Meslektaşlarımdan birincisine kasaba irisi bir ilçede rastladım.

Yıllar öncesiydi.

Geçici yetkili savcı olarak makamıma oturmak üzereyken odama gelen merhum yargıç, suçüstü hükümlerine göre yürütülen bir davanın duruşması için beklendiğimi söyledi.

Dosyayı inceledim. Kanıtlar toplanmıştı. Görüşüm hazırdı.

Tam o sırada izne çıkmak üzere olan meslektaşım savcı içeri girdi. Yalnızdık.

Daha önce kovuşturduğu bu davadaki görüşünü sordum. Tepki gösterdi: “Kimseyi etkilemek istemem.”

Bu duyarlılığı önce saygıyla karşıladım.

“Önce” diyorum. Çünkü daha sonra ivecen yargıda bulunduğumu anlayacaktım. 

İddia makamı olarak kamu adına sanığın hükümlülüğünü istedim.

Yargıç kararını verdi.

Duruşma salonundan çıkıp içeri girdiğimde yeni gelen adliye müfettişinin beni beklediğini gördüm.

Olağan denetim için gelmişti.

Az sonra kalkacak gemiyle İstanbul’a gideceğini söyledi. Gitti de. 

Oysa hemen denetime başlasaydı, şaşıracaktı. Çünkü savcılık yazmanından öğrendiklerim, beni sarsmıştı.

Cezaevinde birkaç hükümlü vardı. Tutuklu yoktu. İyi ki yoktu. Cezaların çektirilmesiyle (infaz) ilgili bir sorun da yoktu.

Gel gelelim çekmeceler soruşturma dosyalarıyla doluydu. Savcı meslektaşım, soruşturma dosyalarını bitirmiyor, ne dava açıyor ne de “kovuşturmaya yer olmadığı kararı” veriyordu.

Az sonra odama gelen ilçenin merhum yargıcı, meslektaşımın karar vermekte zorlandığını; sorumluluktan korktuğunu, daha önceleri davaları açılan dosyalarda savcı olarak kamu adına görüş bildir(e)mediğini, yargılamanın bu aşamasında bunalıma girdiğini, bu nedenle hepi topu 33’e ulaşan asliye ceza mahkemesindeki dosyalarda birkaç yıldan beri karar veremediklerini söyledi.

İlçede on gün kalacaktım.

Yoğun bir çalışmayla hazırlık soruşturması dosyalarını bitirdim.

Yetenekli yazman, onca yüke dayanamamıştı. Yakınıyor, ağlıyordu. Ödün vermedim.

İlçenin yargıcıyla belli bir gün saptadık. Dosyalardaki bütün ilgilileri ve tanıkları o gün için çaresiz kolluk güçleriyle çağırdık.

Gelebilenler sayesinde 17 dosya karara bağlandı.

Savcı meslektaşımı yakından tanıyamadım. 

Ancak belli ki duyarlılığı; duvarı aşmış, kaygının da ötesinde korkuya, vehme dönüşmüştü.

Bu durum, artık duyarlılık değil, düpedüz hastalıktı.

İkinci yargıç meslektaşım, atandığı ile yeni gelir. Sıcaklık 45 derecedir. Yargıcın ayakları bank gerisinde soğuk su dolu bir kovanın içindedir. Görünmez.

Dava dosyasını inceler, kararını verir. Kararın aleyhine sonuçlandığını gören taraf, birden bire “Böyle karar vereceğin belliydi. Karşı tarafla anlaştın, sayın yargıç” der.

Bir yargıç için en ağır suçlama yanlı olduğunu söylemektir. 

Meslektaşım “Yüzüme iyi bak, ben buraya yeni atandım” diye uyarır kendisini.

Ama o iddiasında direnir.

Yargıç çileden çıkar.

Yerinden kalkar, tarafın üzerine yürür. Adliye binasının koridorlarında davanın tarafı önde çıplak ayaklı yargıç arkada bir kovalamaca başlar.

Meslektaşları yargıcı zor yatıştırırlar. Çıplak ayak koştuğunu görünce de çok utanır, yargıç.

Üçüncü meslektaşıma il olmaya aday büyük bir ilçede rastladım. Birlikte çalışmaktan hep kıvanç duydum.

Ağır ceza mahkemesi başkanıydı. Bilgisi sağlam, konuşması ve anlatımı düzgün, akıl yürütmesi tutarlıydı.

Sonraları rahmetliyle Yargıtayın aynı dairesinde kısa süre için üye olarak da birlikte çalıştık.

Babası da yargıçtı.

Cüppesini ona teslim ederken, “Oğlum, demişti, bunu sana tertemiz bırakıyorum. Sen de öyle bırak.”

Bu öğüdü hiç unutmuyordu.

Artık duruşma ve karar yargıcı değildi. Yargıtay üyesiydi. 

Duruşma yargıçlarını en çok zorlayan, bir eylemin kanıtlanıp kanıtlanmaması, yani eski deyişle “sübut” sorunudur.

Üye olduğuna göre bu sorunla uğraşmayacaktı. Ama Türk Yargıtayı, dünyaya inat bu sorunla uğraşıyor, duruşmayı anlamsız ve gereksiz bir aşamaya dönüştürmüş bulunuyordu.

O da uğraştı, çaresiz.

Çoğu kez kanıtlar sislidir. Kimileyin de çelişirler.

Yargıçlar karar vermekte zorlanırlar. Aklama ile hükümlülük arasında bocalarlar. İşte o anlar, sinirlerin en çok gerildiği, vicdanların en çok kırbaçlandığı, beyinlerin en çok zonkladığı en zor anlardır.

Her suçta, özellikle de ağır yaptırımlı suçlarda, sözgelimi, bir insan öldürme, silah kullanılarak işlenmiş bir yağma suçu iddialarında sık sık yaşanır, bunlar.

Kimi zaman da eylem kanıtlanmıştır.

Ama eyleme konulacak hukuki tanıda duraksanır.

Sözgelimi, ortada kanıtlanmış bir yaralama eylemi vardır.

Ancak bu eylem, yaralama suçu mudur yoksa insan öldürme suçuna kalkışma mı?

Yaptırımlar arasında uçurum vardır.

Kılı kırk yarar yargıçlar; zorlanırlar. Kararlarını verdikten sonra da günlerce, hatta aylarca beyinlerini, vicdanlarını oyan bir burgu soruyla birlikte yaşarlar: “Acaba yanıldım mı?” 

Ancak yargıçlar, karar vermekten kaçınamazlar.

Meslektaşım bu tür konularda çok duyarlıydı. Bilgisine ve vicdanına güveniyordu. Ama azınlıkta kaldığında günlerce üzülüyordu.

Bu nedenle kısa sürede yıprandı; tıp da tanısını koydu. Yüksek tansiyonu vardı. Duyarlı yüreği ağır hastaydı. Ama görevini aksatmadan ödünsüz, yakınmasız yerine getiriyordu.

Bir keresinde odasında bulunduğum sırada taşradan bir ağır ceza mahkemesi başkanı görüşmek için gelmişti. Kendisini tanıttığında çok sevinmiş, başkanı güzel karaları için kutlamıştı. Ancak, başkan, “Önceden dosyayı iyice okuyor, kime ne dedirteceğimi belirliyor, ona göre tutanak düzenliyor, hüküm kuruyorum” deyince düş kırıklığına uğramış, yıkılmıştı adeta.

Nasıl yıkılmasın ki? Önyargılarla duruşma ve yargılama yapan bir yargıçtan daha tehlikeli biri olabilir mi?

Kimi ülkelerde duruşma yargıçları dava dosyasını inceleyemezler. Kimi ve hangi eylemi yargılayacaklarını bilmek için sadece iddianameyi inceleyebilirler. Bu yasağın amacı, önyargı olmasını önlemektir. Bizde bu kurallar henüz ne yargının ne de hukukun gündemindedir. Tam tersine dosyayı incelemeden duruşma yapan yargıcı denetçiler eleştirirler, hata kınarlar.

Meslektaşımın son aylarda yine tansiyonu yükseliyor, hasarlı yüreği uyumsuz çarpıntılarla kanı hasta vücuduna pompalamaya çabalıyordu.

Özellikle son günlerde bir nitelikli yağma suçuyla ilgili dosyada Daire hükümlülük kararını onamıştı. O ise gerekçeyi yetersiz buluyor, eylemin kanıtlandığından kuşku duyuyordu. Evli üç sanığın onca yıl cezaevinde yatacak olması onun uykularını kaçırıyordu.

Görüşme salonuna ilk o gelirdi.

O gün öğleden sonra gelmemişti.

Odasına girdimizde elinde çakısıyla elmasının yarını soymuş, başı masasının üzerine düşmüştü.

Bu olayı hiçbir zaman

unutamadım.

Yargılama güç iş, yargıçlık zor meslektir.

Hem içeriden, hem dışarıdan yıpratır, insanı.

Ama vazgeçilemez bir meslektir de.

Hekimsiz de kalamazsınız, yargıçsız da.

Ama duanız yine de tersidir: “Allah, insanı hekime, hâkime muhtaç etmesin!”


Star