Fikirler düşünmek için değil, yaşamak içindir.‘ Andre Malraux

DÜŞÜNMEK! DÜŞÜNMEK ÜZERİNE DÜŞÜNMEK!

Yirminci yüzyıl Fransız edebiyatına ve kültürüne ismini altın harflerle yazdırmış olan edebiyat, sanat, kültür ve siyaset adamlarından birisi de Andre Malraux’dur. De Gaulle’ün Kültür Bakanlığını da yapan Malraux, sadece bir edebiyat, sanat, kültür ve siyaset adamı değil, aynı zamanda önemli bir aktivisttir. Öyle olduğu için İkinci Dünya Savaşı’nın hemen her aşamasında yer almış, Uzakdoğu felsefesini yerinde incelemek için Kamboçya’ya, Vietnam’a, Çin’e kadar gitmiş, Çin’de devrimci eylemlere katılmış, Nazilere, faşistlere ve falanjistlere sadece düşünce olarak değil, eylemli olarak da karşı çıkmıştır.

Umut’, ‘İnsanlık Durumu’, ‘Yaşlanma Sanatı’ gibi değerli eserler veren Malraux’nun önemli kitaplarından birisi de “Kanton’da İsyan” isimli romanıdır. Edebiyat eleştirmenleri tarafından ‘kafa tutmanın romanı’ olarak isimlendirilen kitapta, Güneydoğu Asya’da Hindistan’ın doğusunda, Çin’in güneyinde kalan ‘Hindiçin’ veya ‘Çinhindi’ olarak isimlendirilen, Fransız sömürgesi olarak bilinen Laos, Kamboçya, Vietnam’ı tanımlamak için kullanılan bölgede yaşanan bağımsızlık mücadelesinin hikayesi anlatılır.

Hikaye şöyle başlar ve gelişir: Kanton Cumhuriyeti’nin ve Kuomintang’ın başı olan Doktor Sun-Yat-Sen, yürüttüğü bağımsızlık savaşında zor durumda kalınca Sovyetlerden yardım ister.  Sovyetler, hem silah yardımında bulunur, hem de Kantonu komünistleştirme amacıyla örgütlenme becerisi güçlü uzmanlar gönderir. Bu uzmanların başında, romanın iki önemli kahramanından birisi olan, geldiği günden itibaren Kanton Cumhuriyeti’ni, Hong-Kong’a ve İngiltere’ye kafa tutacak güce ulaştırmaya çalışan, disiplinli ve örgütçü becerisiyle tam bir devrim teknisyeni olan Mihail Borodin gelir. Romanın diğer kahramanı, Kanton’a yardım için gelen anarşist ruhlu, maceracı, eylem budalası batılı solcuların en önde geleni Garine’dir. Ama Malraux’ya göre Garine, Moskova’nın gönderdiği tutucu bolşeviklere göre çok daha bilinçli, çok daha insandır. Bundan dolayı Malraux, Garine ve onun anlayışında olan devrimcilere şöyle seslenir; ‘eylemi dogmaya değil, doğrudan hayata uyarlayın, eylemin sonucunu dogmaya göre değil, insana göre değerlendirin.

Romanda, Kanton’a gelen bu insanların birbirleriyle olan ilişkilerine, siyasi konulardaki görüş ve düşüncelerine, Doktor Sun’un ölümü sonrasında, yürütülecek strateji konusunda terör eğilimli marjinal solcu kesimle, barışçıl yöntemleri savunan sağcı kesim arasındaki düşünsel savrulmalara ve çatışmalara yer verilir.

Bir bağımsızlık mücadelesi süreci anlatılmakla birlikte, “Kanton’da İsyan”, tarihi bir roman değildir. Malraux’un ‘Umut’ ve ‘İnsanlık Durumu’ isimli romanlarında olduğu gibi tarihsel bir perspektif içinde; tarih yapan, tarih yazan insanların hikayesi, insanın ve insanlığın ezeli sorunlarının başında gelen umut ve hayal kırıklıklarının insanlara yüklediği gerilim anlatılır özellikle.

Kitabı Türkçeye ilk çeviren Attila İlhan’ın yaklaşımı ile “Kanton’da İsyan”, temelde insanın, dünyanın, yaşamın anlamsızlığını gösteren, varoluş sorunsalını, hiçlik olgusunu, saçmalık duygusunu, Camus ve Sartre’dan çok daha önce konu edinen bir kitaptır.
Onun için Malraux, hem kitabı, hem de benimsediği ‘hiçlik felsefesi’ bağlamında şunları söyler; ‘Aslında dünyanın boşluğu saplantısı, dünyanın hiçliği düşüncesi olmadı mı, ortada ne güç kalır, ne de gerçek bir hayat.’

Aynı düşünceyi romanın kahramanlarından olan Garine yazdığı mektupta yer alan şu sözlerle savunur; ‘Toplum, bence, kötü kurulmuş olan ve düzeltilmeye elverişli bulunan bir şey değildir. Düpedüz saçma, anlamsız bir şeydir. İkisi arasındaki farka dikkat et…Saçma! Saçma diyorsam, bununla akla uymuyor demek istemiyorum. İsterlerse değiştirsinler bu düzeni, hiç umurumda değil. Beni yıkan onun adaletsizliği değil, daha derin bir şey, ne kadar bağlanmayı istersem isteyeyim, bu bağlılığıma toplumsal bir biçim veremiyorum. Nasıl dinsiz isem, öyle de toplum dışıyım ben…

Kitap Enstitüsü-Günlük’ isimli WEB sayfasında kitapla ilgili değerlendirmelerin yer aldığı sayfada söz alan bir eleştirmen, Malraux’nun ve Garine’nin bu sözlerine şunları ekleyerek katkıda bulunur: ‘Kendi bağımsızlığını koruyamayan ülkeler ve bu ülkelerin insanları, kendi ruhlarındaki boşluğu doldurmak, varoluş acılarını dindirmek için bambaşka ülkelerden gelenlerin yaptıklarını kabul etmek zorunda kalırlar. Kimisi onları kahraman olarak adlandırır. Oysa onlar bir arayışın insanlarıdır. Kurtarmaya çalıştıkları ülke de, insanları da çok fazla umurlarında değildir onların.

Malraux’da romanında, Hindiçini’ye Rusya’dan, Almanya’dan, Fransa’dan gelen, oradaki insanları, o insanların mücadelesini çok da fazla umursamayan, iliklerine kadar saçmalık ve hiçlik duygusu içinde yaşayan ve o nedenle hayatlarına bir anlam katma arayışı içinde bulunan bu insanların trajik hikayesini anlatır.

Benim bu yazıyı yazmaktan amacım, Malraux’nun bu ilginç romanını anlatmak değil aslında, Malraux’nun bu romanı yazmasından yirmi yıl sonra, 1949 yılında kitabının yeni çıkan baskısına yazdığı ‘arka söz’ ile ilgili bazı düşüncelerimi paylaşmaktır.

Ben çok uzun yıllar önce Malraux’nun kitabının Attila İlhan tarafından tercüme edilmiş ve Varlık Yayınevi tarafından basılmış olanını okudum. Bilgi Yayınevi tarafından basılan sonraki yayınını okumadım. Görmedim de. Onun için Malraux’nun bu ‘arka sözü’ nün bu basımda olup olmadığını bilmiyorum.

Bana göre Malraux’nun bu ‘arka sözü’ en az romanında yazdıkları kadar önemlidir, öğreticidir, adeta bir tarih dersi gibidir. Özellikle aydınlarının pek çoğu ilkesel olmayan, duruma göre düşünen, hareket eden, pozisyon alan, aynı konularda çifte standart uygulayan ve de takım tutan ülkemiz yönünden, ülkemiz aydınları ve siyasileri yönünden çok daha önemli, öğretici, dahası ibret almayı gerektirir özelliktedir. Bu yazıyı yazmak konusunda beni harekete geçiren, bunu yaz diye bana emreden de bu tespittir, bu duygu ve düşüncedir.

Sosyalist gelenekten gelen Jean Paul Sartre, François Mauriac, Andre Malraux, Andre Gide, Arthur Koestler, bir zamanlar solun Büyük Abisi olan Sovyetler Birliği tarafından döneklikle suçlanmış, o nedenle Avrupalı sol entelektüeller tarafından tü kaka edilmiş yazar çizer takımının başında gelir. Suçlama korosunun maestrolarından biri, 1940’lı yıllarda Fransız Komünist Partisi’nin önde gelen aktörlerinden olan Roger Garaudy’dir. Çok daha sonra Müslüman olan Garaudy, Sartre’ı, Mauriac’ı, Malraux’yu ve Koestler’i döneklikle, ‘yozlaşmış burjuvazinin karanlık aynaları olmakla‘ suçlar.

Andre Malraux’nun benim bu yazıma konu yaptığım ‘arka sözü’, aslında bu suçlamalara verilen bir yanıt, bir savunmadır. Kitaplara ‘arka söz’ değil, ‘ön söz’ yazmak bir gelenektir. Andre Malraux’nun bu geleneğe aykırı şekilde kitabına ‘arka söz’ yazdığı tarihte, insanların büyük acılar yaşadığı İkinci Dünya Savaşı bitmiş, Hitler, Mussolini belaları defolup gitmiş, Soğuk Savaş dönemi başlamıştır.

Yazdığı ‘arka söz’de Andre Malraux, Avrupa düşüncesinin geçirdiği değişimi, bu bağlamda enternasyonalin siyasi mitosunun can çekiştiğini, kültür alanında benzersiz bir enternasyonalleşmenin başladığını ifade eder. Avrupa, Amerika, Latin Amerika ve Sovyet kültürünün analizini yapar. Stalin’i, Stalin Rusya’sını eleştirir. Dostoyevski’ nin Rus kalmak istediğini, Tolstoy’un ‘Harp ve Sulh‘, ‘Anne Karenina‘ gibi romanlarıyla Avrupalı, Kont Leon Nikolayeviç olarak Bizans’ın büyük meczuplarından birisi olduğunu yazar. Rusya’nın, Rönesans’ı, Atina’sı, Bacon’u, Montaigne’i olmadığını, onun için de Avrupalı sayılamayacağını örnekleriyle anlatır ve sözü yaşadığı iki önemli ve tarihi olaya getirir.

Bunlardan birincisi Reichtag yangınıyla ilgilidir. İlgilenenlerin bildiği üzere Alman Parlamento Binası olan Reichstag 1933 yılında Hollandalı bir komünist olan Marinus van der Lubbe tarafından kundaklanarak yakılır. Nazi yönetiminin iddiası böyle olmakla birlikte, gerçeğin böyle olup olmadığı hususu daha hala kuşkulu ve tartışmalıdır. Bir diğer iddia, kundaklamanın Nasyonal sosyalistler tarafından yapılmış, Alman Komünist Partisini kapatmak için suçun bir komünistin üzerine atılmış olmasıdır.

Bu yangın olayı sonrasında, o dönemde Almanya’da siyasi mülteci olarak bulunan, savaşın sona ermesinden sonra kendi memleketi olan Bulgaristan’da devlet başkanlığına getirilen Georgi Dimitrov, yangın olayının faillerinden olduğu iddiası ile  09 Mart 1933 tarihinde tutuklanır.

Olayı araştıran ve Dimitrov’un yangın olayı ile herhangi bir ilgisinin ve ilişkisinin olmadığını tespit eden Avrupalı entelektüeller, Dimitrov’un serbest bırakılması için bir kampanya başlatırlar. Bu amaçla ortak bir metin hazırlarlar, bu metni Hitler’e sunmak üzere bir heyet görevlendirirler. Andre Malraux’da bu heyetin içindedir. Heyet Almanya’ya gider, Hitler ile görüşür, hazırladıkları metni Hitler’e sunar ve Dimitrov’un serbest bırakılmasını talep eder.

Bir süre sonra Avrupalı entelektüellerin baskısı nedeniyle veya olayda herhangi bir suçunun olmadığı gerekçesiyle Dimitrov serbest bırakılır. Memleketi Bulgaristan’a döner. Orada Devlet Başkanı olur.

Dimitrov’un Bulgaristan’da başkan olduğu dönemde, Pekov isimli bir Bulgar köylü vatandaşı, adam öldürdüğü iddiasıyla tutuklanır. Avrupalı entelektüeller olaya ilgi duyarlar, yaptıkları inceleme ve araştırma sonucu Pekov’un suçsuz olduğu sonucuna varırlar, hazırladıkları ortak bir metni Dimitrova sunmak ve Pekov’un serbest bırakılmasını talep etmek üzere Bulgaristan’a giderler. Gidenler arasında Andre Malraux’da vardır. Dimitrov heyeti kabul etmez ve Pekov ertesi gün idam edilir.

Andre Malraux yazdığı ‘arka söz’de bu olayı şu şekilde anlatır: ‘Sonra devrimci devamlılığın ünlü yutturmacası var. Yaldızlı şeritler yapıştırarak mareşal olmuş birilerinin, meşin ceketli Lenin’in arkadaşlarının meşru mirasçıları ilan edildiklerini herkes bilir. Bu konuda biraz açıklama yapmak gerekiyor: Andre Gide’e ve bana, Reichtag yangınında parmağı olmayan Dimitrov’un mahkumiyetine karşı protesto dilekçelerinin tarafımızdan Hitler’e götürülmesi teklif edilmişti. Bu, bizim için büyük bir onurdu. Şimdi iktidarda bulunan Dimitrov, suçsuz Pekov’u astırdığında, değişmiş olan kimdir, Gide’le ben mi, yoksa Dimitrov’mu?

Marksizm dünyayı önce özgürlük ilkesine uygun olarak yeniden düzenlemek istiyordu. Bireyin duygusal özgürlüğü, Lenin’in Rusya’sında büyük rol oynamıştır. Bu özgürlük, Moskova Yahudi Tiyatrosu fresklerini Chagall’a yaptırmıştı. Bugün Stalincilik Chagall’a lanet okumaktadır; değişen kimdir?

Bunları yazmakla Malraux şunu demek istiyor; haksızlık, adaletsizlik durumlarında, hukuka, ahlaka, vicdana, insan haklarına aykırı olaylar karşısında aynı duyarlılığı göstermek, insanların acılarına karşı saygılı olmak, her koşulda hakikati, sadece hakikati ifade etmek, hakikatin yanında olmak gerekir. Bırakın size ne derlerse desinler, siz bunu yapın, yani hakkın, hukukun, adaletin, ahlakın, vicdanın sesini ve sözünü dinleyin. Birilerinin adamı değil, belli bir düşüncenin, partinin, örgütün, derneğin, cemaatin adamı değil, adam olun, insan olun sadece.

Malraux’nun ‘arka söz’ünden çıkarılacak daha başka dersler de var. Okumaya devam edelim;

Birçok kopmalar oldu: Victor Serge, Gide, Hemingway, Dos Passos, Mauriac ve daha birçok kimse. Bunun sosyal sorunla herhangi bir ilgisi yoktur. “Şarkılı Yarınlar”ın Hazer Denizi’nden Akdeniz’e yükselen şu uzun baykuş ötüşüne ve türkülerinin zindan mahkumları türküsüne çevrileceği kimsenin aklından geçmiyordu.  

Biz bu kürsüdeyiz ve burada İspanya’yı inkar etmiyoruz. Bir gün bir Stalinci çıksın da orada Troçki’yi savunsun! Rusya’da sorun başkadır. Ülke kapalıdır; sırf bu yüzden çağdaş kültürden kopuk durumdadır.

…  

Olumlu düzeyde dayanışmayı, çalışmayı ve bir çeşit soylu Mesihçiliği, kurtarıcılarda hep varolan bir çeşit küçümser davranışla yüceltmek isteyen bir düşünce vardır. Sonra dünya görüşünü ve partinin eylemine en uygun duyguları yaratmaya çalışan psikoteknikler vardır. “Yazarlar, ruhların mühendisleridir” Hem de nasıl!



Burada dava, insanın kendisidir; sistem bir bütündür. Teknik, totaliterlik olmadan da varolabilir; ama Guepou (Sovyet Gizli Emniyet Teşkilatı) kadar kaçınılmaz bir şekilde onun peşinden gider, çünkü polissiz olursa yenilenebilir bir canavar olur. Kızıl Orduyu yaratanın Troçki olduğunu birkaç yıl inkar etmek epey güç olmuştu. Humanite Gazetesinin tam bir şekilde etkin olabilmesi için, okurun karşı saftakilerden hiçbir gazete okumaması gerekir.



Önce bilinçdışına değil, bilince değer veriyoruz; teslim oluşa değil, iradeye; kafaları doldurmaya değil, hakikate. Hakikat nedir? Hakikat üzerinde konuştuğumuz alanda doğrulanabilen bir şeydir. En sonunda da keşif özgürlüğüne uzanan bir şeydir. Bütün bunlar için “Neye yönelerek ?” değil, çünkü bu konuda bir şey bilmiyoruz. “Nereden yola çıkarak?” diye soracağız, çağdaş bilimlerde olduğu gibi, biz istesek de istemesek de “Avrupalı, taşıdığı meşaleyle, eli yansa bile, kendini aydınlatacaktır.”

Bu değerleri günümüz üstüne kurmak istiyoruz. Bütün gerici düşüncelerin geçmişe dayandığı çoktan beri bilinmektedir; bütün Stalinci düşünce, kontrolü imkansız bir geleceğe yönelmiş Hegelcilik üzerine kurulmuştur. Oysa gereken şey, ihtiyaç duyulan şey bugünü bulmaktır.        



Hemen hemen hepiniz zihin alanında liberalsiniz. Bizim için siyasi özgürlükle düşünce özgürlüğünün güvencesi, karşısında Stalincileri görünce ölüme mahkum olan siyasi liberalizm değildir; özgürlüğün garantisi devletin bütün yurttaşların hizmetinde olmasıdır.

Bunları ve daha başkaca şeyleri anlatan Malraux ‘arka söz’ünü ‘Peki düşünce ne olacaktır? Siz ne yaparsanız o.’ diyerek noktalar. Yani düşünceyi, düşünecek olanlara, yani bize bırakır.

Peki, Türkiye olarak biz düşünceyi ne yapacağız? Bu soruyu da yine Malraux’dan ödünç alarak yanıtlayalım; ‘İnsanlar parti için değil, parti insanlar içindir.’ O halde partiyi de, derneği de, cemaati de, bunların söylediklerini de, yazdıklarını da bir tarafa bırakalım. Düşünceyi biz kendi elimize, avucumuza alalım. Biz kendimiz düşünelim.

Peki, neyi, nasıl düşünelim? Tuncay Birkan’ın güzel çevirisiyle Türkçeye kazandırdığı, o küçük ama içi çok büyük, çok dolu ‘Entelektüel- Sürgün, Marjinal, Yabancı’ isimli kitabında Edward Said, düşünmek isteyenler için doğru bir yol haritası çiziyor ve şunları yazıyor: ‘İnsan düşüncesini, insanlar arasındaki iletişimi kıskacı altına alan klişeleri, indirgeyici kategorileri kıralım. Belli çıkarları gözeten düzenin adamı olmayalım. Şirketleşmiş düşünce müsveddelerini, sınıfsal, ırksal, dinsel ve cinsel imtiyazları sorgulayan, gerektiğinde bunlara karşı koyan kişiler olalım. Hangi partiye veya siyasi düşünceye yakın olursak olalım, kendimizi hangi değerlerle bağlı sayarsak sayalım, insanların çektiği acılar, yaşadıkları baskılar, uğradıkları haksızlıklar konusunda belli doğruluk, adalet ve ahlak standartlarından şaşmayalım. Nabza göre şerbet vermeyelim. Konuşulması gereken yerde susmayalım. Şövenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmeyelim. Her nerede iktidar ise, oradaki bir avuç çok bilmişe güvenmeye bizi teşvik eden uzmanlara, eş dost gruplarına, profesyonellere, düzen adamlarına itibar etmeyelim.

Düşünmek istemeyenler, böyle bir aleti olmayanlar için yapılacak herhangi bir şey yok elbette. Esasen onların düşünceye, düşünmeye niyetleri yok, böyle bir anlayışları, böyle bir ihtiyaçları da yok. Düşündükleri şeyler var sadece. Ama düşünmek isteyenler, oturup bunlar üzerine biraz düşünsünler! Zira bugünün Türkiye’sinde en çok buna, yani düşünmeye, doğru dürüst düşünmeye ihtiyacımız var!