Cesetsiz Cinayet Konusuna İkinci Giriş

Cesetsiz Cinayet adlı yazının birinci kısmını 12.01.2024 tarihinde kaleme almıştık. Bu yazı, cesetsiz cinayetle ilgili temin ettiğimiz yeni Yargıtay kararları ışığında tekrar konunun ele alınarak, ilk yazıyı tamamlaması amacıyla hazırlanmıştır.

“Delil konuşur, konuşmazsa bilirkişi konuşturur” sözü, ceza muhakemesinde maddi hakikate ve adalete ulaşılabilmesi için söylenebilecek önemli bir sözdür. Cesetsiz cinayette “maddi delil” adı verilen cesedin veya kalıntılarının, yani en önemli delilin bulunamadığı durumda; ölümün sebebi, öldürülmüşse failinin bulunulabilmesinin vasıtası olan ölü muayenesi, otopsi, biyolojik, kimyasal ve kriminal incelemeler yapılmaz, yani bilirkişi incelemesine ve delil değerlendirmesine elverişli vücut veya parçası ortada yok demektir, çünkü insan öldürme suçunun koruduğu hukuki yarar yaşam hakkı, konusu da vücut bütünlüğüdür. Ortada ceset veya parçaları veya kayıp şahsın akıbetinin anlaşılmasını mümkün kılabilecek kıyafeti veya zati eşyası yoksa, kayıp şahsın öldüğü hususu şüphelidir, fakat kesin değildir. Böyle bir zorluk karşısında; belki ikrar, tanık, görüntü, ses kayıtları ile yan delillerden hareketle iki önemli sorun aşılmaya çalışılır: 1- Kayıp şahıs öldü mü? 2- Ölümün sebebi, sorumlusu veya sorumluları kim? Cesetsiz cinayet dosyalarının bu iki çetin sorusunun sebebi, “şüphe sanık lehinedir” ilkesi ile her ne kadar ceza yargılamasında muhakeme ve tecrübe önemli ise de, esas olan, hukuka uygun yol ve yöntemlerle elde edilmiş delillerin, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu m.223/5 karşısında nereye götürdüğüdür, çünkü mahkumiyet için gerçek yakınlık değil, sabitlik, yani suçun sübutu aranır.

Şüpheli ölümün, öldürmenin, bunun sebebi ile sorumlularının araştırılıp gerçeğin tespiti için elde edilmesi gereken en önemli delil; ölenin veya maktulün vücudu, yani bozulmamış, parçalanmamış ceset veya ondan geriye kalan parça, uzuv, doku, kemik, kan ve her türlü kalıntıdır. Elbette bilimin ve tekniğin gelişmesi bağlı olarak; ses, görüntü, dijital materyal veya olayı görenlerin tanıklığı da meselenin aydınlatılmasında, maddi hakikate ve adalete ulaşılmasında oldukça önemlidir, fakat sanık lehine olan şüphenin giderilmesi ve failin yüzde yüz bir şekilde maktulü öldürdüğünün veya ölümüne neden olduğunun anlaşılabilmesinde temel delil cesettir.

Ceset olmadan fail cezalandırılabilir mi? Prensip olarak cezalandırılmamalıdır. Varsayıma, ölüm ve sebebiyle ilgili sübjektif zan ve tahmine dayanılarak sanığın mahkumiyetine kararı verilemez, fakat uygulamada somut olayda şüphenin sanık aleyhine giderilmesini mümkün kılan yeterlilikte delile ulaşılmışsa ve bunlarla hüküm kurulabilecekse, sanığın mahkumiyetine karar verildiği görülmektedir. Yine de belirtmek isteriz ki; öncelikle kayıp şahsın öldüğünün ve öldürüldüğünün, sebebinin ve sorumlusunun varsayımdan öteye geçen, somut delillerle tespiti ve sanığın suçluluğunun kanıtlanması gerekir, aksi halde mahkumiyet kararı verilmemelidir. Maktulün cesedinin veya öldüğünü gösteren ceset kalıntılarının bulunması, cesette yapılan inceleme veya diğer somut deliller suretiyle zorlamalı ölümün sebebi ve sorumlusu ortaya çıkarılabilmelidir. Uygulamada; cesetsiz cinayet olarak nitelendirebileceğimiz dosyalarda, ölümün sebebi ve sorumlusu bakımından net delillere ulaşılamadan, varsayıma, yani karar vericinin sübjektif olay anlatımına bağlı mahkumiyete gidildiği, somut delillerden ziyade vicdani hareketle ve kabulle mahkumiyet sonucuna varıldığı görülebilmektedir. Bu tür bir uygulama hukuki değildir.

Ancak belirtmeliyiz ki uygulamanın; cesetsiz cinayet olarak nitelendirilen vaziyetlerde insan öldürme suçunu işlemek isteyenleri cesaretlendirmemesi, ceset yoksa cinayet de yoktur algısının olguya dönüşmek suretiyle suça eğilimi olanları teşvik etmemesi için, ortada ceset olmasa da maktulün öldüğünü ve öldürüldüğünü belirlemeye yarayan ikrar ve bunu destekleyen deliller olduğunda sanığın mahkumiyetine karar verme yönünde hareket ettiği görülmektedir. Hukuki görülmese de vicdani sayılabilecek, cesetsiz cinayet vakalarını cesaretlendirmemek, insan öldürme suçundan ceza sorumluluğunun doğabilmesi için üzerinde ölü muayene ve otopsi yapılabilecek bir ceset ve hatta incelemeye değer kalıntı veya doku parçası bulunmasa dahi, İspat Hukuku açısından ölümü, öldürmeyi ve bunun sebebi ile sorumlularını mahkum etmeye yeterli, oluşa uygun ikrar ve bunu tamamlayan diğer deliller olduğunda sanığın mahkumiyetine karar verilebilmektedir. Buna rağmen; öldüğü ve öldürüldüğü kabul edilen kayıp kişinin mahkumiyet kararı verildikten ve kesinleştikten sonra çıkıp gelmesinde ortaya çıkacak maddi hakikate ve adalete aykırılığı, yani hukuksuzluğun ağırlığını anlatmaya gerek olmadığını da ifade etmek isteriz.

Cesetsiz Cinayet adlı yazının birinci kısmını 12.01.2024 tarihinde kaleme almıştık. O yazımızda; Yargıtay kararlarını da inceleyerek, bir bütün olarak insan vücudunun, parçalarının, organ ve dokuları ile kan ve diğer biyolojik örneklerin bulunamadığı durumda, kendisinden uzun bir süre haber alınamayan kayıp şahsın öldüğünün ve öldürüldüğünün kabulü ile failin, varsa azmettiricisinin ve suça yardım edenlerin mahkum edilip edilmeyeceklerini incelemiştik. Belirtmeliyiz ki; ölüm tehlikesi altında kaybolan veya kendisinden uzun süre haber alınamayan kişinin bulunamadığı, öldüğü ve öldürüldüğü hususunda kayda değer bulgulara ulaşıldığında, ortada ölümü ve hangi sebeple, nasıl öldürüldüğünü gösteren ceset veya parçaları veya buna ilişkin tahrif edilmemiş görüntü veya dijital materyal olarak itibar edilebilir deliller olmamasına rağmen failin mahkumiyetine karar verilebilmektedir.

Cesedin bulunamadığı durumlarda iki görüşü ortaya koymak mümkündür. Birinci görüşe göre; ceset olmadan veya kayıp şahsın öldüğünü ve ne şekilde öldürüldüğünü gösteren somut numuneler bulunmaksızın, ikrar olsa dahi, kasten insan öldürme suçundan dolayı mahkumiyet kararı verilemez. İkinci görüşe göre; ceset olmadan veya kayıp şahsın öldüğünü ve ne şekilde öldürüldüğünü gösteren vücut parçaları, görüntü kayıtları veya tamamlayıcı delillerle desteklenmiş samimi ikrar veya somut anlatım olduğunda failin, azmettiricinin ve bu suça yardım edenin mahkumiyetine karar verilebilir. Bu görüşü de kendi içinde ikiye ayırmak mümkündür; ilkine göre, şahsın öldüğünü ve ne şekilde ölmüş olabileceğini gösteren usule uygun elde edilmiş ikrar ve anlatım yeterlidir. İkincisine göre ise; sadece samimi ikrar ve somut anlatım yeterli olmayıp, kişinin öldüğünü ve ne şekilde öldürüldüğünü netleştiren tespitler yapılmalı, bu tespitler yapılmadan failin mahkumiyetine karar verilmemelidir.

Kamuoyunda hep bilinen; cesetsiz cinayetin olamayacağı ve birisi bir başkasını öldürmekten mahkum edilecekse, üzerinde inceleme yapılabilecek ceset veya cesede ait parçalar ve/veya kan birikintisinin gerektiğidir. Ölümü, daha da önemlisi şahsın neden öldüğünü ve nasıl öldürüldüğünü gösteren tespitler yapılmadan fail hakkında mahkumiyetine kararı verilemez.

5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 223/5. fıkrasına göre, “Yüklenen suçu işlediğinin sabit olması halinde, sanık hakkında mahkumiyet kararı verilir”. Görüleceği üzere kanun koyucu; işlendiği iddia edilen bir suçtan dolayı mahkumiyet kararı verilebilmesinin şartını, hem suç ve hem de fail yönünden gerçeğe en yakınlık derecesinde dahi kabul etmemiş, suçun sanık tarafından işlendiğinin yüzde yüz tespitini aramıştır. Her ne kadar vicdani delil sistemi gerekçe gösterilerek, gerçeğe en yakınlık fikrinden hareketle, hayatın olağan akışı gereğince başka türlü olamayacağından, dosya ve deliller bir bütün olarak değerlendirildiğinde denilerek veya olsa olsa veya başka türlü işlenemeyeceğinden gibi gerekçelerle, CMK m.223/5’e ve aşağıda kısaca yer verdiğimiz şüpheden sanık yararlanır ilkesini gösteren CMK m.223/2-e’ye aykırı birçok mahkumiyet kararının verildiği, bu konuda yasal dayanakların gözardı edildiği, bir türlü de yeknesaklığın sağlanamadığı, bir anlamda tümü ile vicdana yenilip, itham sisteminin temelini oluşturan somut delille ispat yükümlülüğünün bir kenara koyulduğu görülmektedir.

Ayrıca CMK m.223/2-e’de, yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması da delil yetersizliğinden beraat sebebi sayılmıştır. Bu hükümde ve m.223/5’de geçen sabitlik sanık hakkında nasıl olabilir? Sabitlik, yani sabit olma; gerçekliği tespit edilmiş, kanıtlanmış anlamına gelir. Şüphe varsa ve giderilememişse, ortada sabitlikten de bahsedilemez. Şüphe kavramı, Ceza Muhakemesi Hukukunda aleyhe midir, lehe midir? Giderilememiş şüphe denildiğinde ve şüphe kavramının kendisi, kullanım ve anlama tarzı itibariyle sanık aleyhineymiş gibi algılanır, hatta algının ötesinde, maalesef uygulanır. Hukuka, itham sistemine ve buna göre ortaya koyulmuş yasal düzenlemelere aykırı olan şüphenin sanık aleyhine uygulanabileceğine dair kabule teslim olunamaz. İtham sistemine aykırı bir teslimiyet; beraberinde suçsuzluk/masumiyet karinesinin terki, ispat külfetinin sanığa geçmesi, kolay mahkumiyet kararı risklerini beraberinde getirir.

Sisteme dönük bu kısa eleştiriden sonra, konumuz olan cesetsiz cinayetin ikinci kısmına dönecek olursak;

Önce kısaca cesetsiz cinayetin birinci kısmında varılan sonucun özetine, ardından o yazımızda değinmediğimiz Yargıtay kararları eşliğinde cesedin bulunamadığı durumda ölümün ve sebeplerinin tespitine yer vermeye çalışacağız.

İlk yazımızda; cesedin etkin ve makul bir süre aramaya rağmen bulunamadığı hallerde kasten insan öldürme suçundan mahkumiyet hükmü kurulmasının mümkün olduğunu, fakat bunun istisnai bir uygulama olması gerektiğini, öncelikle kişinin öldüğünden emin olunmasının şart olduğunu, kişinin neden öldüğünün ve öldürüldüğünün kabul edildiğinin gerekçeli kararda da somut delillerle açıklanması gerektiğini, ancak bu şekilde suçsuzluk/masumiyet karinesinin ihlal edilmeyeceğini, toplanan tüm delillerin birbirini destekler ve tamamlar nitelikte olmasının önem ifade ettiğini, aksi takdirde şüphenin yüzde yüz yenildiğinden bahsedilemeyeceğini, sanık lehine tek bir delilin bulunmasının dahi şüphenin sanık aleyhine yüzde yüz yenilmediği anlamına geldiğini, tek başına sanığın ikrarının, yani soyut ikrarının mağdurun öldüğünden ve hatta öldürüldüğünden emin olunması için yeterli olmadığını, sanık hakkında kasten insan öldürme suçundan mahkumiyet hükmü kurulabilmesi için toplanan tüm delillerin tek bir sonuca işaret etmesi ve bu sonucun da mağdurun sanık tarafından öldürüldüğü olması gerektiğini, sanığın ikrarı şart olmamakla birlikte, genellikle ikrarın bulunduğunu ve ikrarın olmadığı halde de öldürme suçuna ilişkin iddianın somut delillerle kanıtlanması gerektiğini, aksi takdirde İspat Hukukunun ilke ve esaslarına aykırı hareket edilmiş olacağı gibi, Ceza Muhakemesi Hukukunun maddi hakikate ve adalete ulaşma amacına da ulaşılamayacağını belirtmiştik.

Baştan söylemeliyiz ki; her somut olayın özelliklerini ayrı değerlendirmek gerekir ve ceset elde edilmeden, kişinin öldüğünün, öldürüldüğü iddia edilmekte ise de, nasıl, nerede, ne zaman ve kim tarafından öldürüldüğünün tespitinde ceset veya vücut parçaları veya yeterli doku ve numune olmadan kasten insan öldürme suçundan dolayı mahkumiyet kararı verilmesi, en azından CMK m.223/5 ve m.223/2-e bakımından sakıncalıdır. Bu konuda ortada yasal bir düzenleme olmadığından; uygulamanın cesetsiz cinayet olmaz yaklaşımını benimsemediği, ceset ve hatta vücuttan parçalar veya numune olmaksızın da mahkumiyet kararı verilebildiği, daha da ötesi, kişinin öldüğünün ve nasıl öldürüldüğünün belirlenemediği, sadece iddiadan ibaret kaldığı hallerde de bizce hatalı mahkumiyet kararları verilebildiği görülebilmektedir.

Cesetsiz cinayet konusu gerçekten zor bir konudur, çünkü bir taraftan en yüksek korumaya mazhar hukuki yararlardan yaşama hakkı, diğer tarafta da fail olarak kabul edilen kişinin kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının gözetilmesi karşı karşıya gelmektedir. Olayın oluş şekli, anlatım, açık veya tevil yoluyla ikrarlar ile kayıp şahıs veya maktul olarak adlandırabileceğimiz kişilerin özelliklerinin, yöresel nedenlerin,  örf ve adetin, törenin, kadın erkek ilişkilerinin öne çıktığı cesetsiz cinayet olaylarında mağdurun genelde bebek veya kadın olduğu, umumiyetle de fail ile maktul, yani kayıp şahıs arasında yakın bağın, son görüşmüşlüğün, doğrudan veya dolaylı husumetin, olayın oluşu ile ilgili anlatımların önem kazandığı, dosyada mevcut çelişkili ifadelere ve savunmalara rağmen, usule uygun alınmış ikrar ve tanık anlatımlarına değer verildiği anlaşılmaktadır.

Sanığın sırf inkar ettiği, şahsın öldüğünün, ne zaman, nasıl, ne şekilde ve kim tarafından öldürüldüğünün belirlenemediği durumlarda ise mahkumiyet kararı verilemeyeceği, en azından fail ile maktul arasında ölüm ve öldürülme anında bir beraberliğin ve yakınlığın olmasına bakıldığı da ifade edilebilir, ancak her somut olayın özelliklerinin ayrı değerlendirilmesi gerektiği, kayıp şahsın öldüğü, öldürüldüğü, hangi sebeple hayatını kaybettiği ve bundan sorumlu olanlarla illiyet bağının isabetli şekilde kurulması lüzumu tartışmasızdır.

1- Öldüğü ve öldürüldüğü söylenen maktulün cesedinin etkin ve makul sayılabilecek uzunlukta aranması, önce öldüğünün ve ölüm sebebinin, bu kapsamda da öldürüldüğünün belirlenmesi gerekir, yani kim veya kimler tarafından, nerede, ne zaman ve nasıl öldürüldüğü somut delillerle ve iddianamede ileri sürülen, oluşa uygun ve somut delillerle desteklenmeli, bir kabulle ortaya koyulmalıdır.

2- İkrar faydalı olur. İkrar bizde mutlak delil değildir, bu yönde bir yasal düzenleme de yoktur. Ancak somut olayın özelliklerine göre yegane veya belirleyici delil kabul edilebilir. Muhakkak ikrarı tamamlayan veya destekleyen somut deliller gerektiğinden, ikrarın yegane delil olma olasılığı zordur.

a) Soyut ikrar olmamalıdır (sanığın hiçbir anlatımda bulunmadan, “ben öldürdüm” demesi).

b) Kısmi ikrar (iddianın bir kısmını kabul ediyor veya etmiyor, fakat somut bir savunma ortaya koymuyor).

c) Doğrudan, somut, yani açık ikrar (somut anlatım veya kabulle suçu işlediğini itiraf etmesi).

d) Tevil yoluyla, yani örtülü ve kaçamaklı ikrar (sanığın suç işlediğini kabul etmesi, fakat bunu meşru savunma veya haksız tahrik gibi cezayı kaldıran veya azaltan koşullarda işlediğini söylemesi veya dolaylı olarak, yani kaçamaklı olarak suçu işlediğini kabul etmesi[1])

Yargıtay uygulamasında tevilli ikrar örnekleri aşağıda verilmiştir:

Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nin, 16.04.2019 tarihli, 2015/1106 E. ve 2019/7109 K. sayılı kararında; “Sanığın, mağdura, objektif ölçülere göre korkutucu olan satır gösterme biçimindeki eyleminin, silahtan sayılan satırın öldürücü özelliği nedeniyle herhangi bir söz söylenmese bile ağır ve haksız zarara uğratmayı bildirme niteliğinde olması, sanığın kovuşturma aşamasında kabul ettiği soruşturma aşamasındaki beyanında mağduru korkutmak amacıyla aracında bulunan satırı çektiği, ancak vurmaya kalkışmadığı şeklindeki tevilli ikrarı ve mağdurun şikayetten vazgeçtiği ifadesinde sanığın ikrarını doğrular nitelikte beyanda bulunması karşısında eylemin silahlı tehdit suçunu oluşturduğu gözetilmeden, yanlış nitelendirme sonucu yazılı biçimde hüküm kurulması,” bozmayı gerektirmiştir.

Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 07.04.2021 tarihli, 2021/6771 E. ve 2021/6308 K. sayılı kararında; “Katılanın aşamalarda değişmeyen beyanları ve bu beyanlarla uyumlu 28.06.2015 tarihli ‘hematom ve hassasiyet olduğuna dair’ doktor raporu, sanığın soruşturma aşamasında ikrara yönelik savunması ile kovuşturma aşamasındaki ‘katılanı ittirdiğine’ dair tevilli ikrarı birlikte değerlendirildiğinde, sanığın yüklenen suçu işlediği sabit olduğu halde yerinde olmayan gerekçeyle beraatine karar verilmesi,” bozmayı gerektirmiştir.

3- İkrarı destekleyen somut deliller olmalıdır. İkrar yoksa, kişinin öldüğünü ve hatta öldürüldüğünü, bunun ardından kim tarafından, nerede, ne zaman ve nasıl öldürüldüğünü ortaya koyan somut deliller gereklidir. Bir an için şüphe varsa bile, kuşku ve tereddüt anlamına gelen şüphenin yenilmemesi sanık lehinedir.

Cesetsiz Cinayete İlişkin Yargıtay Kararları

1- Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 09.11.2022 tarihli, 2020/1-466 E. ve 2020/709 K. sayılı kararı

Esasen Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun bu kararında, kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi suçu tartışılmıştır. Yargıtay 1. Ceza Dairesi; sanığın kendi öz çocuğu olan iki günlük maktul bebeği, Erzurum ili ile Tekman ilçesi arasında dere kenarı olan bir yere bıraktığı, bu yerin herkesin görebileceği yerlerden olmadığı, ıssız bir alan olan bu yerde bebeğin bulunmasının ihtimal dahilinde olmadığı anlaşıldığından, eylemi nedeniyle sanık hakkında Türk Ceza Kanunu m.81/1-d,e uygulanması suretiyle hüküm kurulması gerekirken, İlk Derece Mahkemesi tarafından TCK m.83/3’den kurulan hükmün bozulmasına oyçokluğuyla karar vermiş, 2 muhalif üye ise somut olayda TCK m.83/3’ün gözetilerek TCK m.82/1-d,e’nin uygulanması gerektiğinden bahisle bozma kararına katılmamışlardır. Başsavcı tarafından CMK m.308 gereğince bozma kararının hatalı olduğu gerekçesiyle sanık lehine itiraz kanun yoluna başvurulmuş ve dosya Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gitmiştir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu yaptığı incelemede; maktul bebeğin cesedinin bulunmamasını öldürme suçunun sübutu bakımından tartışma konusu yapmamış, yargılamada alınan beyanlar çerçevesinde çocuğun hayatını kaybettiği ve öldürüldüğü sonucuna varmış ve sadece fiilin hukuki nitelendirmesini tartışmıştır. Gerçekten de Sayın Genel Kurulun 09.11.2022 tarihli kararında; dosya kapsamında alınan savunma ve beyanlardan çocuğun terk edilerek hayatını kaybettiği ve bulunamadığı sonucuna varıldığına dair ayrıntılı beyan özetlerinin yer aldığı görülmektedir.

İki günlük bebeğin annesi tarafından terk edilmesi olayında; yargı makamlarının TCK m.97’de düzenlenen terk suçunu tartışmadığı, oysa somut olayın özelliklerine göre terk suçu suretiyle çocuğun ölümünde ceza sorumluluğunun gündeme gelebileceği anlaşılmaktadır. TCK m.97/2’ye göre; “Terk dolayısıyla mağdur bir hastalığa yakalanmış, yaralanmış veya ölmüşse, neticesi sebebiyle ağırlaşmış suç hükümlerine göre cezaya hükmolunur”. Bu hüküm, terk suretiyle yaralanmanın veya ölümün gerçekleştiği durumlarda TCK m.87’nin tatbik edileceğini ifade etmiştir, ancak somut olayda iki günlük bebek terk edildiğinden, fiilin bebeğin ölmesine dönük olduğu değerlendirilmiştir. Ayrıca terkte amacın mağduru öldürmek değil, sırf terke etmek suretiyle kurtulmak olduğu dikkate alınmalıdır. Somut olayda böyle bir terk fiilinden ziyade, bebeğin öldürülmesi sonucuna odaklı bir fiilin icra edildiği görülmektedir. Yargı makamları burada, bebeğin bırakıldığı yerde bulunma ihtimali olup olmadığına göre kastı belirlemektedir. Her ne kadar fail kastının öldürmek olmadığını söylese de, terk edilen yerin metruk, yani hiç kimsenin geçmediği ve bir bebek için yaşama şartlarını sağlamadığı anlaşıldığında, bu sonuca da objektif değerlendirme ile varıldığında, kasten insan öldürme suçu gündeme gelecektir.

Konumuzla sınırlı olarak; Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun kararına konu bu olayda iki günlük bebeğin cesedinin bulunamadığı, sanığın eşinin ölümünden sonra kayın biraderi ile evlilik dışı ilişki yaşamaya başladığı, bu ilişkiden hamile kaldığı, hastanede doğum yaptığı, ismi koyulmamış iki günlük kız bebeğini Erzurum ve Tekman karayolu arasında bulunan tenha bir ağaçlık bölgede bırakıp olay yerinden ayrıldığı, sanığın gayrimeşru olduğunu düşündüğü bebekten kurtulmak amacıyla hareket ettiğini beyan ettiği, üzerinden uzun zaman geçmesi sebebiyle bebeğin cesedinin bulunmadığı, bu nedenle cesetsiz cinayetin kabul edildiği, Genel Kurul tarafından oyçokluğu ile verilen kararda; bebekten kurtulmak isteyen anne sanığın bebeğin öleceğini bildiğinin ve ölmesini istediğinin, bu maksatla da bebeği ıssız bir yere götürerek kendi haline bıraktığı ve bu şekilde kaçınılmaz netice olan ölümün meydana geldiğini, bunun da doğrudan kastla ve icrai davranışla gerçekleştirildiği kabul edilerek TCK m.82/1-d,e tatbiki yönünde karar verildiği anlaşılmıştır.

Karara muhalif kalan iki üye; terk edilen bebeğin öldüğünün ve buna bağlı olarak ölüm nedeninin tespit edilememesi sebebiyle, sanığın ispatlanabilen eyleminin teşebbüs aşamasında kaldığının kabulünün gerektiği, ölüme terk edildiği dosya içeriğinden anlaşılan iki günlük bebeğin ölmesinin kuvvetle muhtemel olmasına rağmen, kesin olarak öldüğünün kabul edilemeyeceği gibi, öldüğü kabul edilse dahi ölüm sebebinin bilinmemesinden dolayı terk ile ölüm arasında illiyet bağının bulunduğundan da bahsedilemeyeceği, şüpheden sanık yararlanır ilkesinin sanık hakkında tatbikinin zorunlu olduğu, aksi halde suçsuzluk/masumiyet karinesi altında yargılanan sanığa itham sisteminin tersine bir yöntem izlenerek, şüpheyi aleyhe kullanmak suretiyle öldürme suçundan ceza verilebileceği, bunun da şüpheden sanık yararlanır ilkesinin kabulüne ve amacına aykırı olduğu, cesedin bulunamadığı durumlarda, toplanan diğer delillerle tamamlanmış öldürme suçundan mahkumiyet kararı verilmesinin teorik olarak mümkün olmasına rağmen, telafisi imkansız zararların önlenebilmesi için bunun çok istisnai bir uygulama olduğunun kabul edilmesi gerektiği, somut olaya sadece cesedin bulunmamasından dolayı benzerlik gösteren, ancak mevcut delil durumu çok daha farklı olan Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 18.06.2013 tarihli, 2013/1-59 E. ve 2013/302 K. sayılı ilamına[2] konu olayda, Kurulun 16.05.2006 gün ve 2006/7-137 E. ve 2006/142 K. sayılı ilamında yer alan vicdani delil sistemine ve bu sistemin özelliklerine vurgu yapılarak, maktulün cesedi veya cesedine ait herhangi bir parça bulunamadığı halde, suça konu fiilin icra edildiği belirtilen birahanede maktule ait kan ve DNA örneği elde edilememiş ise de, sanığın suça konu fiili icra ettikten sonra olay yerinde bulunan kanları ve duvarlara yapışan parçaları hiçbir iz bırakmayacak şekilde temizlemesi, cesedi küçük parçalara ayırıp, parçaları arazide farklı yerlere attıklarını söylemesi karşısında, sanığın kolluğa başvurup, olayı itiraf ettiği tarihte fiilin üzerinden yaklaşık 8,5 yıl gibi uzun bir süre geçtiğinden, maktulün cesedine ait herhangi bir parçaya, kana ve DNA örneğine ulaşılamaması olağan olup, akıl sağlığı yerinde olan sanığın ortada maktulü öldürdüğüne dair hakkında yürütülen bir soruşturma bulunmaksızın kendiliğinden yetkili makamlara başvurmak suretiyle itirafta bulunması, tüm aşamalarda müdafii huzurunda birbiriyle uyumlu olacak şekilde olayı anlatması, bunu destekleyen diğer yan deliller birlikte ele alındığında, cesedi bulunamayan maktulün öldüğünün ve hatta sanık tarafından anlatımına uygun şekilde öldürüldüğünün kabulünde hukuki bir sorunun bulunmadığı, ancak somut olayda bebeğin öldüğünün ve öldürüldüğünün kesin olarak kabul edilemeyeceği, ölüm sebebinin bilinemediği ve bu aşamada bilinmesinin de mümkün olmayacağı, bebeğin ıssız bir mahalde terk edilmesine rağmen terke bağlı olmayan farklı bir nedenden de ölme ihtimalinin bulunduğu, ölümün gerçekleştiğinin kesin olarak bilinmediği ve buna bağlı olarak ölüm sebebinin de anlaşılamadığı somut olayda, ölüm olayının kesinliğinden yola çıkılarak, ölüm sebebi hiçbir şekilde araştırılıp incelenmeden mahkumiyet kararı verilmesinin şüpheden sanık yararlanır ilkesine aykırı olacağı gibi, TCK m.3’de yer alan hakkaniyet ve orantılılık ilkelerine de aykırı düşeceği tartışmasız olup, ağırlatıcı neden bulunan bir yakınının üçüncü kişi tarafından öldürülmesini sağlayan fail ile bizzat öldüren fail, bir başka ifadeyle tetiği çeken ile çektiren arasında, tehlikelilik halinin de dikkate alınması suretiyle oldukça farklı cezaları öngören kanun koyucunun, bir taraftan nihai hedef olarak belirlediği maddi hakikate ulaşma niyetinden sapmayı göze alıp, şüpheden sanık yararlanır ilkesini tereddütsüz şekilde hayata geçiren uygulamaların önünü açarken, diğer taraftan sanığın savunmasında yer alan çelişkilerin en aleyhe olacak şekilde değerlendirilerek, günlük hayat tecrübelerine göre gerçekleşmesi muhtemel olayların gerçekleştiği varsayımına dayanılarak oluşturulan mahkumiyet kararlarına kayıtsız kalmasının beklenemeyeceği, yasal düzenlemeyi bir bütün olarak değerlendirdiğimizde yorum esaslarına uymaksızın sübjektif ceza normlarının aleyhe değerlendirilmesi suretiyle faraziyelere dayanarak suça konu fiilin işlendiğinin kabulü halinde, zaten çok ağır cezalarla müeyyide altına alınan fiillerden dolayı çok daha ağır cezaların verilmesi suretiyle orantılılık ve eşitlik ilkelerinin bozulmasının gündeme gelebileceği, oysa hukuk devletinde yaşayan her bireyin kanunilik ilkesinin bir gereği olarak neyin ne kadar yasak olduğunu bilmesi gerekirken, farklı mahkemelerin yorum esaslarına dayanarak yaptıkları değerlendirmelerle sürpriz cezalarla karşılaşma ihtimalinin hukuki güvenlik ilkesi ile de bağdaştırmanın mümkün olmayacağı, ceza siyasetini belirleme görevi ve yetkisi bulunan yasa koyucu tarafından koyulan normlar yorumlanırken, olabildiğince adalet ve hakkaniyet amaçlanarak, her uygulayıcının aynı olay karşısında aynı sonuca ulaşmasının gerektiği, tüm bu açıklamalar ışığında, sanığın yargılamaya konu fiilin ispatlanan kısmının teşebbüs aşamasında kaldığının kabulü ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının sanık lehine yaptığı kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi suçunu oluşturduğuna dair itirazın, açıkladığımız nedenlerle değişik gerekçe ile kabulü gerekirken, itirazın reddine ilişkin çoğunluk görüşüne iştirak etmemiştir.

Görüleceği üzere; Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 09.11.2022 tarihli kararının muhalif iki üye görüşünde bebeğin cesedinin bulunmaması nedeniyle, hem öldüğünün ve hem de öldürüldüğünün, öldürülmüş ise de bunun nedeninin bilinmediği ve bulunmadığı, yani bebeğin cesedinin neden bulunamadığı hususunda mantıklı ve bilimsel bir açıklama getirilemediği, annenin aşamalardaki çelişkili beyanları aleyhe yorumlanarak maddi hakikate ulaşıldığının düşünüldüğü, bu konuda şüpheden sanık yararlanır ilkesini bertaraf ederek, CMK m.223/5’e uygun düşecek şekilde nitelikli öldürme veya ihmal suretiyle öldürme suçundan mahkumiyet kararı verilemeyeceği kanaatinde olunduğu, bizim de muhalif üyelerin görüşüne aynı gerekçelerle iştirak ettiğimizi, çünkü vicdani kanaatle karar verilmesi gerekmekle birlikte, bu vicdani kanaatin önünde hukukun ve kanunun öngördüğü ilke, esas ve kuralların bağlayıcı olduğu, burada oluşacak netliğin sonrasında ve şüphenin sanık aleyhine yüzde yüz yenildiği durumda mahkumiyete gidilebileceği gözardı edilmemelidir.

Somut olayda öldürdüğüne ve öldürmek için terk ettiğine açık ikrarın olmadığı, terk suçunun da değerlendirilmediği, iki günlük bir bebeğin yalnız başına dere kenarına bırakılmasında, çoğunluk görüşünün ihmal suretiyle icra suçuna dahi girmeksizin TCK m.82’den hüküm kurulmasının doğru olduğunu belirttiği, dolayısıyla somut delillerle desteklenmemiş sonuca hissi ve sübjektif vicdanla ulaşıldığı, fakat bebeğin öldüğünün ve öldürüldüğünün belirlenemediği, cesedin bulunamaması ile ilgili açıklamaların da yetersiz kaldığı, annenin hukuki ve ahlaki yükümlülüğünden hareketle ıssız bir yerde terk etmesinin ölüm ve öldürme sonucuna bağlandığı, bu halde İspat Hukukundan kaynaklanan kuralların da terk edilerek, yerine sübjektif vicdani  kanaatin öne çıktığı bir yaptırım usulünün tercih edildiği, böylece kanunilik ilkesinin ve bunun yanında CMK m.223/2-e ve m.223/5 gibi kuralların tatbikinden kaçınıldığı, hayatın olağan akışına aykırılık, olsa olsa, başka türlü olamayacağından, dosyanın bir bütün olarak değerlendirilmesi, somut olayda maktulün bebek oluşu ve terk edildiği yer gibi kriterlerle sonuca varıldığı anlaşılmakla, terk veya nitelikli öldürme suçuna teşebbüs düşünülmelidir.

2- Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 06.02.2020 tarihli, 2007/1-906 E. ve 2020/64 K. Sayılı Kararı

Karara konu davada; haksız tahrik tartışmasının yaşandığı, sanığın balık avlamaktan evine döndüğünde resmi nikahlı eşi ile maktulü cinsel ilişki sırasında gördüğü, olaya karışan her üç sanığın henüz sağ olan maktulü Kemerburgaz’daki gölete götürdükleri, burada sanıklardan birisinin maktulün ellerine taş bağlayarak boğularak ölmesi ve delillerin kaybolması için gölete bıraktığı, gecenin ilerleyen saatlerinde iki sanığın maktulün ölüp ölmediğini kontrol etmek için yeniden gölete gittikleri, maktulü su yüzeyinde gören bir sanığın tekrar taş bağlayarak maktulü botla daha derin bir yere götürdüğü, maktulün suya battığından emin olduktan sonra birlikte eve döndükleri, maktulün cesedinin aradan geçen uzun süre ve göl şartları nedeniyle tüm aramalara rağmen bulunamadığı, maktulün öldüğü ve sanıklar tarafından öldürüldüğü konusunda tartışma bulunmadığı, davada uyuşmazlığın, sanıklar hakkında kasten öldürme ve kişiyi hürriyetinden yoksun kılma bakımından haksız tahrik hükmünün uygulanma koşulları bakımından oluşup oluşmadığından çıktığı, Ceza Genel Kurulu kararı içeriğinde maktulün öldüğüne ve öldürüldüğüne dair anlatımların bulunduğunun anlaşıldığı, sanığın eşi bakımından haksız tahrik hükümlerinin uygulandığı, fakat kayın peder ve kayınbirader olan sanıklar hakkında işlenen öldürme ve hürriyetinden yoksun kılma suçlarında oyçokluğu ile haksız tahrikin uygulanamayacağı, tahrikin haksızlığının gündeme gelebilmesi için kayın peder ve kayınbirader olan sanıklara da yönelmesi gerektiği, haksız tahrikin uygulama alanının bu derece genişletilemeyeceği gerekçesi ile kayınpeder ve kayınbirader hakkında haksız tahrik indiriminin uygulanmadığı görülmektedir.

Karşıoyda özetle; evli olan yakın akrabalarının resmi evliliğin devam ettiği, üstelik bu evlilikten ortak çocuklarının olduğu bir süreçte, sıhri akrabalarının maruz kaldığı haksız fiilden dolayı başlattığı eyleme sonradan dahil olan sanıklar hakkında haksız tahrik hükmünün uygulanması gerektiğinden bahisle itiraz eden Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın itirazının kabulü gerekirken, itirazın reddine dair çoğunluk görüşüne iştirak edilmediği anlaşılmaktadır.

Ceza Genel Kurulu’nun 06.02.2020 tarihli bu kararında; maktulün cesedinin bulunamadığı, esasen ölüp ölmediğinin veya öldürülüp öldürülmediğinin, ölüm sebebinin tespiti için inceleme yapılabilmesini mümkün kılan cesedin veya cesetten parça veya numunenin elde edilmediği, yine ses ve görüntü kayıtlarının bulunmadığı, yalnızca olayın oluşuna ve anlatıma dayalı sonuca varıldığı, ortada ceset olmasa bile başta beyan delilleri olmak üzere yan delillerden hareketle sonuca gidildiği, sanığın evli eşi ile konutunda yakaladığı maktulü diğer sanıklarla birlikte etkisiz hale getirip göle götürmek suretiyle öldürdükleri, her ne kadar üzerinde inceleme yapılabilmesini mümkün kılabilecek ceset bulunmasa da, uzun araştırmaların yapıldığı, aradan geçen uzun zaman ve göl şartları nedeniyle cesede ulaşılamadığının anlaşıldığı, bu konuda yargı mercileri arasında tartışmanın da bulunmadığı, hukuki tartışmanın daha ziyade haksız tahrikin hangi sanığa uygulanacağı konusunda toplandığı, haksız fiilin sanık kocaya uygulanması, sadakat yükümlülüğünün esasen eşlere ait olması, fakat kararda maktulün başkası ile resmi nikahla evli olduğunu bildiği kişi ile rızaya dayalı da olsa cinsel ilişkiye girmesi, bunun kadının eşi olan kocayı hiddet ve ağır elemin içine sokması, fakat oyçokluğu ile TCK m.29’da düzenlenen haksız hareketin şartlarının diğer sanıklar bakımından benimsenmediği, ilke olarak cesetsiz cinayetin mümkün olamayacağı değil, mümkün olabileceği kabul edildiğinden, cesedin yeterli sürede ve şekilde arandığı, maktulün öldüğü ve öldürüldüğü hususunda anlatımların bulunduğu, bu anlatımları destekleyen tespitlerin yapıldığı, bu bakış açısıyla cesetsiz cinayetten verilen mahkumiyet kararının Türk Hukukunda bu konuda benimsenmiş kriterlere uygunluk sağladığı kabul edilmiştir.

3- Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 04.07.2017 Tarihli, 2016/235 E. ve 2017/2533 K. Sayılı Kararı

Somut olayda; evli ve üç çocuk annesi olan, ayrıca suç tarihi itibariyle hamile bulunan, olay tarihinde henüz 1,5 yaşında olan maktulün annesi ile sanık arasında cinselliğin de bulunduğu gönül ilişkisinin yaşandığı, bu ilişkinin suç tarihinden geriye doğru 2 yıl devam ettiği, olay günü 1,5 yaşlarında olan bebeği de alarak evden çıktığı ve sanığın aracına bindiği, burada anne ile sanık arasında sözlü ve fiili bir kavganın yaşandığı, ardından anlatımlara göre sanığın anneyi boğarak öldürdüğü, olay yerinde bıraktığı, küçük maktulü ise arabaya bindirerek yol üzerinde bulunan köprüden dereye attığı, olayın ortaya çıkması üzerine sanığa anneyi öldürmesi sebebiyle mahkumiyet kararı verildiği, küçük çocuğun cesedinin ise tefrik edilen dosyada arandığı, anne yönünden verilen mahkumiyet hükmünün Yargıtay 1. Ceza Dairesi tarafından onanıp kesinleştiği, çocuğu öldürme suçundan yapılan yargılama kapsamında cesedin aranmasından sonuç alınamadığı, bu konuda birçok girişimde bulunulduğu, köprü ve derenin incelendiği, derenin özelliklerine göre 1,5 yaşında bir bebeğin böyle bir dereden sağ olarak çıkmasının imkansız olduğu, buranın yerleşim yerine uzak ve insanların gelip geçtiği bir yer olmadığının anlaşıldığı, jandarma ve tüm arama ekiplerince yapılan aramalardan sonuç alınamadığı, sanığın müdafii eşliğinde verdiği ifadede ve yapılan sorgusunda maktulü dereye attığını beyan attığı, maktulün nüfusta hala sağ gözükmesinin de maddi hakikati değiştirmediği, bunun idari bir tasarruf olduğu, bu idari tasarrufun yerine getirilmemesinin sonucu değiştirmeyeceği, sanık müdafiin suçun unsurlarının oluşmadığını, çocuğun kaybolmasından sanığın sorumlu tutulmayacağını, ikrarın yeterli delil sayılmayacağını, jandarmanın baskısı altında sanığın suçu üstlenmek zorunda kaldığı temyiz iddialarının yerinde görülmediği, sonuçta çocuğun öldürülmesi suçundan sanık hakkında verilen ikinci mahkumiyet hükmünün de onandığı anlaşılmakla,

Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin bu kararında; cesedi bulunamayan çocuğun cesedinin makul ve etkin bir şekilde arandığı, çocuğun öldüğüne ve öldürüldüğü ile öldürülme sebebine dair sanığın usulüne uygun beyanının alındığı, sair delillerin sanığın anlatımlarını doğruladığı, her ne kadar sanık daha sonra bu ikrarından vazgeçse de, aynı olayda annesi öldürülen maktul çocuğun da aynı şekilde akıbete uğradığının tespit edildiği, yargı makamlarının bu bakımdan tereddüde düşmedikleri, olayın oluş şekli ve sonuçları itibariyle yeterli şekilde ve sürede aranan çocuk cesedinin kaybolduğu derenin özellikleri sebebiyle bulunamamasının bilimsel açıdan mümkün olduğu, kaldı ki kendisine soruşturma aşamasında yer gösterme yapılan sanığın 1,5 yaşında çocuğu nerede ve ne şekilde öldürdüğünü itiraf ettiği, dereye atılan çocuğun yaşama imkanının ve ihtimalinin bulunmadığının da tespit edildiği, buna ilişkin cesedin aranması ve sonuçlarının ortaya koyulması yönünde bilgi ve belgelerin dava dosyasına alındığı, sonuçta cesetsiz cinayetin varlığının kabul edildiği anlaşılmaktadır.

Cesetsiz cinayet dosyalarında; “şüphe” kavramının şüpheden sanık yararlanır ilkesinin çelişkili beyanlar yönünden sanık aleyhine yorumlandığı, elbette burada vicdani kanaatin de öne çıktığı, fakat Anayasa ve kanunlarla bağlı olan hakimlerin Anayasa m.138/1 uyarınca CMK m.223/2-e ile m.223/5’in emredici hükümlerini gözardı edemeyecekleri, cesetsiz cinayetlerde en önemli sorunun maktulün öldüğünün ve öldürüldüğünün, öldürülmüşse de nasıl, nerede, ne zaman ve kim öldürüldüğünün tam olarak belirlenemediği, oysa kişinin nerede ve nasıl öldürüldüğüne ilişkin iddiaların, kişinin hayatta olup olmadığının değerlendirilmesi bakımından büyük önem taşıdığı, ceset bulunamasa da öldürmeye elverişli bir fiilin tespitinde şüphenin bulunmadığı hallerde ise suça teşebbüsün düşünülmesi gerektiği, fakat uygulamada dosyada alınan beyanlardan, bu beyanları destekleyen tamamlayıcı delillerden, özellikle sanığın ikrarı ile cesede yönelik makul ve etkin arama yapıldığı halde, bilim ve mantık kuralları çerçevesinde cesede ulaşılmasının artık mümkün olmadığı hallerde, maddi hakikate ve adalete ulaşma gereğini de dikkate alan yargı mercilerinin mahkumiyete yöneldiklerinin görüldüğü, esasen bu hususun cinsel dokunulmazlığa karşı suçlarda olduğu gibi, cesetsiz cinayet dosyalarında da İspat Hukukunun kuralları bakımından bilhassa suçsuzluk/masumiyet karinesinin bir yansımasını teşkil eden şüpheden sanık yararlanır ilkesi bakımından ciddi sorunlara ve adaletsizliklere yol açabileceğinin gözardı edilemeyeceği, kaybolan şahsın öldüğünün ve öldürüldüğünün, öldürülmüşse ne şekilde olduğunun tespit edilemediği hallerde faraziyeye dayalı kabullerin hatalı sonuçlara yol açabileceği, kararda ve mahkumiyetin infazına başlanmasından sonra maktulün yaşadığının anlaşılması veya doğal yollardan öldüğünün tespit edilmesi gibi vaziyetlerde telafisi çok güç veya imkansız sonuçlarla karşı karşıya kalınabileceği gözardı edilmemelidir.

4- Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 06.03.2023 Tarihli, 2022/2727 E. ve 2023/814 K. Sayılı Kararı

Olay günü bir sanığın Kumburgaz’da bulunan bekar evinde diğer sanıklar ve yanında sevgilisi maktulün buluşup alkol aldıkları, maktulün gece kulübünde çalışmasından dolayı sevgilisi olan sanıkla tartışmaya başladıkları, bunun üzerine sanığın yanında bulunun ruhsatsız tabancası ile maktule ateş edip onu öldürdüğü, sanığın ihbarı üzerine kolluk görevlilerince olay yerine gidildiğinde, yerde çok fazla kan izi, pıhtılaşmış kan birikintisinin görüldüğü, ayrıca maktulün kafatasına ait doku ve kemik parçalarının bulunduğunun anlaşıldığı, sanığın savunmasında odaya geçerken bacaklarının arasından silahı alacağı sırada düşürdüğünü ve silahın patladığını, bu sırada çekyatta oturan maktulünün yere düştüğünü, kafasının arkasından yaralandığını, olay yerinde bulunan arkadaşlarına maktulü hastaneye götürmesini söylediği, böylece tevil yollu ikrarın olduğu, olayın kaza sonucu ve istemeden gerçekleştiğini belirten sanığın bu savunmasına, diğer sanıkların birbiri ile tutarlı olmayan, olayın oluş şekli ve gelişimine göre maktulün yanlışlıkla ölümünün mümkün olmadığının anlaşıldığı, olay yerinde çok fazla kan izi ve kafatası ve kemik parçasının bulunduğu, tüm bu nedenlerle maktulün cesedi bulunamasa da, somut olayda sanığın kasten öldürme suçunu işlediği sonucuna varıldığı, dosya içeriğine göre sanığın silahını maktulün kafasına dayadığı ve bir el ateş ederek maktulü kafa bölgesinden vurmak suretiyle öldürdüğü, ardından cesedi ortadan kaldırdığı, her ne kadar maktule ait ceset bulunamasa da, olay yerinde maktulün kafatasına ait olduğu belirlenen küçük kemik parçaları ile yoğun miktarda kan bulunduğunun anlaşıldığı, bu nedenle somut olayın cesetsiz cinayet olarak nitelendirilmesinin mümkün olmadığı, çünkü ortada bir bütün olarak ceset olmasa da, maktulün kafatasına ait olduğu anlaşılan kemik parçaları ile yoğun kan izi tespit edildiğinden, buna bağlı ölümün, öldürülmenin ve bunun sebebiyle sorumluların tespiti CMK m.223/5’e uygun olarak anlaşıldığından, sanıklar hakkında fail ve yardım eden sıfatlarıyla verilen mahkumiyet kararında bir isabetsizlik görülmemiştir.

5- a) Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 24.03.2015 Tarihli, 2014/2647 E. ve 2015/1750 K. Sayılı Kararı

Sanık Ş.Y. hakkında öz kızı maktule Ç.’yi kasten öldürme suçu bakımından, elde edilen delillerin hükümlülüğe yeter nitelik ve derecede bulunmadığı, diğer sanıkların suça konu fiiline fail şeklinde katıldığı, onları azmettirdiği veya fiilin işlenmesini kolaylaştırdığı hususunda oluşan şüphenin sanığın lehine yorumlanması gerektiği nazara alındığında, beraat kararında bir isabetsizlik görülmediğinden, aleyhe temyizin reddi ile Yargıtay Başsavcılığı’nın tebliğnamede yer alan düşüncesi gibi beraat kararının onanmasına, ancak maktule Ç.’nin öz kardeşleri olan müşterek fail sanıklar ile azmettirici baba hakkında kurulan beraat hükümlerinin incelenmesinde;

Maktulenin müşterek fail sanıkların öz kardeşi ve azmettiricinin de kızı olduğu, maktulenin ailesiyle birlikte yaşadığı yerde okuduğu Lisenin karşısında bulunan bir başka Lisenin Müdürü ile duygusal ve cinsel bir ilişki yaşadığına dair söylentiler çıktığı, bu ilişkinin aile fertleri tarafından duyulması ve ilçede yayılması üzerine, maktulenin ailesinin artık ilçede yaşayamayacaklarına karar verdikleri ve ailece ilçeden taşındıkları, maktulenin kendi isteğiyle babasının bulduğu bir anaokulunda öğretmen olarak çalışmaya başladığı, aradan geçen birkaç ay sonrasında maktulenin birkaç gün eve gelmediği, yine Lisenin Müdürü ile ilişki kurduğunun duyulduğu, bunun üzerine kızın babasının oğulları olan sanıklara, kız kardeşlerini öldürmelerini, cesedini de memleketi olan köyde yaptıracağı evin temeline gömeceklerini söylediği, bu azmettirme üzerine sanıkların kız kardeşlerini öldürme planı yaptıkları, maktulenin annesi ile oturduğu eve geldikleri, annenin sanıklara kapıyı açtığı, uyumakta olan maktuleyi boğazına kablo dolamak suretiyle öldürdükleri, birkaç saat bekledikten sonra maktulenin cesedini battaniye sarmak suretiyle arabanın bagajına koyarak uzaklaştıkları, cesedi boş bir araziye kazdıkları çukura gömerek kapattıkları, aradan birkaç gün geçtikten sonra köye gittikleri, bunun ardından maktulenin Lise Müdürü ile kaçtığını, artık böyle bir kızlarının olmadığını ve onu aramayacaklarını çevreye söylediklerini, maktulenin cesedinin gömülmesinin üzerinden yıllar geçtiği ve sanıkların o günün hal ve şartlarıyla cesedi gömdükleri yeri net olarak hatırlayamadıkları, bu nedenle de maktulenin cesedine ulaşılamadığı, sanıkların kovuşturma aşamasında ilk ifadelerinden dönerek suçlamayı reddettikleri, ancak soruşturma aşamasında verdikleri ve sorgu hakimine verdikleri beyanların birbiriyle uyumlu olduğu, suça konu fiilin icra şekline dair tüm anlatımları içerdiği, olay sonrasında maktulenin yaşadığına dair hiçbir emarenin bulunmadığı, sanıklardan birisinin ikrarı üzerine vicdan azabı duyan diğerlerinin de benzer anlatımlarda bulunduğu, psikolojik rahatsızlığı nedeniyle beyanlarına itibar edilemeyeceği söylenen sanığın Adli Tıp Kurumu’ndan gelen rapora göre beyanlarının geçerli olduğunun anlaşıldığı, yani beyanlarından dolayı bir itibar sorunun yaşanmadığı, 2000 yılından bu yana maktuleyi görenin olmaması, cesedin bulunması ve adli tıp uzmanları tarafından otopsi yapılmasının mutlak zorunluluk içermemesi, maktule ile ilgili ailesinin aradan geçen uzun zamanda resmi makamlara hiçbir başvurusunun bulunmaması karşısında, sanıklar hakkında mahkumiyet kararları verilmesi gerektiği gözetilmeden, oluşa uygun düşmeyen gerekçeler ve yanılgı içeren değerlendirme sonucunda yazılı şekilde beraatlarına hükmedilmesinin hukuka aykırı olduğu tespiti ile sanıklar hakkında verilen beraat kararlarının bozulduğu,

Anlaşılmaktadır.

Sayın Dairenin bozma kararında; her ne kadar maktuleye ait ceset bulunmasa da, Küçükçekmece 3. Sulh Ceza Mahkemesi önünde verilen 15.11.2009 tarihli beyanların içeriği, sanık S.’nin 11.03.2013 tarihli celsedeki beyanları, 2000 yılından bu tarafa maktuleyi gören olmaması, cesedin bulunmasının ve adli tıp uzmanları tarafından otopsi yapılmasının mutlak şekilde zorunlu olmaması, maktule ile ilgili ailesinin uzun yıllar resmi makamlara başvurusunun bulunmaması, anne Ş.Y.’nin 18.06.2010 tarihli celsede Mahkeme huzurunda kolluk ifadesini kabul etmesi, H.’nin 12.11.2009 tarihli anlatımı, olayın oluş biçimi karşısında sanıkların suçlarının sübuta erdiği, oluşa uygun düşmeyen gerekçeler ve hatalı değerlendirme sonucu yazılı şekilde sanıkların beraatlarına hükmedilmesi bozmayı gerektirmiştir.

Görüldüğü üzere Daire; maktulenin cesedinin bulunmaması, ceset veya parçalar üzerinde inceleme ve araştırma yapılması üzerinde durmamış, sadece bazı anlatımlara ve sonradan inkar edilse bile kabullere bağlı olarak, cesetsiz cinayetten dolayı mahkumiyet kararı vermiştir.

b) Yargıtay 1 Ceza Dairesi’nin 06.03.2017 Tarihli, 2017/5 E. ve 2017/657 K. Sayılı Kararı

Dairenin 24.03.2015 tarihli bozma kararı üzerine beraat kararlarını veren İlk Derece Mahkemesinin, maktulenin cesedinin bulunamaması nedeniyle sanıkların öldürme eylemini gerçekleştirdiklerine ilişkin kesin ve inandırıcı hiçbir delil elde edilmediğinin, kasten öldürme suçundan sanıkların hapis cezası ile cezalandırılabilmeleri için maddi delil olan cesedin ortada olması ve üzerinde adli tıp uzmanları tarafından ölü muayenesi ile otopsi işlemlerinin yapılarak, ölüm sebebini ve şeklini bildiren otopsi raporunun düzenlenmesi zorunlu olduğunun gözetildiği ve beraat kararlarında direndiği,

Bunun üzerine Dairenin yine aynı şekilde, oluşa uygun düşmeyen gerekçeler ve yanılgı içeren değerlendirme sonucunda yazılı şekilde sanıkların beraatlarına hükmedilmesinin hukuka aykırı olduğuna karar verdiği ve bozma kararında ısrar ettiği,

Anlaşılmakla, kamu davasında cesetsiz cinayet tartışmasının İlk Derece Mahkemesi ile Yargıtay 1. Ceza Dairesi arasında yaşandığı,

Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin; ortada ceset olmasa da, olayın oluş şekli ile aradan geçen uzun zamana rağmen maktulenin yaşadığına dair hiçbir iz ve eserin bulunmamasının, yine tüm aramalara rağmen cesedin bulunamamasının, buna bağlı olarak ölü muayenesi ve otopsi işlemlerinin yapılması suretiyle somut delillerin bulunmasında zorunluluk olmadığını, bu halde dosyaya yansıyan delillere ve bilhassa sanıkların ikrar içeren beyan ve savunmalarından maktulenin hayatta olmadığını ve boğularak öldüğü sonucuna varıldığını, bu durumda olaya uygun düşen sırf ikrara bağlı beyanlardan dönülmesinin de sonucu değiştirmeyeceğini, usule uygun alınan, olaya ve dosya içeriğine uygun düşen anlatımlarla mahkumiyet kararı verilebileceğini kabul ettiği,

Ancak İlk Derece Mahkemesinin; sırf ikrara dayalı mahkumiyet kararı verilmesinin doğru olmadığını, soruşturma aşamasında suçu kabule dair bazı anlatımlar olsa da, bunların kesin ve inandırıcı somut delillerle desteklenmediğini, ceset bulunamadığından çelişkili anlatımların ötesine geçecek şekilde, ölü muayenesi ve otopsi işlemleri yapılamadığı için, ölüm sebebi ve şekli ile ilgili maddi delillerin ve delil değerlendirme vasıtalarının elde edilemediğini belirterek beraat kararlarında direndiği,

Anlaşılmaktadır.

c) Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 12.12.2017 Tarihli, 2017/1-237 E. ve 2017/538 K. Sayılı Kararı

Yukarıda incelediğimiz Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 06.03.2017 tarihli bozma kararına karşı İlk Derece Mahkemesinin direnme kararı vermesi üzerine dava dosyasının Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gittiği, ancak işin esasına girilmeden, ön sorun değerlendirmesinin yapıldığı, buna göre somut olayda zorunlu müdafiliğin olduğu, son sözün usule uygun şekilde sanıklara sorulmadan davanın bitirilmek suretiyle hüküm kurulup tefhim edilmesinin hukuka aykırı olduğu, bu nedenle direnme hükmünün, dosyada tespit edilen usuli sebepten dolayı tüm sanıklar yönünden işin esası incelenmeksizin bozulmasına karar verildiği, dolayısıyla cesetsiz cinayet yönünden bir değerlendirmenin yapılmadığı görülmektedir.

d) Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 12.04.2021 Tarihli, 2019/1913 E. ve 2021/6638 K. Sayılı Kararı

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 12.12.2017 tarihli usule ilişkin bozma kararı üzerine dosyanın Bakırköy 7. Ağır Ceza Mahkemesi’ne geldiği, bu defa İlk Derece Mahkemesinin olayın oluşu ile ilgili mahkumiyete dönük kabulde bulunduğunu, Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin yukarıda yer verdiğimiz bozma kararında geçen tespitleri doğrultusunda sanıklar hakkında TCK m.37/1 delaletiyle nitelikli insan öldürme suçundan mahkumiyet kararları verdiği, her ne kadar maktulenin cesedi bulunmasa da, olayın oluş şekli ve maktulenin nasıl öldürüldüğüne dair daha sonra değişen anlatımlara itibar edildiği, dolayısıyla artık kararın cesetsiz cinayet yönünden tartışılmadığı, sadece nitelikli halin nedenleri ve 765 sayılı Kanunun ile 5237 sayılı Kanunun hangisinin lehe olduğu yönünden bozma kararlarının verildiği,

Neticede; cesetsiz cinayet tartışmasının Yargıtay 1. Ceza Dairesi aşamasında sonuçlandırıldığı, bu yönden İlk Derece Mahkemesinin beraat ve direnme kararlarında yer verdiği gerekçeyi tekrarlamadığı, her ne kadar vicdani bakımdan sorun olsa da, ceset elde edilemediğinden, kaybolan şahsın ölüp ölmediğini, ne sebeple öldüğünün ve ölüm sebebi ile sorumluların tespitinde maddi delillere ulaşılamadığı, yalnızca aşamalarda değişen ve birbiri ile çelişen sanıkların beyanlarına itibar edildiği,

Görülmektedir.

Kanaatimizce; bu olayda sonradan değişen ifadelere itibar edilmesinin başlıca sebepleri, ikrarda bulunan ilk sanığın esasen ikrar etmesi için bir sebebin bulunmaması ve ikrarın soyut olmaktan uzak, olayın gerçekleşme sebebine ve nasıl gerçekleştiğine ilişkin ayrıntılı anlatımlar içermesidir. Maktulenin cesedi, belirtilen yerde bulunamamakla birlikte, cesedin neden bulunamamış olabileceği ile ilgili açıklama yapılmaya çalışılmış, ikrara itibar edilebileceği kabul edilmiştir.

6- Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 25.10.2023 tarihli, 2023/4134 E. ve 2023/6479 K. Sayılı Kararı

Tanık M.’nin; 2002 yılında maktul Mustafa’nın yanında sekreter olarak çalıştığı, tanık B. ile evli olduğu halde zamanla maktul ile arasında duygusal yakınlaşma olduğu ve M.’nin evden ayrıldığı, eşinden haber alamayan tanık B.’nin, eşinin evden ayrıldığını ve kendisine ulaşamadığını M.’nin ailesi ile paylaştığı, sonrasında M.’nin babasının ve sanıkların M.’yi aramaya başladıkları, burada M.’nin maktul Mustafa ile duygusal birliktelik yaşadıklarını öğrendikleri, ancak M.’nin yerini öğrenemedikleri, Süleyman ile iki sanığın, M’nin yerini öğrenmek için B.’nin önceden tanıdığı üç sanık ile görüştükleri, bu görüşmede M.’nin babasının ücret karşılığında kız evladını bulmaları için üç sanıkla anlaştığı, olayın devamında sanıkların önceden yaptıkları plan çerçevesinde maktul Mustafa’yı görüşmek için yanlarına çağırdıkları, maktulün buluşma yerine otomobiliyle geldiği, sanıklar tarafından maktulün zorla araca bindirildiği, bir göletin civarına getirdikleri, burada maktulün darp edildiği, silahla maktulün bacağına vurularak kırıldığı, sonrasında maktulün makatına bir cisim soktukları, maktul aracılığı ile M.’ye ulaşıldığı, otogara gelmesinin sağlandığı, bu sırada olay yerine diğer iki sanık ile birlikte kızın babasının da geldiği, maktulü darp ettikleri, devamında yaralı olan maktulün yarı baygın vaziyette ve henüz hayatta iken kendi aracının içine bağlandığı, aracın üzerine benzin dökülerek ateşe verildiği, bu halde olay yerinde bulunan uçurumdan aşağı atıldığı, sonrasında sanıklardan N.’nin M.’yi otogardan alıp Ankara’ya götürerek ailesine teslim ettiği, sanıkların yaptıkları plan dahilinde kendi aralarında iş ve görev dağılımı yapmak suretiyle eziyet çektirerek maktulü öldürdüklerinin anlaşıldığı, buna yönelik beyanların dosyada bulunduğu, olayın yıllar sonra ortaya çıkması ve maktulün cesedinin bulunamaması sebebiyle dosya kapsamında ölü muayene tutanağının ve otopsi raporunun bulunmadığı, yapılan temyiz incelemesinde her ne kadar maktulün cesedi bulunamasa da, dosya içeriğinde sanıklar tarafından kasten nitelikli insan öldürme suçunun işlendiği sonucuna varıldığı anlaşılmaktadır.

Gerek İlk Derece Mahkemesi ile Sakarya Bölge Adliye Mahkemesi 1. Ceza Dairesi ve gerekse Yargıtay 1. Ceza Dairesi, her ne kadar maktule ait ceset veya cesedin kalıntıları bulunamasa da, dosyada mevcut bilgi, belge ve özellikle ikrar içeren beyanların varlığından hareketle TCK m.82 kapsamında mahkumiyet hükmü kurulmasını maddi hakikate ve adalete uygun görmüştür.

Belirtmeliyiz ki; yine ortada maktule ait ceset ve cesedin kalıntıları olmayıp, tümü ile bir kısım anlatımlara ve buluşmalara, oluşturulan olay örgüsüne yönelik kabulle, maktulün ölüp ölmediği, ölmüşse sebebi ile ilgili maddi bulgular ve tespitler olmaksızın, bilhassa bir kısım anlatıma dayalı mahkumiyet kararı verildiği, ancak CMK m.223/2-a,e ve m.223/5 hükümlerinin nasıl aşıldığı, ölüm, sebebi, işleniş şekli ve sorumluları hakkında sanıklar aleyhine yüzde yüze varacak şekilde şüphenin yenildiği tartışmalıdır. Anlaşıldığı kadarıyla yargı mercileri; detaylı anlatımdan, başka türlü olamayacağından ve olayın oluşu ile ilgili anlatımlarla birlikte aradan geçen uzun zamana rağmen maktul Mustafa’dan hiçbir şekilde haber alınamamasından, yaşadığının tespit edilememesinden hareketle mahkumiyet kararlarında hukuki bir sakınca olmadığı kanaatine varmıştır.

Cesetsiz cinayet dosyalarında ceset veya kalıntısına ulaşılmak suretiyle ölü muayeneye ve otopsi işlemlerine dayanak olabilecek maddi bulgu ve somut delil olmasa da, dosya kapsamında yapılan açıklamalarla varsayıma dayalı sonuçlara varılabildiği, bu husus ile cinsel dokunulmazlığa karşı suçlarda neden mağdur yalan söylesin mantığından hareketle varılan mahkumiyet kararlarında benzerlik olduğu, dolayısıyla cesetsiz cinayet ve cinsel dokunulmazlığa karşı suçlarda sanığı suçlayan istikrarlı beyanlara dayalı mahkumiyetlerde İspat Hukuku bakımından sorunlar yaşandığı, itham sisteminin iddia edenin hukuka uygun yol ve yöntemlerle elde edilmiş somut delillerle sanığın suçu yüzde yüz işlediğine dair gerçeğe ulaşma kuralının terk edilebildiği görülmektedir.

Kanaatimizce burada; neden sanık veya bir kısım sanık yalan söyleyip de kendisini suçlayıcı beyanda bulunsun, eğer savunma ve beyan usule uygun alınmışsa neden buna itibar edilmesin düşüncesi hakimdir. Aynı mantıkla ortada hiçbir sanığın örtülü veya açık ikrarı olmaksızın, sadece kamu tanığı olarak nitelendirilebilecek, hatta taraf tanığının cesetsiz cinayet olayı ile görgüsünü anlattığında, bir an için maktulün anlatıma uygun şekilde olay yerinde ve civarında bulunduğu, sanık veya sanıklarla irtibatının olduğu anlaşılırsa, ortada ceset veya kalıntısı olmasa da mahkumiyet kararı verilebileceği sonucuna varılabilir. Buna göre; cesetsiz cinayetten mahkumiyet kararı verilemeyeceğine dair görüşü bir kenara bırakırsak, mahkumiyet kararı verilebileceğini kabul eden görüş yönünden, bir veya birkaç sanığın veya tanığın tutarlı, olayın oluşuna uygun düşen ve tamamlayıcı delillerle desteklenen beyanları çerçevesinde, uzun süredir kendisinden haber alınamayan maktulün öldüğünün kabulü suretiyle öldürüldüğü sonucunun benimsenmesi, burada öldürmenin TCK m.81 veya m.82’ye girip girmediği hususunda anlatım net olup, yan delillerle desteklenmedikçe en azından bu yönden şüpheden sanık yararlanır ilkesinin tatbikinin gerektiği düşünülmelidir. Örneğin; sanığın ikrarının veya tanığın anlatımının HTS (iletişim tespiti ve baz sinyal bilgileri), PTS (plaka tanıma sistemi) kayıtları ve kamera görüntüleri gibi, en azından bir araya geldiklerini ve/veya aralarında husumetin bulunduğunu ortaya koyan yan deliller olmadıkça, şüpheyi sanık aleyhine yüzde yüz yendiği kabul edilmemelidir. Bir başka ifadeyle, ikrarın ve tanık beyanının güvenilirliğinin sorgulanarak hükme esas alınabileceğinden emin olunması ve bunun mahkemenin gerekçesine yansıması zorunludur. Aksi halde; cesedin dahi bulunmadığı bir olayda, güvenilirliği ortaya koyulmamış beyanlara dayalı olarak verilen mahkumiyet kararının maddi hakikate uygun olduğundan emin olmak mümkün değildir.

7- Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 21.05.2018 tarihli, 2017/2343 E. ve 2018/2365 K. Sayılı Kararı

Kasten öldürme suçuna iştirak, yağma ve suç eşyasının satın alınması veya kabul edilmesi suçlarına ilişkin yapılan soruşturma neticesinde; Kayseri Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ek kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildiğine, bu kararın itiraz üzerine Kayseri 1. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından kaldırıldığına, düzenlenen iddianamenin ise Kayseri 1. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından, mağdurun cesedinin bulunamadığı, öldüğüne ilişkin kesin tespitin, karinenin ve otopsi raporunun olmadığı, bu nedenle kasten insan öldürme suçunun konusuz kaldığı, sadece soyut şüphe ve iddiaya dayandığı gerekçesi ile iade edildiğine, ancak mahkemenin iddianamede gösterilen olaylarla ilgili kararını, ibraz edilen delilleri ve kovuşturmada ibraz edilebilecek delilleri dikkate alarak vermesi gerektiğine, her ne kadar CMK m.170/3-c’ye göre mağdurun kimliği iddianamede gösterilmesi gereken hususlardan ise de, mağdurun kimliğinin tüm araştırmaya ve soruşturmaya rağmen tespit edilememesinin iddianame düzenlenmesine engel teşkil etmeyeceğine ve hatta diğer asli unsurların varlığı halinde iddianame düzenlenmesinin zorunlu olduğuna, özellikle bir şüphelinin diğer şüphelinin maktulü öldürdüğüne ve kendisinin de yardım ettiğine dair ikrarının bulunmasının, haklarında iddianame düzenlenmesi için yeterli şüphenin varlığına işaret ettiğine, bunun karşısında maktulün cesedinin bulunamamasının suçun oluşumunu etkilemeyeceğine, bu nedenle iddianamenin iadesi kararına yapılan itirazın kabulü yerine reddine karar verilmesinin isabetli olmadığına yer verilerek, Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin iddianamenin iadesi kararına itirazın reddi kararının kanun yararına bozulmasına karar verilmiştir.

Buna göre; maktulün öldürüldüğüne dair ikrarın, kovuşturma yapılması için yeterli şüpheyi sağladığı ve sırf cesedin bulunamaması sebebiyle suçun oluşmadığından bahsetmenin mümkün olmadığı kabul edilmektedir. Hatta Yargıtay; cesedin suçun oluşması için gerekli olmadığını vurgulayarak, esas olanın, kişinin öldüğünün anlaşılması olduğuna dikkat çekmiş, fakat hangi durumda kişinin öldüğünün ve hatta öldürüldüğünün anlaşılacağı hususunda açıklamaya yer vermemiş, kararın mevcut ve toplanacak deliller tartışıldıktan sonra verilmesi gerektiğini belirtmiştir.

Cesedin bir bütün olarak elde edilmesinin kasten insan öldürme suçunun bir unsuru olmadığına katılmakla birlikte, en azından cesedin kalıntıları, kan birikintisi veya kemik parçaları üzerinde inceleme yapılmasının, kayıp şahsın öldüğünün, ölüm sebebinin zorlamalı ölüm olup olmadığının, ölüm sebebinin ve sorumlularının araştırılması suretiyle tayininin mümkün olabilmesi gerekir.

Kasten insan öldürme suçunun oluşabilmesi için; ölüm neticesi şart olup, ceset yoksa bile, kişinin öldüğünün ve öldürüldüğünün her türlü şüpheden uzak şekilde ortaya koyulması, yani kişinin neden öldüğünün kabulünün zorunlu olduğunun, hatta cesedin veya kişinin öldüğünü gösteren cesetten bir parçanın veya dokunun neden bulunamadığının mantıklı ve bilimsel olarak açıklamasının yapılması gerektiği fikri de ileri sürülebilir. Bu son düşünceye temkinli yaklaştığımızı, ortada hiçbir ceset ve cesede ait kalıntı veya numune bulunmadan, sırf şahsın uzun süre kayıp olduğu ve bir kısım anlatımlara göre öldüğünün kabulü ile hareket edilmesinin, CMK m.223/5 karşısında varsayım eleştirisi ile karşılaşabileceği, bunun CMK m.217’ye de uygun düşmeyeceği savunulabilir. Uygulamada; usule uygun alınmış ikrar veya ifadenin cesetsiz cinayetin mahkumiyetle sonuçlanmasında temel alındığı, hatta cesedin veya kalıntılarının uzun araştırmalara rağmen bulunamamasının mahkumiyet için yeterli görüldüğü anlaşılmakla birlikte, en azından ikrarın tutarlılığının, oluşa uygunluğunun, cesedin veya kalıntılarının bulunamamasının bilimsel ve mantıklı açıklamalarının yapılması, tüm bunların dosyada ve gerekçeli kararda gösterilmesi zorunludur.

8- Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 05.07.2023 tarihli, 2022/1-535 E. ve 2023/312 K. Sayılı Kararı

İnceleyeceğimiz karar; gerçekten de cesetsiz cinayet dosyalarını ilgilendiren, ancak sübut bakımından salt çoğunluğun öne çıktığı, hatta aynı sorunların suçun unsurlarında da yaşandığı, Başkan dahil toplam 25 üyenin iştirak ettiği, sonuçta 13’e 12 oyçokluğu ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının CMK m.308 gereğince yaptığı itirazın reddedildiği ilginç bir dosya hakkında verilmiştir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu Karar Yeter Sayısı:

Yeri gelmişken; mahkemelerin direnme ve Yargıtay Başsavcısının itiraz kanun yolu incelemelerini yapan Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun, yalnızca usule ilişkin değil, suçun sübutu ve unsurları bakımından da ilk oylamada 3’de 2 çoğunluğa göre karar verdiği, 3’de 2 çoğunluğun sağlanamadığı durumda üye toplam sayısının salt çoğunluğu ile ikinci oturumun yapıldığı, bunda ise nitelikli çoğunluğun aranmadığı, Genel Kurulun toplam sayısı olan 25’in katılması suretiyle ikinci toplantıda 13’e 12 yönünde çıkan oyla karar verildiği, ilk toplantıda diğer yönde çoğunluk sağlansa bile, 3’de 2 çoğunluk elde edilemediğinden, karar görüşmesinin ikinci toplantıya kaldığı, bu durumda ikinci toplantıda konu sübut veya unsur tartışması olsa dahi, salt çoğunluğun esas alındığı, ortaya şeklen doğru, fakat maddi hakikate ve adalete ulaşılması bakımından bilhassa İspat Hukuku yönünden sakıncalı sonuçların çıkabildiği, bu durumda Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun karar toplantılarında üye tamsayısı ile toplanmanın yanında, en azından suçun sübutu ve unsurları tartışmalarının ikinci karar oylamasında da toplam sayının 3’de 2’sinin karar verme çoğunluğu olarak kabul edilmesinin isabetli olacağı, aksi halde ilk oylamada farklı, fakat nitelikli çoğunluk arandığından karar çıkamayıp da toplantının iki hafta sonraya bırakılıp, Ceza Genel Kurulu tekrar toplandığında bu defa salt çoğunluk, yani toplam katılan sayısının yarısından bir fazlası ile karar verileceğinden, bu defa ilk toplantıda elde edilen, fakat karar sayısı için yeterli olmayan bir görüşün tersine bir görüşün 13’e 12 veya birbirine yakın farkla çıkabileceği tartışmasızdır.

Kurulda en azından suçun sübutu ve unsurları ile ilgili konularda nitelikli çoğunluğun aranması, yani 25’in 3’de 2’si olan en az 17’nin karar yeter sayısı olarak ikinci toplantı bakımından da aranmasının isabetli olacağı, bu konuda 2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun “Hukuk ve Ceza Genel Kurulları:” başlıklı 7. maddesinde değişikliğe gidilmesinin gerekli olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.

Kararla ilgili somut olaya döndüğümüzde;

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı; hükümlü A.D.’nin kolluk ifadesinde, Cumhuriyet Savcısına verdiği ifadede ve sorguda, hükümlü Selami’nin ise soruşturmada müdafileri huzurunda verdiği ifadelerin birbirleri ile uyumlu olduğu ve oluşa uygun kabul edildiği, hükümlü Hasan’ın hükümlü A.D. ile cinsel birliktelik yaşadığı, hükümlü Selami’nin ise A.D.’nin komşusu olduğu, A.D.’nin Hasan dışında da birçok erkekle cinsel ilişkide bulunduğu, bu ilişkiler sonucunda A.D.’nin hamile kaldığı ve bunu herkesten gizlemeye çalıştığı, Hastanede kız çocuğu dünyaya getirdiği, A.D.’nin bebeği bir türlü kabullenemediği, bir anne olarak bebeğe karşı olan yükümlülüklerini yerine getirmekten imtina ettiği, arkadaşının evinde bebekle başkalarının ilgilendiği, tanıkların bebeğin bakımı ile ilgilenmesi için hükümlü A.D.’ye telkinde bulundukları, ardından A.D.’nin ailesi ile birlikte yaşadığı evine taksi ile gittiği, evde kimsenin olmaması üzerine bir süre beklediği, ardından aniden verdiği kararla bebeğini boğarak öldürdüğü, akabinde cesedin ortadan kaldırılmasının temini için diğer sanıklarla cep telefonu vasıtasıyla randevulaştıkları, bu yerde buluştukları, A.D.’nin yardım istediği ve diğer sanıkların bunu kabul ettikleri ve sonrasında tüm araştırmalara rağmen tespit edilemeyen bir yere bebeği gömdükleri olayda, A.D. dışında kalan sanıkların delil yetersizliğinden beraatlarına karar verilmesi gerekirken, delillerin takdirinde yanılgıya düşülmek suretiyle çocuğa ve beden bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı kasten öldürme suçundan mahkumiyetlerine karar verilmesinin hukuka aykırı olduğu gerekçesi ile CMK m.308 uyarınca Başsavcı itirazı yoluna başvurmuştur.

İtiraz incelemesi; nitelikli kasten insan öldürme suçundan verilen mahkumiyet hükmü özel dairenin düzelterek onama kararı ile kesinleşen A.D. yönünden değil, diğer sanıklar yönünden yapılmıştır.

18.10.2012 tarihli ifade tutanağında; inceleme dışı hükümlü A.D.’nin bir bebeğinin olduğunu, ardından bebeğin aşısının yapılmasının gündeme geldiğini, bebeğini Doğum Evine götürdüğünü, bebeğin susuz kaldığının ve çok yaşamaz denildiğini, bir gün sonra eve döndüğünü, daha sonra bebeğini uyuttuğunu, bebeğin uykuda öldüğünü ve köye gömdüklerini beyan ettiği anlaşılmıştır.

Dosyada; doğumun olduğuna dair Samsun Devlet Hastanesi kayıtlarının olduğu, A.D.’nin çocuğun annesi gözüktüğü, aşısı yapıldıktan sonra bebeğin taburcu edildiği anlaşılmaktadır.

İnceleme dışı hükümlü A.D.’nin bebeğin gömüldüğü köy mezarlığında yapılan incelemeden bir sonuca varılamadığı, yine Samsun Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesinde annenin ve bebeğin herhangi bir kaydına rastlanılamadığı, Bafra Belediyesi çöp döküm alanında yapılan araştırmada da bebeğin cesedine rastlanmadığı, bebeğin bulunması ve başına ne geldiğinin belirlenebilmesi için ayrıntılı saha çalışmalarının yapıldığı, yine sanıklardan Selami’nin bu olayda suçsuz olabileceğine dair bazı yazışmaların olduğu, A.D.’nin ve Selami’nin bebeği Yakıntaş köyünün su deposu yakınında bulunan ormanlık alana gömüldüğünü beyan ettikleri, A.D.’nin bir dilekçesinde hükümlü Selami’nin de her şeyden haberdar olduğunu belirttiği, bebeğin gömüldüğü yer olan köyün su deposu civarında inceleme ve araştırma yapıldığı, Selami’nin sürekli aynı yeri gösterdiği, bebeğin oraya gömüldüğünü belirttiği, A.D. ve bebeği olduğu halde Selami ile Hasan’ın bebeğin gömüldüğünü söylediği yere geldikleri, sanık Hasan’nın ise kendisine iftira atıldığını, bu olaya dahil olmadığını ifade ettiği, iş makineleri ile yapılan kazı çalışmaları sonucunda bebeğin cesedine ulaşılamadığı, A.D.’nin doğumdan sonra bebeğin rahatsızlandığını ve Samsun Devlet Hastanesine götürdüğünü, bebek bir gün müşahede altında tutulduktan sonra Hastaneden ayrıldığını, bebeğin susuz kaldığı için yaşamayacak dediklerini ve Hastaneden taburcu olduktan sonra bebeğin öldüğünü söylediği, Aile Sağlığı Merkezinde aile hekimi olarak görev yapan tanığın aşı için bebeğe ulaşmaya çalıştığı, anne A.D.’nin konuşmalarından ve hareketlerinden şüphelendiği ve bunun üzerine şüpheli ölüm olabileceği sebebiyle durumu ilgili mercie bildirdiği, anne A.D.’nin dinlenen akrabalarından baba N.D.’nin, A.D.’nin öz kızı olduğunu, hamileliğini fark etmediğini, bebeğini de eve getirmediğini, konu hakkında hiçbir bilgisinin olmadığını söylediği, yine soruşturma aşamasında dinlenen kişilerden alınan bilgilere göre A.D.’nin üst kat komşusu olan hükümlü Selami ile çok samimi olduğu,

Tanık B.’nin inceleme dışı hükümlü A.D.’nin arkadaşı olduğu, bebeği ile kendisine geldiğini, bebeğinin olduğunu ve Yusuf adlı birisinden hamile kaldığını, evlendiğini fakat henüz nüfus cüzdanını değiştirmediğini, çocuğun aşı kartında baba adının M.C. yazdığını görüp sorması üzerine Yusuf’un diğer ismi olduğunu, çocuğun mamasının ve kıyafetinin olmadığını, sürekli ağladığını, bebeğin evde ayrıldığı sırada kesinlikle yaşadığını, bebeği hastane çarşafına sardığını, 5 veya 6 gün sonra mesaj atarak bebeğin nasıl olduğunu A.D.’ye sorduğunda, kendisinden bebeğin su yetmezliğinden öldüğüne dair mesaj geldiğini söylediği, bir kısım tanığın A.D.’yi tanıdıklarını, fakat bebek hakkında bilgi sahibi olmadıklarını belirttiği, dosya kapsamında soruşturma ve kovuşturma aşamalarında birçok kişinin dinlendiği,

A.D.’nin 19.10.2012 tarihinde yanında müdafii bulunmaksızın kollukta alınan ifadesinde bebekle ilgili safahatı anlattığı, Hastaneden taburcu olduktan sonra babasının ikametinde bebeğinin öldüğünü ve Iğdır köyünde gömdüklerini söylediği,

20.10.2012 tarihinde müdafii huzurunda kollukta alınan ifadesinde; 19.10.2012 tarihli ifadesini tekrarla, tanık Yusuf ile görüştüğünü, bebeği olduğu için ailesinden korktuğunu, bebeğini Hastaneden verilen nevresimle ağzına bastırarak boğduğunu, 4 veya 5 dakika hareket eden bebeğin sonrasında hareketsiz kaldığını, ardından bebeğini poşete koyduğunu ve çöp poşeti gibi sokakta bulunan konteynere bıraktığını, bu olayın ardından aşı için arayan Aile Sağlığı Merkezinde bulunan hemşireye bebeğini su yetersizliğinden kaybettiğini ve köye gömdüklerini söylediği, yine ardından değişen ifadeler verdiği, bebeğin babası ile ilgili farklı isimler verdiği,

20.10.2012 tarihinde bu defa Savcılıkta, kollukta verdiği ifadeden farklı bir beyan verdiği, cinsel ilişkiye girdiği farklı bir ismi zikrettiği, doğum yaptığı ve doğumdan sonra bebeği ile birlikte Hastaneden ayrıldığını, daha önceden tanıdığı bir taksicinin kendisini ve bebeğini, ailesi ile birlikte yaşayan tanık B.’nin evine götürdüğünü, ardından arkadaşının evinden bebeği ile ayrıldığını, ağlayan bebeğini ağzına ve burnuna bebeğin sarılı bir bezle bastırdığını, sonunda bebeğin hareketsiz kaldığını, ardından da bir poşetin içinde bebeği çöp konteynerinin içine attığını beyan ettiği,

Sorguda Savcıya verdiği ifadeyi aynen tekrar ettiği, cinsel ilişkiye girdiği kişinin Sinan olduğunu, bebeği dünyaya getirdikten sonra bebekle birlikte arkadaşına geçtiğini, sonrasında bir cahillik yaparak boğarak yaşamına son verdiğini ve çöp konteynerine attığını söylediği, yine inceleme dışı hükümlü A.D.’nin bir kısım değişkenlik gösterse de benzer ifadeler verdiği, fakat Savcıya verdiği bir başka ifadesinde bebeği Yusuf’un kendisini döverken bebeğini düşürdüğünü, düştüğü sırada bebeğin altında kaldığını, bebeğinin öldükten sonra bir poşet koyarak bebeği çöp konteynerine attığını, bebeğini muhtemelen Yusuf’un darbeleri nedeniyle bebeğinin üzerine düşmesi sonucunda hayatını kaybettiğini, Yusuf’tan korktuğu için daha önce farklı isimler verdiğini, Yusuf’tan hamile kaldığını ve Yusuf’tan şikayetçi olduğunu söylediği, ardından yine değişen ifadesinde Savcıya bebeğini emzirip araçta bıraktığını, ardından bebeğine ne olduğunu bilmediğini, sanıklar Selami ve Hasan’ın bebeğine bir şey yapmış olabileceklerini söylediği, ardından yine Savcıya verdiği ifadesinde sanıklar Selami ve Hasan’ın bebeğini öldürdüklerini ve ardından sanık Selami’nin kendisine “bebeğini ortadan kaldırdık, sen Hasan’ın dediklerine kulak ver” dediğini söylediği, her ikisinden de şikayetçi olduğu, Mahkemede ise sanıklardan üst komşusu olan Selami ile cinsel ilişkiye girmediklerini ve gezdiklerini, Selami’nin kendisini sanık Hasan’la tanıştırdığını, öncesinde hamile olduğunu, ardından Selami ve Hasan’ın çocuğunu kendisinden alıp kaybettiklerini söylediği,

Sanık Selami kolluk ifadesinde; inceleme dışı hükümlü A.D.’yi tanıdığını, bu şahsın ambulansla hastaneye kaldırıldığını duyduğunu, hamileliğinden haberdar olmadığını, sonrasında A.D.’nin doğum yaptığını öğrendiğini, bunun dışında bilgisinin olmadığını söylediği,

Yine Savcılığa verdiği ifadede A.D.’nin hamileliği ile ilgili farklı bir anlatımda bulunduğu, kolluğa verdiği bir ifadede ise A.D. ile aynı apartmanda oturduklarını, bu şahsın ailesi ile birlikte oturduğu evi boyadığını, A.D. ile cinsel ilişkiye girmediğini, ancak başkalarıyla cinsel ilişkiye girdiğini bildiğini, hamile kaldığı halde cinsel ilişkiye girdiğini duyduğunu, ardından A.D.’nin doğum yaptığını öğrendiğini, sonrasında A.D.’nin kucağında gök mavi renkli, kundağa sarılı bebeği ile geldiğini, A.D.’nin Hasan ile birlikte geldiğini, bebeğinin öldüğünü ve Hasan’ın kendisine bebeği gömeceklerini söylediğini, Hasan’ın kullandığı araçla Yakıntaş köyüne bebeği gömdüklerini beyan ettiği,

Sonra yine Savcılıkta verdiği ifadesinde benzer anlatımlarda bulunduğu, A.D.’nin hamile kaldığını anladığını, buna rağmen erkeklerle tanışmaya devam ettiğini, muhtemelen para karşılığı ilişkiye girdiğini tahmin ettiğini, doğum yaptıktan sonra Hasan’la birlikte kucağında bebek olduğu halde kendisini almaya geldiklerini, Hasan’ın gösterdiği Bakırpınar köyünün üst tarafından bulunan su deposuna gittiklerini, aracın Hasan’ın kullandığını, yolda kendisine ve A.D’ye bebeği gömeceklerini söylediği ve bebeği gömdüklerini söylediği, bebeğin kim tarafından nasıl öldürüldüğünden haberdar olmadığını beyan ettiği,

Sorguda Savcılıkta verdiği ifadesinin doğru olduğunu, inceleme dışı A.D.’yi aradığını belirttiği, Mahkemede ise A.D.’nin çocuğunun öldürülmesi ve gömülmesi ile ilgili anlatımın doğru olmadığını, Hasan’ın beyanının doğru olduğunu, A.D.’yi Hasan ile kendisinin tanıştırdığını, A.D.’yi başkaları ile de tanıştırdığını, A.D.’nin hamile olduğunu bildiğini söylediği,

Sanık Hasan ise; bebeğin annesi inceleme dışı hükümlü A.D. ile sosyal medyadan tanıştığını, cinsel ilişkiye girmediklerini, sadece öpüştüklerini, hamile olduğunu ve çocuk doğurduğunu bilmediğini, A.D.’nin ikametinin üst katında oturan Selami’ye gittiğini bildiğini, Selami’yi birlikte cezaevinde yattıkları için tanıdığını, Selami ile A.D.’nin birlikte olduğunu bildiğini, sonra kollukta verdiği ifadede A.D. ile tanıştığını, ateşli silahla haciz sırasında avukatı yaraladığı için cezaevine girdiğini, bu sırada Selami ile tanıştığını, Selami’nin A.D.’nin erkeklerle ilişkiye girdiğini söylediğini, fakat kendisinin rahim ameliyatı olduğunu söyleyen A.D. ile ilişkiye girmediğini, hamile olduğunu hiç fark etmediğini, A.D.’nin doğum yaptığını da polisten öğrendiğini, Yakıntaş köyü su deposuna hiç gitmediğini, Selami ile A.D. ile de olay günü bir araya gelmediklerini, Selami’nin de niye aleyhine beyanda bulunduğunu anlayamadığını,

Ardından Savcılıkta verdiği ifadede sanık Selami’nin kendisini A.D. ile tanıştırdığını, A.D. ile Selami’nin iddia ettikleri gibi bebek gömmediğini, haberdar da olmadığını, olay gecesi ile A.D. ile buluşmuş olabileceğini, fakat sadece dolaştıklarını, olay günü gecesi aracından bindiğinin doğru olduğunu, ancak A.D.’nin bebeğinin yanında olmadığını söylediği, sorguda kendisine iftira atıldığını söylediği, Mahkemede A.D. ile Selami vasıtasıyla tanıştığını, hamileliğini bilmediğini, A.D. ile görüştüğünü fakat hamile olduğunu anlayamadığını, hiçbir şekilde bebeği bilmediğini ve bebeğe zarar vermediğini, A.D.’nin babasının kendisinden para almaya çalıştığını savunduğu,

Sanıkların ve tanıkların beyanlarına dayalı bu anlatım sonrasında; inceleme dışı A.D.’nin Bafra Devlet Hastanesinde dünyaya getirdiği, babası belli olmayan bebeğini, doğumdan iki gün sonra buluştuğu sanıklar Hasan ve Selami ile birlikte öldürüp gömdüklerinin iddia edildiği, olayın bebeğe aşı için ulaşamayan aile hekimi ve ebenin tuttukları 18.10.2012 tarihli tutanağı Cumhuriyet Başsavcılığına bildirdikleri, bu tutanağa istinaden soruşturma açıldığı, ilgili hastanelere yazılar yazıldığı, gerçekten de A.D.’nin bir bebek dünyaya getirdiği, aşamalarda alınan ifadesinde A.D.’nin süreci anlattığı, önce bebeğini öldürdüğünü ve çöp konteynerine attığını söylerken, ilerleyen aşamada diğer sanıkları suçladığı, tarafların birbirlerini tanıdıklarının anlaşıldığı, aşamalarda değişen bayanlarına göre bebeğin kendisi veya diğer sanıklar tarafından öldürülüp değişkenlik gösteren yerlerden birine gömüldüğünün söylendiği, ancak tüm aramalara rağmen bebek cesedinin bulunamadığı, A.D.’nin önce kendisini suçladığı, yani ikrar ettiği, fakat ardından diğer sanıkları suçladığı, sanıklardan Selami’nin bebeği öldürmediğini, fakat bebeğin öldükten sonra Hasan’la birlikte gömülmesine yardımcı olduğunu belirttiği, Hasan’ın ise bebeğin öldürülmesine ve gömülmesine dair suçlamaları reddettiğinin anlaşıldığı,

İnceleme dışı hükümlü A.D.’nin, sanık Selami’nin aynı yeri göstermesi, Selami ile A.D.’nin çocuğun sağ olduğuna dair birbiri ile uyumlu Savcılık ifadeleri, sanık Hasan’ın atılı suçlamayı reddetmekle birlikte olay gecesi diğer sanıklarla birlikte olduğunu söylediği halde bunun nedenini açıklayamadığı, tüm bu sebeplerle her üç sanığın bebeğe yönelik nitelikli kasten öldürme suçunu işlediklerini sabit olduğuna oy çokluğu ile Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun karar verdiği ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcının itirazını reddettiği,

Çoğunluk görüşüne katılmayan Sayın Kurul Başkanının; A.D.’nin bebeğinin olduğunu ve sonrasında anlatımına uygun olarak bebeğin A.D. tarafından öldürüldüğünü kabul ettiği, fakat suçun konusu insan olduğundan, maddi olayın tespiti bakımından öldüğü iddia edilen kişinin cesedinin bulunması gerektiği, bunun ölüm sebebinin tespit edilmesi ve en azından ölümün gerçekleşip gerçekleşmediğinin tespiti bakımından önem taşıdığı, bebeğin öldüğü iddia edilen günden itibaren yaklaşık 12 yıl geçtiği halde bebeğin akıbeti ve sağ olup olmadığına dair iz ve emareye rastlanmadığı, bu nedenle dosya kapsamında mevcut diğer delillere göre ölüm olayının kabulünde isabetsizlik görülmediği,

Sanık Selami’nin, bebeğin öldürülmesi suçunu kabul etmediği gibi, böyle bir suça da iştirak etmediğini söylediği, sadece diğer sanık Hasan’ın talebi üzerine Bakırpınar köyü Meşelik ormanına bebeğin cesedinin gömülmesine yardımcı olduğu, Selami’nin bir Savcılık ifadesinde A.D.’nin bebeği ile geldiğinde sağ olduğunu, sonrasında A.D.’nin bebeği emzirmek için aracın arka koltuğuna geçtiğini ve bebeğin öldüğünü söylediğini, sonra birlikte gömdüklerini beyan etmiş ise de kovuşturmada bu ifadesinden döndüğü,

Hasan’ın ise tüm aşamalarda; A.D.’yi tanıdığını, duygusal yakınlığını olduğunu, ancak cinsel ilişki yaşamadığını, ölen bebeğin de kendisine ait olmadığını, A.D.’nin avukatı ile bir dava nedeniyle husumetli olduğunu, kendisine iftira atıldığını söylediği,

Yapılan HTS incelemesinde A.D.’nin Selami’yi aradığı, sonrasında Hasan’a ait telefondan yine Selami’yi aradığı, sanıklar A.D. ve Hasan’ın yaklaşık 1 saat aynı mahalleden sinyal verdiğinin tespit edildiği, Hasan’ın A.D.’nin kullandığı telefona “olan Selami’ye oluyor” şeklinde mesaj attığı, Yargıtay Başsavcısının A.D. dışında diğer sanıklar için mahkumiyete yeterli delil olmadığından bahisle itiraz ettiğinin görüldüğü, ceza yargılamasının amacının maddi hakikate ulaşma olduğu, vicdani kanaatin keyfi kullanılmayacağı, bunun en büyük güvencesinin de gerekçe gösterme zorunluluğunun teşkil ettiği, şüphenin sanık aleyhine değil lehine kullanılabileceği, bunun suçsuzluk/masumiyet karinesine dayandığı, tam olarak aydınlatılmamış olay ve iddialardan hareketle şüphe sanık aleyhine yorumlanıp mahkumiyet hükmü kurulamayacağı, somut olayda yeni doğan bebeğin ölüm nedeninin doğal olmayan zorlama ölüm olduğu, ölüm tarihi ve suça konu fiilin hangi fail veya failler tarafından ne şekilde gerçekleştirildiği yönünde kesin bir tespitin yapılamadığı, A.D.’nin tüm aşamalarda beyanının çelişkili olduğu, A.D.’nin 25.02.2013 tarihli Savcılık beyanı esas alınarak mahkumiyet hükmünün kurulduğu, sanık Hasan’ın hiçbir aşamada suçlamayı kabul etmediği, Selami’nin bebeğin öldürülmesine iştirak etmediği, ancak Hasan’ın talebi doğrultusunda bebeğin gömülmesine yardımcı olduğunu belirttiği, ceza muhakemesinde ikrarın önemli bir delil olduğu, mahkumiyet hükmü kesinleşen A.D.’nin suça konu fiili kendisinin gerçekleştirdiğini beyan ederek bebeği çöp kutusuna attığını söylediği, sonrasında ikrarından vazgeçerek bebeği diğer sanıklara verdiğini ve bu sanıkların bebeği öldürerek gömdüklerini söylediği, somut olayda sanıklardan birisinin suçu birlikte işlediğine dair ikrarda bulunmasının diğer sanıklar aleyhine de delil olacağı kuşkusuz ise de, beden parçası veya mezar yeri belirtisi veya giysi parçalarına ilişkin tespit olmaksızın ve makul neden gösterilmeksizin birbiri ile çelişkili ikrarın samimiyetinden bahsetmenin mümkün olmayacağı, Selami’nin  ikrar niteliğinde beyanının samimi olduğu kabul edilse de, bunun öldürmeye değil suç delillerinin gizlenmesine yönelik olduğu, öldüğü anlaşılan bebeğin anne tarafında çöp kutusuna atılması sonucunda cesede ulaşılamamasının mümkün olduğu, şüpheden sanık yararlanır ilkesi gözetilerek, sanıların mahkumiyetleri için yeterli her türlü şüpheden uzak delil olmadığı halde şüpheli şekilde ölen bebeği gömmek suretiyle suç delillerini gizledikleri anlaşılan sanıkların bu suç yerine nitelikli insan öldürme suçundan mahkumiyetine dair çoğunluk görüşüne iştirak etmediği,

Görülmektedir.

Çoğunluk görüşüne katılmayan 11 Genel Kurul üyesi de lehlerine Başsavcı itirazı yapılan iki sanığın atılı suçu işlediklerine dar görüşe katılmadığı ve ret yönünde görüş ortaya koyduğu anlaşılmakla, Genel Kurulu kararı 13’e 12 verilmiştir.

Görüldüğü üzere; Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun incelemesine konu olayda bebeğin öldüğünün kabul edildiği, inceleme dışı hükümlü A.D.’nin bebeğin ölümü ile ilgili anlatımda bulunduğu, bu anlatımın başta kendi aleyhine olduğu, sonrasında bebeğin diğer iki sanık tarafından öldürülüp gömüldüğünün söylendiği, diğer iki sanığın öldürme suçunu kabul etmedikleri, sadece Selami’nin gömme işlemine Hasan’ın isteği üzerine katıldığını söylediği, her ne kadar bebek cesedi bulunmasa da, bebeğin Hastanede doğduğu, A.D.’nin özel hayatında farklı erkeklerle ilişkilerinin olduğunun anlaşıldığı, sanıklardan Selami’yi üst komşusu olması sebebiyle tanıdığında ve samimiyetlerinin olduğunda tereddüt olmadığı, Hasan ile de samimi bir tanışıklarının ve gönül ilişkilerinin olduğunun anlaşıldığı, ortada bebeğe ait kalıntı veya eşya olmasa da, bebekten uzun süre haber alınamadığının anlaşıldığı, bu şekilde ve özellikle anne A.D.’nin anlatımıyla cesedi bulunamayan bebeğin ölümünün kabul edilmesi gerektiği, fakat kim tarafından nasıl öldürüldüğü hususunda soruşturma aşamasında A.D.’nin oluşa uygun anlatımının bulunduğu, bu nedenle somut olaya uygun düşen A.D.’nin kendi aleyhine ikrarının delil olarak kullanılabileceği, çünkü bir kısım ifadesinin usule uygun alındığının anlaşıldığı, ancak ilerleyen aşamada hemen tüm ifadeleri ile savunmaları çelişkili olan A.D.’nin diğer sanıkları suçladığı, diğer sanıkların ise bu suçu kabul etmedikleri, bu durumda neden A.D.’nin diğer sanıkları suçladığına açıklık getirmesi gerektiği, başta suçunu ikrar eden A.D.’nin ceza alma endişesi ile kendisinin bebeği öldürmediğini, diğer sanıkların öldürdüğünü söylediği, A.D.’nin sırf bu çelişkili ifadelerinden hareketle diğer sanıkların bebeği kasten öldürme suçundan sorumlu tutulmasının maddi hakikate, adalete ve CMK m.223/5’e aykırı olduğu, bu delillerin diğer iki sanık hakkında mahkumiyet kararı verilmesine yetmeyeceği kanaatinde olduğumuzu belirtmek isteriz.

Ceza Genel Kurulu kararı incelendiğinde; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının itirazının, hükümlülerden Hasan’ın ve Selami’nin üzerlerine atılı çocuğu ve beden bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiyi kasten öldürme suçunu işlediklerine dair mahkumiyetlerine yetecek, her türlü şüpheden uzak, hükümlü A.D.’nin her aşamada farklılık gösteren ve kendisini cezadan kurtarmaya yönelik beyanları ile birlikte, soyut delil niteliği taşıyan iletişimin tespiti tutanakları dışında mahkumiyetlerine yeterli, her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı kanıtlar bulunmadığından bahisle, bu hükümlülerin CMK m.223/2-e uyarınca beraatlarına karar verilmesi gerekirken, mahkumiyetlerine karar verilmesinin hatalı olduğuna dayandığı görülmektedir.

Yargılama safahatında şüphelilerden, bilgi sahibi olanlardan, tanıklardan ve sanıklardan alınan ifadelerin, savunmaların, arama tutanaklarının sıralı olarak özetlerine yer veren Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun, bu beyan ve diğer dolaylı delillerle ilgili değerlendirme yapmaksızın, alt alta sıralayarak bir dosya özeti yaptığının görüldüğü, tanık ve taraf beyanlarına dayanılarak maddi vaka anlatımında bulunduğu, bilhassa inceleme dışı A.D.’nin ve lehlerine Başsavcı itirazı yapılan hükümlülerin beyan özetlerinin Ceza Genel Kurulunun gerekçeli kararında sıralı olarak yer aldığı, yine Sayın Genel Kurulun somut olayda hukuki nitelendirme yaptığı kısımda, dosya içeriğine ve alınan beyanlara göre maddi vaka anlatımı ortaya koyan olayın oluşuna dair bir anlatım ortaya koyduğu, bilhassa cep telefonunun iletişim tespiti kayıtlarından hareketle yer belirlemesi yaptığı, ancak cesedi, cesede ait bir kalıntı veya eşyası bulunmayan bebek üzerinde durulmadığı, bebeğin öldüğünü, öldürüldüğünü kabul ettiği, ancak inceleme dışı A.D.’nin ve diğer hükümlü Selami’nin anlatımlarına göre ölüm sebebi ve şekli bakımından hangi beyana ve ikrara üstünlük verdiğini açıklamadığı, tarafların iştirak halinde hareket etmediklerini söyledikleri, yargılamanın başında ikrarda bulunan A.D.’nin daha sonra diğer iki hükümlüyü suçladığı, Selami’nin ise A.D.’yi suçladığı ve cesedin ortadan kaldırılması hususunda kendisinden yardım isteyen Hasan’a yardım ettiğini söylediği, yine Hasan’ın da hiçbir aşamada bebeğin öldürülmesine ve/veya cesedin ortadan kaldırılmasına dair iddiaları kabul etmediği bir durumda, ortada ceset ve kimin öldürdüğüne dair somut delil bulunmadan, sanığın nitelikli insan öldürme suçundan mahkumiyetine karar verilmesinin hatalı olduğu, Ceza Genel Kurulunun değerlendirmesinin ve kararının yalnızca tarafların kendi içlerinde ve birbiri ile çelişen anlatımlarından ibaret olduğu, kararda hukuki tartışmanın yapılmadığı, A.D.’nin beyanlarının çelişkiden ziyade her bulunan yeni delil üzerine aşamalarda ortaya çıkan anlatımlardan ibaret olduğu, yüzleştirme ve yer gösterme işlemleri, HTS kayıtları ve inceleme raporu, tarafların birbirlerini tanımaları, bebeğin hangi anda sağ olduğuna dair çelişkili anlatımı, sanıkların olay gecesi neden bir araya geldiklerine dair yeterli açıklamada bulunmadığı, tümü birlikte değerlendirildiğinde, Başsavcı itirazının reddine karar verildiği, cesetsiz cinayet tartışmasının yapılmayıp, bebeğin cesedinin yapılan aramalara rağmen bulunamaması üzerine, bilhassa anne A.D.’nin anlatımı ile bebeğin öldüğünün ve öldürüldüğünün kabul edildiği, beyanlara üstünlük verilecekse hükümlü Selami’nin beyanlarına göre cesedi bulunamayan bebeğin anne tarafından öldürüldüğünün anlaşılabileceği,

Bizce aşamalarda elde edilen yeni delillere göre A.D.’nin değişen ifadelerinden ziyade, açıkça kendi içinde ve birbiri ile çelişkili, sonrasında da kendisini suçlamadan kurtarmaya yönelik beyan ve savunmalarını bu durumda çoğunluk görüşüne katılmayan Sayın Ceza Genel Kurulu Başkanının muhalefet görüşüne katılmanın isabetli olacağı, çünkü İspat Hukukunun izlediği itham sistemine göre şüpheden sanık yararlanır ilkesi kabul edildiği gibi, Anayasa m.138/1 ve CMK m.217 uyarınca, vicdani delil sisteminde önceliğin kanunlara ve delillere verilmesi gerektiği, bu nedenle CMK m.223/2-e’nin ve özellikle de m.223/5’in kabul edildiği, suçsuzluk/masumiyet karinesinin varlık sebebinin de bu ilke ve hükümler olduğu, cesedi bulunamayan bebekten dolayı anne A.D.’nin yanında diğer sanıkların da mahkum edilmelerinin asıl dayanağının somut delil ve şüphenin yüzde yüz sanıklar aleyhine yenilmesinden ziyade, vicdan ve bu şekilde cesedin kaybedilmesi suretiyle cezasızlık algısının topluma yerleşmesinin ve suç işleme eğiliminde olanların cesaretlendirilmemesi için kabul edildiğinin anlaşıldığı, ancak bunun somut olayda lehlerine Başsavcı itirazı yapılan iki hükümlü bakımından hukuki olmadığı, anlatımlara, oluşa ve diğer delillere göre bu hükümlerin en fazla TCK m.281’de düzenlenen suç delillerini ortadan kaldırma, gizleme veya değiştirme suçundan dolayı mahkumiyetlerine karar verilebileceği, tüm bu sebeplerle ceset bulunmadan, sırf anlatımlara dayalı verilen mahkumiyet kararının -her ne kadar bu konuya ceset bulunamadığından temkinli yaklaşsak da- anne A.D. bakımından dikkate alınabileceği, fakat diğer sanıklar bakımından nitelikli insan öldürme suçu yönünden kararın hatalı olduğu, 2. oturumda 13’e 12 çoğunlukla verilen kararda maddi hakikate ve adalete ulaşılamadığı düşüncesindeyiz.

9- Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 06.05.2019 Tarihli, 2018/4147 E. ve 2019/2525 K. Sayılı Kararı

Yargıtay 1. Ceza Dairesi tarafından oy çokluğu ile verilen bozma kararı incelendiğinde; amcasının oğlu olan sanıkla ailesinin baskısı nedeniyle evlenen maktulenin henüz düğünü yapılmadan evden kaçtığı, sanıkların maktuleyi yaklaşık 20 gün aradıkları, bu işin bir namus meselesi olduklarını söyleyerek, etrafa maktuleyi sordukları, ardından maktulenin yerini buldukları, maktulenin bulunduğu eve gidip onu almak istediklerinde, tanıkların maktuleyi gelen sanıklara vermeyeceklerini söylemeleri üzerine maktulenin babası sanık ile birlikte bir diğer sanığın eve geldiği, maktuleye bir kötülük yapılmasından endişe duyan tanıkların maktuleyi polis merkezine götürdükleri, reşit olan maktulenin babası ile birlikte gitmek istediğini söylediği, bunun üzerine Yüksekova ilçesinden Hakkari’de bulunan evlerine gece vakti döndükleri, sanığın maktuleye evden kaçtığı için bağırıp çağırdığı, kimse ile birlikte olmadığını söyleyen maktulenin doktora götürülüp muayene edilmek istendiği, bunun üzerine kimse ile birlikte olmadığını söyleyen maktulenin aksi bir durum tespit edilirse kendisini öldürebileceklerini söylediği, ancak sanıkların maktuleyi Sülük göleti civarına götürerek öldürdükleri ve cesedini ortadan kaldırdıklarının anlaşıldığı, bu nedenle sanıkların nitelikli insan öldürme suçundan cezalandırılmaları yerine, oluşa uygun düşmeyen hatalı gerekçelerle beraatlarına karar verilmesine dair kararın bozulduğu, fakat oy çokluğu ile verilen kararda hangi somut delillerle maktulenin öldüğünün, ne şekilde ve hangi sebeple öldürüldüğünün kabul edildiğinin, hangi somut delillere göre şüphenin yüzde yüz aleyhlerine yenilerek mahkumiyetlerine karar verilmesi yönünde bozma kararı verildiğinin de anlaşılamadığı, cesetsiz cinayet üzerinde tartışmanın yapılmadığı,

Sayın Üyenin karşı oy yazısında ise; sanıkların hangi delillere dayanılarak suçlarının sübut bulduğunun bozma kararında belirtilmediği, dosya incelendiğinde sanıklar aleyhine sübut delili olarak yalnızca Vicdan Sahibi adlı gizli tanık ile maktulenin kız kardeşi sanığın kızı ile sanıkların öz yeğeninin olduğunun anlaşıldığı, gizli tanığın nasıl dinleneceğinin CMK m.58’de ve 7260 sayılı Tanık Koruma Kanunu’nun 9. maddesinde belirtildiği, gizli tanığın dinlenmesi sırasında usuli güvencelerin sağlanması ve savunma hakkının kısıtlanmaması gerektiği, tanığın hangi hallerde naip hakimce dinlenebileceğine ilişkin usulün CMK m.180’de ve bunun dışında kalan hallerde tanık dinlenmesinin de CMK m.181’de açıklandığı, CMK m.188’e göre sanık müdafiinin duruşmada bulunmasının zorunlu olduğu, CMK m.201’e göre ise sanık müdafiinin doğrudan ve sanığın da mahkeme başkanı vasıtasıyla tanığa soru sorma haklarının bulunduğu, CMK m.215’de tanığın dinlenmesinden sonra sanık ve sanık müdafiine diyeceklerinin sorulması gerektiğinin düzenlendiği, gizli tanığın görüntüsü ve sesi başkalaştırılmak suretiyle duruşma salonu dışında, fakat sanık ve müdafiinin duruşma salonunda gizli tanığın beyanlarını takip edip ona soru sorma hakkının tanınması suretiyle usuli güvencenin sağlanması gerektiği, aksi takdirde gizli tanığın beyanının hukuka aykırı delil niteliği taşıyıp sanık aleyhine delil niteliği taşımayacağı, dosya incelendiğinde bu emredici usullere riayet edilmediği, tanığın, sanığın kızı ve diğer sanığın yeğeni olduğu, beyanı öğrenildiği takdirde kendisinin de öldürüleceğini söylediği, bunun üzerine sanıkların ve müdafilerinin hazır bulundurulmadan ve soru sorma hakkı tanınmadan hukuka aykırı olarak, sanık ve müdafilerinin bulunmadığı tarihte duruşma açılmak suretiyle dinlenildiğinin anlaşıldığı, tüm bu sebeplerle sanık ve müdafilerinin savunma hakkı kısıtlanarak verilen karar hukuka aykırı olduğundan, bozma kararına katılmadığını belirtmiştir.

Bozma kararı değerlendirildiğinde; cesetsiz cinayet tartışmasının yapılmadığı, ortada ceset veya kalıntısı olmadan bir kısım usule aykırı alınmış tanık anlatımlarına dayalı olarak maktulenin öldüğünün ve sebebi belirlenemeyecek şekilde sanıklar hakkında öldürüldüğünün kabul edildiği, muhtemelen İspat Hukukunun benimsediği itham sistemi ve şüpheden sanık yararlanır ilkesine,  CMK m.223/2-a, e’ye ve CMK m.223/5’e aykırı olarak bozma kararının verildiği, fakat bozma kararından deyim yerinde ise dosya içeriğinin ve neyin ne olduğunun anlaşılamadığı, sadece karşı oy yazısında geçen hangi delillerden hareketle suçun sübut bulduğunun bozma kararında belirtilmediği ve usule aykırı alınmış gizli tanık ve tanık beyanı ile mahkumiyet kararı verildiğinden, maktulenin gerçekten öldüğünün, hatta zorlamalı ölüm suretiyle öldüğünün ve bundan dolayı sorumlu olanların varsayıma dayalı olarak belirlendiği, yine Yargıtay’ın vicdani kanaati öne aldığı ve cesetsiz cinayet suçlarından ceza sorumluluğunun doğmayacağına dair bir kabulü engellemeyi amaçladığı, fakat İspat Hukuku kuralını gözardı ettiği, bu nedenle bozma kararında tespit ve ibarelerle sınırlı olmak üzere, beraat kararının yerinde olduğu, karşı oy yazısının bozma kararının hatalı olduğuna dair düşüncesinin dikkate alınması gerektiğini ifade etmek isteriz.

Yargıtay 1. Ceza Dairesi tarafından 06.05.2019 tarihinde verilen bozma kararı gerekçeleri ayrıntılı olmadığından, bozma kararı sonrasında ilerleyen süreci bilemediğimizden ve dosya içeriğini göremediğimizden cesetsiz cinayet tartışmasının, yani maktulenin gerçekten öldüğünün, ölüm sebebinin ve sorumlularının belirlenmesi tartışmasının yapılıp yapılmadığının anlaşılmadığını ve cesetsiz cinayet dosyalarına temkinli yaklaştığımızdan, bu konunun CMK m.223/5 uyarınca somut delillerle şüphenin yüzde yüz sanık aleyhine yenilmesi suretiyle sanığın mahkumiyetine karar verilebileceğine dair düşüncenin hukuki ve kanuni olduğunu ifade etmek isteriz.

10- Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 06.07.2007 Tarihli, 2006/7495 E. ve 2007/5580 K. Sayılı Kararı

Hediye’nin 22.05.2003 tarihinde evinden ayrıldığı, sonrasında kendisinden haber alınamadığı, ailesinin kayıp ihbarı üzerine yapılan aramalarda da Hediye’nin bulunamadığı, sanığın olaydan yaklaşık 2 yıl sonra kolluk güçlerine teslim olarak arkadaşı Onur’la birlikte Bursa’da adres sorma bahanesi ile Hediye’yi araca aldıklarını, arabayı kendisinin kullandığını, Bursa çıkışında tali yola saptıklarını, Onur’un Hediye’ye tecavüz ettiğini, arabanın plakasına bakması nedeniyle uçurumdan attığını, kendisinin olaya katılmadığını, ancak engelleme imkanı olmasına rağmen Onur’a da mani olmadığını beyan ettiği, sanığın yer göstermede bulunduğu, gösterdiği yerlerde yapılan aramalarda cesede rastlanmadığı gibi, ikrarından başka delil olmayan olayda, Onur’un sanığın anlatımlarını doğrulamadığından ve Hediye’nin öldürüldüğüne ilişkin atf-ı cürüm niteliği taşıyan ikrardan başka delil olmadığından, Hediye’nin öldürüldüğünün kesin olarak tespit edilemediğinden cesedin aranmasına devam edilmiş, sanığın yer göstermesine göre civarda bulunan yerleşim yerlerine ikamet edenlerin olaya ilişkin beyanlarına başvurulmaması bozmayı gerektirmiştir.

Bu olayda sanık Tuğra’nın işlemiş olduğu suçu gizlediği, delil ve emarelerini ortadan kaldırdığı ve kendisini cezadan kurtarmak amacıyla maktulü kaçırıp alıkoymaktan ve feri fail olarak öldürmeden yapılan yargılamasında mahkumiyetine karar verildiği, ancak Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin isabetli bir şekilde kayıp şahıs Hediye’nin makul sürede ve ayrıntılı şekilde aranmadığına, ölüp ölmediğinin belli olmadığına değindiği, ortada sadece atf-ı cürüm niteliğinde ikrar olduğu, diğer sanığın bu anlatımları doğrulamadığı, dolayısıyla öncelikle maktulenin yaşayıp yaşamadığının tespiti ile sonrasında elde edilen delillere göre inceleme yapılmadan sonuca varılamayacağı, çünkü Hediye’nin öldürüldüğünün tespiti bakımından cesedinin bulunmasının gerekli olduğu, bunun için Hediye’yi arama çalışmalarının devam etmesi gerektiği, ayrıca ölmüşse Hediye’nin cesedi yanında sanığın olay yerini göstermesine göre civarda ikamet edenlerinin de beyanlarına başvurulmasının gerekli olduğu, bu hususların bozma kararında belirtildiği, bu derece ağır ithamlardan dolayı kayıp şahsın öldüğünün ve başına ne gediğinin tespiti yapılmadan mahkumiyet kararı verilemeyeceği, aksi halde yarın birgün hayatta olan şahsın çıkıp gelebileceği, somut olayda Onur ile Tuğra’nın arasındaki münasebetin, husumet olup olmadığının da tespitinin gerektiği, yalnızca anlatımlardan hareketle mahkumiyet kararı verilemeyeceği, kaldı ki ortada cesedin de bulunmadığı, öncelikle cesedin veya kayıp şahsın öldüğüne dair kalıntıların bulunup ona göre ifadenin oluşa uygun olup olmadığının, sanığın kendisini korurken bir başkasını suçlayıp suçlamadığının belirlenmesi gerektiği halde, sırf yeterli veya kuvvetli şüpheden hareketle, yani hukuka uygun yol ve yöntemlerle elde edilmiş somut delillerle şüphe yüzde yüz yenilmeksizin mahkumiyet kararı verilemeyeceği düşüncesindeyiz.

Bu bozma kararı ile ilgili dosyanın akıbeti hakkında da bilgi sahibi olmadığımızı, bu nedenle incelemenin 06.07.2007 tarihli Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin bozma kararı ile sınırlı yapıldığını ifade etmek isteriz.

Genel Değerlendirme ve Sonuç

Yukarıda toplam 10 ana başlık altında cesetsiz cinayet ile ilgili olabilecek kararları inceledik.

Bu kararların 06.07.2007 tarihli olanları hariç, diğerlerinde cesetsiz cinayetten mahkumiyet kararı verilebileceği, ancak bunun için örtülü veya açık ikrarın ve oluşa uygun düşen tanık anlatımlarının, ayrıca bunları doğrulayan bir kısım yan delillerin olması gerektiği, cesedin veya kalıntılarının bulunamayışı ispat sorunu olsa da, yeteri kadar arama yaptıktan sonra sırf cesedin bulunamaması sebebiyle beraat kararı vermenin de vicdana aykırı olacağı, kasten insan öldürme suçunu işleyip de cesedi ortadan kaldırmak suretiyle bu suçun cezasından kurtulabileceklerini düşünenleri cesaretlendireceği fikrinin öne çıktığı, fakat bu sırada İspat Hukukunun benimsediği itham sistemi ile bunun öngördüğü şüpheden sanık yararlanır  ilkesi ile hukuka uygun yol ve yöntemlerle elde edilmiş şüphenin sanık aleyhine yüzde yüz yenilemediği durumda mahkumiyet kararı verilemeyeceğine dair hukuki kabulün tersine çevrildiği, varsayıma dayalı kararların verilebildiği, hatta CMK m.223/5’e göre yasak olan yaklaşık ispat kuralının dahi kabul edildiği, sübjektif zan ve tahminle, varsayımla, başka türlü olamayacağından veya hayatın olağan akışına aykırılık gibi İspat Hukukunda kabul görmeyecek sübjektif kıstaslarla mahkumiyet kararlarının verilebildiği, bunun maddi hakikate ve adalete aykırı sonuçlara yol açabildiği, “somut delil” kavramının terk edilebildiği, yerini vicdani muhakemenin aldığı ve bu şekilde mahkumiyet kararlarının verildiği görülmektedir.

Yazıda yer verdiğimiz kararlarda özellikle ikrarın ön plana çıktığı görülmektedir. Elbette ikrar önemli bir delil teşkil etmekle birlikte, bu delilin tek başına tüm şüpheleri yendiğinin kabulü mümkün olmayıp, önce ikrarın güvenilirliğinden emin olunmalıdır. Ancak bu şekilde ikrarın şüpheyi yüzde yüz yenmeye elverişli ve itibar edilebilir olduğu kabul edilecektir.

Cesetsiz cinayet dosyalarında ikrarın ne zaman ve hangi sebeple yapılmış olabileceğine dikkat edildiği görülmektedir. Örneğin; ortada hiçbir sebep yokken, vicdan azabı duyduğu gerekçesiyle uzun süredir kendisinden haber alınamayan bir kişiyi öldürdüğünü beyan eden kişinin ikrarı güvenilir kabul edilmektedir. Çünkü kişinin yalan söylemesi ve gelip kendisini de ihbar etmesi için bir sebep yoktur. Bu durumlarda; cesede ait bir kalıntının, kanın veya dokunun bulunması şartının da aranmadığı ve kişinin gerçekten tüm aramalara rağmen bulunamaması halinde ikrarda bulunan kişinin anlatımına itibar edildiği anlaşılmaktadır. Gerçi; husumetten kaynaklanan nedenle bir kişinin kendisini de suçlayarak veya suçlamayarak cesetsiz cinayetten bahsetmek suretiyle bir başkasını suçlayabilmesi mümkün olabilir ki, somut olayın özelliklerine göre bu tür ikrarın veya suçlamanın gerçekliğine karşı temkinli olmak gerekir.

İkrarı güvenilir kılan bir başka husus ise ikrarın içeriğidir. İkrara itibar edilerek, cesedin bulunamadığı bir olayda sanık hakkında kasten insan öldürme suçundan mahkumiyet hükmü kurulabilmesi için, ikrarın ayrıntılı ve inandırıcı olması aranır. Aksi halde, sadece soyut ve genel bilgiler içeren ikrarla kişinin hayatta olduğu şüphesinin giderilmesi dahi mümkün değildir. Kişinin kasten insan öldürme suçunu ne şekilde işlediğine ilişkin anlatımı, hem suçun işlendiği konusundaki şüphenin giderilmesi ve hem de varsa suçun nitelikli hallerinin tespiti bakımından önem ifade etmektedir; zira ikrar güvenilir bulunduğunda, buna bir bütün olarak itibar edilecek, kısmen itibar edilecek ise de bunun gerekçelerinin ortaya koyulması gerekecektir.

Kanaatimizce; kural olarak tek başına ikrar, suçun işlendiğine ve nasıl işlendiğinde dair şüpheleri yüzde yüz gidermediğinden, diğer delillerle desteklenmelidir. İkrarla; cesede, cesede ait parçalara veya suç silahı gibi suçun işlendiğine işaret eden diğer delillere ulaşılması sağlandığında, ikrarın delil kuvvetinin artığı kabul edilecektir. Öte yandan; ikrardaki anlatımların somut hale gelmemesi ve cesedin anlatılan yerde bulunamaması gibi hususlar, hem ikrarın güvenilirliğini azaltacak ve hem de bırakalım kişinin öldürüldüğü konusundaki şüpheyi, öldüğüne dair şüpheyi dahi düşürecektir.

Yine de bazı durumlarda ikrardaki anlatıma uygun olarak bir başka delile ulaşılamamasının olağan kabul edildiği ve bu delile ulaşılamamasının mantıklı sebeplerinin olduğu kabulüyle, tek başına ikrarla mahkumiyet kararları verilebildiği görülmektedir. Örneğin; kişinin cesedi gömdüğü yeri gösterdiği, fakat cesede ulaşılamadığı durumlarda, cesedin neden bulunamamış olabileceği ile ilgili aradan geçen süre ve hava şartları gibi hususlar dikkate alınmakta ve cesede ulaşılamaması olağan kabul edilebilmektedir. Bu tür kararlara iştirak etmediğimizi ve CMK m.223/5 bakımından hukuka uygun mahkumiyetler olamayacağını ifade etmek isteriz. Bizce; eğer cesetsiz cinayetten mahkumiyet kararı verilecekse, kişinin öldüğü, arandığı, fakat cesedin bulunamadığı, usule uygun elde edilmiş, suçu destekleyen açık veya örtülü ikrarın varlığı ve bu ikrarı kuvvetlendiren yan veya tamamlayıcı delillere ulaşılmalı, tüm bunlar birbirini desteklemelidir.

Belirtmeliyiz ki; anlatıma ve yer göstermeye rağmen cesede veya cesede ait kalıntıya ulaşılamadığı hallerde, ikrara şüpheli yaklaşmak ve cesedin neden bulunamamış olabileceği ile ilgili soyut gerekçeler üretmemek gerekir. Bu bakımdan maktulün nitelikleri de önem kazanmaktadır. Örneğin, gölete atıldığı söylenen bir bebek ile yüzme bilen bir yetişkinin içinde bulunduğu şartlar ve hayatta olma ihtimalleri elbette farklıdır. Bu fark gözetilerek; durumun şartlarından ulaşılabilecek tek sonuç, kişinin öldüğü ve öldürüldüğü olmalıdır ki, ceza sorumluluğu gündeme gelebilsin.

Ek olarak; cesetsiz cinayet olaylarında failin, maktul karşısında fiziksel veya sayı olarak daha güçlü olduğu dikkat çekmektedir. Cesetten kurtulmak için gereken çaba da gözönünde bulundurulduğunda; fail ile maktul arasında güç dengesizliğinin olduğu sonucuna varılabilirse de, bu durum bir kaide teşkil etmemeli ve otomatik olarak sanık aleyhine değerlendirilmemelidir.

Tüm bu nedenlerle; HTS, PTS ve görüntü kayıtları ile suçun işlendiğinin ileri sürüldüğü tarihte kişilerin gerçekten birlikte olup olmadıklarının tespiti, sanığın maktulü gören son kişi olup olmadığı, aralarında bir husumetin veya samimiyetin, yakınlığın varlığı, fail ile maktul arasında güç dengesizliğinin bulunup bulunmadığı, cesedin neden bulunamadığının bilimsel ve mantıklı sebeplerle ortaya koyulması, kayıp şahsın makul bir süre boyunca etkin şekilde aranması ve kişinin öldüğünü ve öldürüldüğünü gösteren delillerin bir bütün olarak değerlendirilmesi önem kazanmaktadır. Ancak bu sırada; CMK m.223/5’de düzenlenen yaklaşık ispat yasağı da gözardı edilmemeli, maktulün sanık tarafından öldürüldüğü sonucuna kesin olarak ulaşılmadan, sanık hakkında mahkumiyet kararı verilmemelidir.

Prof. Dr. Ersan Şen

Av. Doğa Ceylan

>> Cesetsiz Cinayet

(Bu makale, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi makalenin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan makalenin bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

--------------

[1] Umur Yıldırım, Suçu İkrar Etme Nedir?, 23.01.2024, erişim tarihi: 05.10.2024. Tevilli ikrara ilişkin iki karar örneği bu çalışmadan alınmıştır.

[2] Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 18.06.2013 tarihli, 2013/1-59 E. ve 2013/302 K. sayılı karar, Cesetsiz Cinayet başlıklı ilk çalışmamızda ayrıntılı şekilde incelenmiştir. Karara konu olayda; 8,5 yıldır kayıp olan ve cesedi bulunamayan maktulün neden cesedinin bulunamadığının, yıllar sonra ortaya çıkan sanığın ikrarına neden itibar edilmesi gerektiğinin, ikrarın somut olaya ve oluşa uygun düşmesinden dolayı dikkate alındığının, sonuçta maktulün öldüğünün ve ne şekilde öldürüldüğünü anlatan ikrardan hareketle mahkumiyet kararı verildiğini söylemek isteriz.