Unutmayı seçtiğin, hatırlamamaya çalıştığın ve ödevini görmezden geldiğin her dersi yeniden almak zorunda kalırsın…

BİR TEL KOPAR AHENK EBEDİYEN KESİLİR!

Her rind bu bezmin nedir encamı bilir / Dünyamızı nagah zalam örtebilir / Bir bitmeyecek şevk verirken beste / Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir

Bu dizeler, usta şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’ya ait. Ne zaman aklıma gelse içimi kanatır. Babamın, annemin, kardeşimin, ölüm haberleri geldiğinde ve onları defnettiğimizde, yüreğimin en derin, en derin yerinden ‘Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir’ demiş ve ağlamıştım.

Hayatında sadece bunlar için ağlayan ben, bir de şimdi şifa bulan kızımın hastalığını öğrendiğimde, İspanya’da, Alicante’deki otel odasında sabaha kadar uyuyamamış, bütün gece gözyaşı dökmüştüm.

En bilge, en deneyimli, en gerçekçi öğretmen olan hayat, kuşkusuz hep aynı şekilde sürüp gitmez. Zira hayatın bazen inişleri, bazen çıkışları vardır. Öyle ki, hayat bizi, zaman zaman aşağılara indirir, zaman zaman da yukarılara çıkarır. Gün olur kulağımıza, hiç bitmeyeceğini sandığımız şevk veren bir beste fısıldar. O besteyle yüreğimiz arasında ahenkli bir bağ kurar. Sonra bir başka gün gelir, o gün geldiğinde o beste susar, o beste susunca hayatımızdan bir tel kopar ve ahenk ebediyen kesilir.

İçimizdeki bestenin, yani müziğin sustuğu en önemli olgu ölümdür. Ölümle birlikte sadece beste susmaz hem ölenin hem de sevenlerinin hayatından bir tel kopar ve ahenk ebediyen kesilir.

Değerli yazarımız Doğan Hızlan’ın bir makalesinde yazdığı gibi ‘kimi ölümlerde içimizdeki müzik susar ve sadece uzaktan yankılanır.’ Aslında yankılanan, ölenin geride bıraktığı anılardır.

Hayat hem hafif hem de ağırlığı aşikar olan anılarla doludur. Yaşamın biriktirdikleri olan ve onu zenginleştiren anılar, içimizdeki bestelerdir, müziklerdir. Bu besteler, bu müzikler, bazı garip anlarda ruhumuzdan içeri sızar. Bunların arasında sadece ölüm, anılarla yüklü olan beynimizdeki, yüreğimizdeki depoyu ortadan kaldırır. İçimizdeki besteleri, müzikleri susturur. Zira ölüm, ölenle birlikte ölür.

Gönüllü Ölüm’ de Zerdüşt şöyle der; ‘Çokları pek geç ölürler, kimi de pek erken ölür. Şu öğreti hala garip geliyor, doğru zamanda öl.

Nietzsche, aynı konuyu ‘Putların Alacakaranlığı’ isimli eserinde şu şekilde ifade eder; ‘Gururlu yaşamanın artık mümkün olmadığı anda gururlu ölmek. Kişinin kendi seçimi olan ölüm, çocuklar ve tanıklar arasında mükemmel bir biçimde, berrak bir kafayla ve neşeyle, doğru zamanda ölmek. Böylece ayrılacak olan hala oradayken gerçek bir vedalaşma mümkün olur. Kişi kazayla değil, yaşam sevgisi yüzünden ve özgürce, bilinçli bir şekilde ölmeyi arzulamalıdır.

Hangimiz istemeyiz böyle bir ölümü? Ben isterim mesela!

Doğumun rastlantısallığı içinde ana rahminden kopmak, hayata kendini oldurmaya hazır bir insan olarak başlamak. Böylece ayrılıkla ve yalnızlıkla karşı karşıya kalmak. Bu suretle ve zaman içinde, yaşamın geçiciliğinin ve tekrarı olmadığının bilincine varmak. Daha sonra kendini oldurmaya, oldurmak için öğrenmeye, olgun, erdemli, onurlu bir insan olarak inşa etmeye çalışmak. İşini, mesleğini iyi yapmaya, üstlendiğin sorumlulukların hakkını vermeye gayret etmek. İnsanlara hizmet etmek, arkanda eserler bırakmak. Bunlardan keyif almak. Hayatı böyle anlamak, böyle yorumlamak, böyle uygulamak!

Günlük uğraşlar, koşmalar, koşuşturmalar, para hırsı, iktidar hırsı, makam, mevki hırsı, sonra çocuklar, onların yetiştirilmeleri için katlanılan özveriler, iş hayatı, baro siyaseti, buralarda yediğin çelmeler, oynanan oyunlar, yaşanan çirkinlikler, uğranılan haksızlıklar, yalanlar, iftiralar, dedikodular, başkaca çirkinlikler, yazı yazma, hayata dahil başkaca işler, zevkler, alışkanlıklar, etkinlikler vs.

Bütün bunlar, insanın ölümlülüğü bağlamında düşünüldüğünde; insanın çabalarının, uğraşlarının, hırslarının, sadece kendisi için, kendi yararı veya zararı için olmadığını ortaya koyar. Hayata böyle bakıldığında; insan bu dünyadan göçüp gittikten sonra, sadece mirasçılarına değil, geride bıraktığı herkese bir miras bırakır. Bu mirası insan ölürken yanında götüremeyeceği gibi, ölmeden önce yaptıklarını, ürettiklerini, yarattıklarını da tüketemez. Yani ölümün kişiselliği, insanın ölüme yalnız gitmesi, bizi yaşamın içinde başkalarına ve ölümden sonra bizsiz sürecek olan bir geleceğe bağlar.

Öldüğümüz zaman bağlanacağımız o gelecekte; belki yetiştirdiklerimiz bizi övgüyle anacak, daha sonra gelecek olan insanlar, bizim hayattayken gösterdiğimiz çabaya, yaptığımız fedakarlıklara, bıraktığımız eserlere saygı duyacaklardır. Hayatta iken bizi kıskananlar, kıskanmaktan vazgeçecekler, düşmanlarımız yaptıkları haksızlıklardan dolayı belki utanacaklardır.

Belki de bunların hiçbirisi olmayacaktır.

Öldükten sonra gideceğimiz diğer köyde, belki birileri, Lermantov’un o güzel şiirinde yazdıklarını söyleyeceklerdir. Yani, ‘Hayır, ilgi beklemiyorum ben / Hüzünlü sayıklamalarına ruhumun. / Alışkınım el çekmeye isteklerimden / Eski günlerinden beri çocukluğumun. /  Yazdıklarımdan da bir şey beklemem / Fakat isterim ki yıllar sonra / Kısa, fakat isyancı bir ömürden / Bir iz kalsın onlarda. / Kim bilir, belki günün birinde / Tüm sayfaları hızla geçerken / Takılıp kalacaksınız bu dizelere / Mırıldanarak: ‘Haklıymış gerçekten’ / Belki o sevinçsiz şiir uzun süre / Durduracak üstünde bakışlarınızı; / Bir mezar taşının yol üstünde, / Durdurması gibi yabancıyı’ diyeceklerdir.

Belki de bunların hiçbirisini demeyeceklerdir.

Her ölen bunları düşünür mü? Başkalarını bilmiyorum, ama ben ölürken  kendimde olursam, bilincim az da olsa yerinde olursa eğer, bunları düşüneceğimden eminim.

Hayatımın ve hayatımızın ötesinde uzanan bir geleceğe bağlılığımız, yaşadığım şu an’la gurur duymamı sağlıyor ve beni bekleyen son hakkında beni teselli ediyor’ diyor Amerikalı siyaset bilimci William E.Connolly.

Başkalarını bilmem, ama benim kendi adıma aradığım da bu tesellidir!

Hayat, planlardan, imgelerden, özlemlerden daha çok rastlantılardan ibarettir. O rastlantıların getirdiği olayların ve insanların, bize yaşattığı mutluluklar, sevinçler, üzüntüler vardır. Esasen hayat bunların hepsini kapsar. Önemli olan iyi ve kötü an’ları, olumlu veya olumsuz duyguları kamplaştırmamak, an’ı yaşamak, an’ın tadını çıkarmaktır. Ama böyle bir kültürden gelmediğimiz için biz bunu çoğu zaman yapmayız, yapamayız.

Oysa ‘dünkü ekmek azdı, dünkü ekmek bayattı diye düne kızmamamız, dünü düşünmememiz, yarın ekmeğimiz olacak mı diye kaygı duymamamız, bugün yediğimiz ekmeye şükretmemiz gerekir. Zira yiyebileceğimiz yegane ekmek, bugünkü ekmektir. Dünkü ekmek, dünde kalmıştır. Yarınki ekmeği  yiyeceğimiz ise belli değildir. Zira o ekmeği eğer yarın yaşarsak yiyebiliriz.

Cezanne, Saint Victoria Dağı’nın her an’ının ayrı bir resmini yapmış. Neden mi? Her an’ın ışığı farklı da onun için. O nedenle, ah vah demeyip her an’ın ışığını görmek, her an’ın değerini bilmek ve keyfini çıkarmak gerekir.

Tek bir sevince – Evet – dediğiniz oldu mu hiç?’ diye sorar ZerdüştSonra şöyle devam eder; ‘Ah! Dostlarım, o zaman üzüntüye de – Evet – demişsinizdir. Bütün her şey birbirine dolanmış, düğümlenmiş ve kenetlenmiştir. Bir kez bile bir şeyi iki kez istediyseniz, mutluluk, beni memnun et! Kal biraz! Dediyseniz, o zaman her şeyi geri istemişinizdir. Çünkü her sevinç, her mutluluk ebediyet ister

Acının, üzüntünün, mutsuzluğun ise, böyle bir talebi ve iddiası yoktur!

Onun için bizi mutlu eden, sevindiren şeylerin ve an’ların değerini bilmek gerekir.

Ölüm’ diyor Octavia Paz: ‘Hayat sahnesindeki rol kesme/hava atma çabalarımızın pek işe yaramadığını gösteren bir aynadır. Eylem, unutkanlık, hüzün ve umutlardan oluşan karmaşık bir hayat süreci içindeki insanın ölümünü – bir anlam ya da açıklama olarak değil de – salt bir son olarak görürüz. Ölüm hayatı tarif eder: bir kişinin ölümü ise, o kişiyi belirler.  Ölülerimiz hayatlarımızı aydınlatır ve anlatır bize. Ölümümüzde anlam bulunamıyorsa eğer, hayatımızda da bir anlam yok demektir.

İnsan anlam arayan bir varlıktır. İnsanın bu anlam arayışı, aslında içgüdüsel itkilerin tali bir ussallaştırılması değil, insanın yaşamındaki temel bir içgüdüdür. Nazilerin, 1940 yılında Polonya, Krakow yakınlarında inşa ettikleri ve çoğunluğunu Yahudilerin oluşturduğu 4 milyondan fazla insanın imha edildiği Auschwitz’deki Toplama Kampından sağ kurtulan ender kişilerden olan Victor E.Frankl, ‘İnsanın Anlam Arayışı’ isimli özgün eserinde şöyle diyor: ‘…anlam, sadece kişinin kendisi tarafından bulunabilir oluşuyla ve böyle olması gerektiği için eşsiz ve özel bir yapıdadır; zira bu ancak o zaman kişinin kendi anlam istemini doyuran bir önem kazanabilmektedir. Bazı otoritelere göre anlamlar ve değerler, savunma mekanizmalarından, tepki oluşumlarından ve yüceltmelerden öte bir şey değildir. Ama bana göre, ben, sadece savunma mekanizmalarım uğruna yaşamak istemeyeceğim gibi, sadece tepki oluşumlarım uğruna ölmeye hazır da olamam. Öte yandan insan, kendi idealleri ve değerleri için yaşayabilme, hatta ölme hakkına ve yetisine sahiptir.

Victor E.Frankl’inin bu görüşü son derece önemli ve değerli bir görüştür. Benim de katıldığım bir görüştür. Zira insanın yaşaması ve yaşamak istemesi için, hayatının bir anlamı olması, bu anlamın, anlamlı ideallerden, değerlerden oluşması gerekir.

İnsan için hayatın bir anlamı yoksa eğer, insanın hayatında anlamlı idealler ve değerler yoksa eğer, ya da bir zamanlar vardı da bunlar daha sonra kaybolduysa eğer, yani insanın içinde ona şevk veren bir beste, bir müzik yoksa eğer, işte o zaman da, insanın hayatındaki bir tel kopmuş, ahenk ebediyen kesilmiştir.

İnsanın içindeki şevk veren bestenin, müziğin sona erdiği, telin koptuğu ve ahengin bozulup kesildiği ölümden başka durumlar da vardır. Aşk vardır mesela! Aşk bitti mi, seven insanın kalbindeki beste de, müzik de biter, bir tel kopar ve ahenk ebediyen kesilir.

Arkadaşlarınızdan, eğer var ise dostlarınızdan, kazık yediğiniz, vefasızlık, kadir, kıymet bilmezlik gördüğünüz zaman da, size şevk veren içinizdeki beste, müzik durur, yüreğinizden bir tel kopar ve ahenk ebediyen kesilir.

Mesela bir güruh, haksız olarak sizin üzerinize geldiğinde, sizin hakkınızda ileri geri laflar ettiğinde, arkadaşlarınız, dostlarınız susuyor ise eğer, daha düne kadar hemen her gün sizi arayan birileri araya mesafe koyuyor ise eğer, o zaman da içinizdeki bir tel kopar, ahenk bozulur ve siz Martin Luther King’in dediği gibi sadece ‘düşmanlarınızın sözlerinden çok, dostlarınızın sessizliğini hatırlarsınız.’

Ve işte o zaman, Can Yücel’in dizelerini çok daha iyi anlar, yerli yerine oturtursunuz: ‘Dostlar ırmak gibidir. / Kiminin suyu az, kiminin çok / Kiminde elleriniz ıslanır yalnızca  / Kiminde ruhunuz yıkanır boydan boya

Peki, bütün bunlar neden olur? Bunların psikolojik, psişik, patolojik, sosyolojik, politik bir açıklaması var mıdır? Vardır elbette. Uzmanlar bu durumu, ‘Çağdaş Nihilizm’, yani ‘Çağdaş Hiççilik’ kavramı ile açıklıyorlar.

Bilirsiniz, aslında nihilizm hiçbir şey olmadığını söylemez, sadece hiçbir şeyin anlamı olmadığını söyler. Yani aşk da anlamsızdır, arkadaşlık, dostluk, vefa, erdem, kadir, kıymet bilirlik, düşmanlık, nefret, kin de anlamsızdır. Onun için sizin bütün bu anlamsızlıklara tepki göstermeniz de anlamsızdır.

Bu gibi durumlarda bazıları tarafından en anlamlı bulunan şey susmaktır. Sizden de bu istenir. Oysa Sartre, ‘insanın kişiliği kendisine yapılan haksızlığa gösterdiği tepki de gizlidir‘ diyor.  Bu söze herhalde şunu da eklemek gerekir; ‘insanın kişiliği başkasına yapılan haksızlığa gösterdiği tepki de gizlidir.

Peki, çağdaş nihilizm nedir? Logoterapist George A. Sargent’in Uluslararası Logoterapist Forumu’nda verdiği tebliğde söylediği şeydir. Yani ‘öğrenilmiş anlamsızlık’tır.

Onun için George E. Sargent bu durumda kendisine şunu tavsiye ediyor; ‘…George, dünyanın bir şaka olduğunu anlamalısın. Adalet diye bir şey yoktur. Her şey rastlantıdır. Ancak bunu kavradığın zaman kendini ciddiye almanın ne kadar aptalca olduğunu anlayacaksın. Evrende büyük amaç diye bir şey yoktur. Evren sadece evrendir. Bugün ne yapacağın konusunda verdiğin kararın özel bir anlamı yoktur.

Anton Cehov da benzer bir şey söylüyor ve şöyle diyor; ‘Hayata gülmüyorsan eğer, espriyi anlamamışsın demektir!

Çıkarını, adam kullanmayı, gerektiğinde yalakalık, gerektiğinde düşmanlık yapmayı bilenler, kendisine ve size susmayı tavsiye edenler, dün size yakın, çok yakın olup da, bugün sizinle arasına mesafe koyanlar, bu öğrenilmiş anlamsızlığı iyi bilirler. Bildikleri için de çok iyi uygularlar.

Son sözden önceki birkaç söz; ben hayatı ve insanları sanırım fazlaca ciddiye aldım, alıyorum. Şöyle bir çevreme bakıyorum da etrafımdaki pek çok insan şaka gibi, fıkra gibi. Çağdaş nihilist birçoğu. Öyle oldukları için olsa gerek, bu insanların pek çoğunun ne vefaları, ne kadir, kıymet bilirlikleri, ne takdirleri, ne de teşekkürleri yok.

Ernest Gellner, bu çağdaş nihilistlere ‘modüler insan’ diyor. Doğru da diyor. Zira bu insanlar, modüler mobilyalar gibi, her şekli alıyorlar. Dün evde, odada veya ofiste başka bir şekilde oluyorlar, bugün başka bir şekilde duruyorlar.

Ben son sözü söylemeden önce, ‘İnsanın Anlam Arayışı’ isimli kitabında Victor E.Frankl’inin yazdıkları var. Okuyalım. ‘Sed omnia praeclara tam difficilia quam rara sunt / Ama büyük olan her şey ender bulunduğu gibi kavranması da zordur’ diye yazıyor Spinoza Ethics’in son cümlesinde. Azizlere gitmeye gerçekten ihtiyacınız olup olmadığını elbette sorabilirsiniz. Sadece onurlu insanlara gitmek yeterli olmaz mı? Bu insanların azınlıkta olduğu doğrudur. Dahası, hep azınlık olarak kalacaklardır. Ama ben bundan, azınlığa katılmaya yönelik bir çağrı olduğunu anlıyorum. Çünkü dünya kötü durumda ve her birimiz elinden geleni yapmadığı sürece her şey daha da kötüye gidecek

Evet, sadece dünya değil, Türkiye de kötü durumda. Her birimiz elinden geleni yapmadığı sürece her şey daha da kötüye gidecek. Bu insan malzemesiyle ne yapılabilir? Hiçbir şey. Onun için yeni ruhlar icat etmemiz, bu ruhları seferber etmemiz, etik ve ahlakın yardımını istememiz, kendimize yeni anlam dünyaları bulmamız, önümüze sağlıklı pozitif hedefler koymamız gerekir. Değil ise işimiz zor, hem de çok zordur.

Ve son sözler. Ben kendi adıma bundan sonra daha omurgalı, daha onurlu, daha vefalı, daha kadir, kıymet bilir, iyilik bilir, arkadaşlık, dostluk bilir insanlar arayacağım. Öyle insanlarla birlikte olacağım.

Onların sayısı az biliyorum. Bu insanlar nerededir bilmiyorum. Ama rastlantılara, onların beni bulacaklarına, benim de onları bulacağıma inanıyorum. Onlar beni, ben onları buluncaya kadar, yalnızlığımı sürdüreceğim ve yeni şeyler keşfetmek, yeni şeyler öğrenmek için kendimi oldurmaya, gezdirmeye, okumaya, müzik dinlemeye devam edeceğim.

Yani düne, dünde olanlara ve kalanlara hoşça kal, yarınlara merhaba ve hoş geldiniz diyorum. Zira artık hiçbir şey eskisi olmayacak!

Kinimiz yoktur bizim.’ Ama olanları ve yapılanları da asla unutmayacağım ve hep hatırlayacağım. Bir daha aynı dersi almamak için, hem bunları hem de ödevlerimi dikkatle, özenle, emekle yapacağım.

İki nokta var’ diyor Özdemir Asaf ve şöyle devam ediyor; ‘Biri önüne ve ardına bakar, / Biri ardına bakmaz, / Ardını noktalar.

Bir daha arkama, arkamda kalanlara bakmayacağım.

Zira ardımı noktaladım!

* Bu yazıyı 05 Ekim 2014 tarihinde yazmış ve blogumda paylaşmışım. On yıl sonra bugün geldiğim noktada da aynı duyguları ve düşünceleri taşıyorum. Tek bir farkla artık hiçbir şeye çok fazla takılmıyorum…