüyor, düşünüyor bir daha düşünüyordu. Buraya geldiğinden beri yapabildiği, yapmak için geniş zamanlarının olduğu tek yer burası olmuştu. Hayatının hiçbir safhasında bu denli geniş düşünecek zamanı olmamıştı. Derin bir iç çekti … Ardından ayağa kalktı … Bir ileri, bir geri yürümeye başladı. Saat gecenin 3’ünü gösteriyor, bulunduğu ortamın karanlığı her geçen gün kirletilen vicdanının, onurunun ve ruhunun daha da kararmasına neden oluyordu. İlk gün geldiğinde pek bir şey anlamamış, nasıl olsa yanlış anlaşılmadır diye düşünmüş, ortama ayak uydurmaya çalışmıştı. Ancak ardından gelen günler durumun hiç de sandığı kadar basit olmadığını, umudun her geçen gün daha da azaldığını hissettirmişti ona. Yaşadığı eski günlerin hayali adımlarını hızlandırmış, bu hıza kalp atışları da eşlik etmişti. Yoruldu. Gecenin 3’ünde kendisine yoldaşlık eden, ancak geldiği günden bu yana bir türlü alışamadığı yabancı yatağının kenarına usulca oturdu. Her gün üzerinde yattığı bu yatağa alışmak istemiyordu. Uykusuz geçen sayısız gecelerde bu yatağın üzerine aynı bugün olduğu gibi iğreti bir şekilde oturmuş, türlü düşüncelere dalmış, bu yatakla bir gün vedalaşacağı anın hayalini kurmuştu. Her gün itina ile düzlenen, etrafa güzel kokular saçan, tertemiz olan yatağına benzemiyordu bu yatak. O esnada gözü duvardaki bir çizgiye takıldı. Hayalinde o çizgi üzerinde yürümeye başladı. Yürüyüşlerini yavaş yavaş hızlandırdı. Ardından acelesi varmış, bir yere geç kalmış da yetişecekmişçesine koşmaya, duvardaki çizginin bir an önce sonuna varmaya çalıştı. Bitsin istiyor ama yol uzadıkça uzuyordu. Koşmaktan mecali kalmayana, nefes nefese kalana dek koştuktan sonra yoruldu. Çizgi üzerindeki bir ağacın kenarına oturarak soluklanmaya başladı. O esnada ruhunda biriken onca yükün ağırlığına daha fazla dayanamayarak uzun zamandır gökyüzüne hasret, yorgun ve kızarmış gözleri yavaş yavaş kapandı.

Sabahın olduğunu ve güneşin doğduğunu her zaman olduğu gibi, geldiği günden bu yana hiçbir değişikliğe uğramayan harikulade monotonluklar silsilesi ile anlamıştı. Bugün hayatında dönüm noktası sayılabilecek bir gündü. Yaklaşık bir saat sonra geniş bir salona girecek, kendisi için özenle ayrılmış bölüme geçecek, heyeti ikna etmeye çalışacak, şayet sözü kesilmez ve müdahale edilmezse meramını uzun uzun anlatacak, masum olduğunu haykıracaktı.

Adaleti aramak için kaybolunan, kimilerinin umudu, kimilerinin ise korkulu rüyası olan, toplumdaki egemenliğini tesis etmek uğruna kendisine saraylar yaptıran adaletin saray kapısından kendisine eşlik eden görevlilerle birlikte girdi. Duruşma salonuna bitişik, sanıkların beklediği kısımda oturmaya başladı. Kalbi yerinden fırlarcasına atıyor, ne diyeceğini düşünüyor, nasıl savunma yaparsam daha inandırıcı olurum diye aklından geçiriyordu ki, kalem kıranların talimatıyla salona çağrıldı. Görünüşte bileğine, gerçekte ise ruhuna vurulan, dışardan bakanların demirden ibaret gördüğü, kendisinin ise hayatına vurulduğunu düşündüğü kelepçe itinayla kolundan çıkarıldı. Usul böyleydi. Savunmasını yaparken hiçbir baskı altında kalmadan kendini ifade etsin diye yasa iyi niyetle bir kıyak yaparak sanıkları düşünmüştü. Bu kelepçe çıkarıldığında vereceği ifadede gerçekten hiçbir baskı altında kalmayacak mıydı? O zaman kendisine dikkatle çevrilen bakışlar da neyin nesiydi? Medyada çıkan haberler, uykusuz geçen geceler, kalbindeki çarpıntı, vicdanındaki yaralar da neyin nesiydi? Peki ya avukatın kendisine çok fazla konuşmamasını, çok konuşmasının heyeti sıkacağını ve olumsuz kanaate sevk edebileceğini söylemesi ne demekti? Heyetin sıkılgan tavırlarını ve yargılayıcı gözlerini, kendisinden önce on tane daha aynı surette dava görmüş olmalarını ve bunun verdiği bıkkınlığı nasıl anlaması gerekiyordu? O anda aklından bunlar geçiyor, kolundan çıkarılan kelepçenin ruhundan çıkarılmadığı müddetçe hiçbir işe yaramadığını anlamış bulunuyordu.

Heyetin müsaadesiyle daha önce bir kâğıda not aldığı savunmalarını okumaya başladı. Kendini anlatmak, bu suçla bir bağlantısının olmadığını söylemek, niçin bu salonda olduğunu dahi anlamadığını haykırmak istiyordu. Heyet başkanı “Sadede Gel, Uzatma” diyor, o esnada az sonra mütalaa verecek olan savcı hafiften uyukluyordu. Mübaşir bir sonraki duruşmanın tanıklarını hazır etmeye çalışıyor, hakimlik stajı yapan stajyerler heyet başkanının oturduğu koltuğa oturacakları günün hayalini kuruyorlardı. Salondaki avukatlar sıranın kendi müvekkillerine gelmesini sabırsızlıkla bekliyor, iki yanında dikilen jandarma ise görevlerini en iyi şekilde yapmaya çalışıyorlardı. Anlaşılan kendisinden ve salona girerken kaçamak bir bakış attığı ve gözünde yaşlarla gördüğü annesinden başka hiç kimsenin umurunda değildi bu dava. Madem öyle en fazla konuşması gereken oydu. Ancak konuşamamış, yeterince konuşturulmamıştı. Derken az önce uyuklayan savcı mütalaasını verdi ve cezasını istedi. Son sözü soruldu. Heyecanla, umutla ve yüreğinden gelen kısık bir sesle “MASUMUM, ADALETE GÜVENİYORUM” dedi. Oysa o esnada haykırmak, masum olduğunu tüm dünyaya duyurmak istiyordu. Duyulmayan kalbinin sessiz çığlıklarını başlardaki duymayan kulaklara değil, feryatlara tepkisiz kalmayan vicdanlardaki duyan kulaklara duyurmak istiyordu. Avukatı uzun uzun savunma yaptı. Ve gereği düşünüldü: Sanığın suçunun sübutu ile üzerine atılı suçtan cezalandırılmasına… Kulakları çınladı, ateşi yükseldi, bedenini hararet bastı. Masumum demek istedi ama dili tutuldu, diyemedi. İşini yapan heyet bir sonraki duruşmanın sanığının salona alınması için talimat verirken, iki yanında duran jandarma az önce çıkardıkları ve verilen hükümle bir daha hiç çıkmamak üzere vicdanına çivilenen kelepçeyi bileğine geçirdi. Salondan çıkarken gözü yaşlı anasına bakamadı. Apar topar duruşma salonundan yabancı olduğu yatağına götürülmek üzere çıkarıldı.

Yargılanan, kaderi hakkında hüküm verilen, bileğine kelepçe geçirilen, gökyüzünü uzun zamandır görmeyen ve bundan sonra da göremeyecek olan, salona az önce umutla giren ama hayal kırıklığı ile çıkan kendisinden başkası değildi. O halde kendisinin öznesi olduğu bu davada niçin yargılanan başkasıymış gibi tavır takınılmış, kendisinden başka herkes uzun uzun konuşmuştu. Aklından bunlar geçerken koğuşta okuduğu Victor Hugo’nun “Bir İdam Mahkumunun Son Günü” adlı romanındaki isimsiz mahkûmun durumunu hatırladı. Romanda hakkında idam kararı verilen mahkûmdan başka herkes konuşmuş, ancak mahkûm olayların dışında kalmıştı. Cezaevi otobüsünün merdivenlerinden ağır ağır çıkarken kendisini romandaki idam mahkumuna benzetti. İdam mahkûmu adam öldürmüştü ve suçluydu. Ama kendisi masumdu. O anda aslında hiçbir şeyin değişmediğini, değişenin yalnızca şahıslar olduğunu düşünerek koltuğa oturdu.

Ruhunu saran etrafı çevrili karanlık dünyaya doğru yaptığı yolculuğunda annesini düşündü. Sonra okul yıllarını… O yıllarda bu otobüse bineceği aklının ucundan dahi geçmemişti. Okuduğu kitaplar aklına geldi. Kitaplardaki kahramanların hayatı ile kendi hayatı arasında bir bağ kurmaya çalıştı. Lisede iken Franz Kafka’nın “Dava” isimli romanını okumuştu. Bu romanda Joseph K.’nın evine sabahın erken saatlerinde iki kişi gelmiş, onu tutuklayacaklarını söylemişti. Gelenler onun ne suç işlediğini, hangi kanun maddesine göre tutuklayacaklarını bilmiyordu. Roman boyunca Joseph K. suçunu anlamaya çalışmış, ne ile suçlandığını bir türlü anlamamış, yargılama boyunca kendisine kendisi ile en ufak bir alakası olmayan sorular sorulmuş, hazırlayacağı savunmayı günlerce düşünmüş, savunmasını hazırlamış, ancak bu seferde mahkemenin dilekçeleri okumadığı söylentilerini duymuş, sonunda tek çaresinin şartları kabullenmek olduğuna kanaat getirmişti. Yine okuduğu bir başka kitap olan Victor Hugo’nun “Sefiller” romanındaki işlediği bir suç sebebiyle kürek mahkûmu olup, cezasını çektikten sonra kendisine sarı bir pasaport verilerek salıverilen, ancak bu sarı pasaport yüzünden her kapıdan çevrilen Jan Valjean’ın durumu aklına geldi. Hakkında hükmolunan cezayı çektikten sonra günün birinde hayatına tekrar başlama ihtimalini düşündü. Masum olmasına ve aldığı cezanın bedelini ödemesine rağmen bu cezanın kendi sarı pasaportu olması ihtimalini aklına getirdi. Kalbinde yaşamaya dair en ufak bir kırıntı kalmadığını hissetti. Islanan gözleri ile uzun uzun bileğindeki kelepçeye baktı… Baktı… Baktı. Yanında oturan ve o esnada esneyen jandarmaya nemli gözlerle ve fısıltıyla “Üst mahkemede bozulur değil mi?” dedi….

AV. MEHMET ÇAKIR