Tek bir şeye ihtiyacımız vardır, çalışkan olmak” diyor Büyük Atatürk. Ulu Önder’in bu özlü ve yol gösterici sözünü özümsediğimden ve içselleştirdiğimden olsa gerek, ben de öğrenciliğim dışında ve meslek hayatımda hep çalıştım. Ama özellikle “kreşendo” günlerimi yaşadığım son zamanlarda daha çok, hep daha çok çalışıyorum. Okuyorum, yazıyorum, çeviri yapıyorum. Bütün bunları başkaları için değil, kendi zevkim için, entelektüel hırsım için, eskimemek için, zamanın çarkları arasında kaybolup gitmemek için, “akıntıya bir şeyler” katmak için ve en önemlisi “yaşamayı ciddiye aldığım” için yapıyorum.

Büyük şairimiz Nazım Hikmet, o güzel dizelerinde “…Yanı, Öylesine Ciddiye Alacaksın Ki Yasamayı, / Yetmişinde Bile, Mesela, Zeytin Dikeceksin, / Hem De Öyle Çocuklara Falan Kalır Diye Değil, / Ölmekten Korktuğun Halde Ölüme İnanmadığın İçin, / Yasamak, Yanı Ağır Bastığı İçin…” diye yazıyor ya, ben de yaşamak yanı ağır bastığı için yazıyor ve çalışıyorum.

Neden mi bu yazıya böyle bir giriş yaparak başladım? Son zamanlarda ve Bayram sürecince yine çok çalıştım ve 01 Haziran 2024 günü tercüme etmeye başladığım Gustave Le Bon’un “The Psychology Of Revolutıon/Devrimin Psikolojisi” isimli kitabının tercümesini bugün bitirdim ve basılmak üzere Dorlion Yayınevine’ne teslim ettim de, onun için bu yazıya böyle başladım.  

Yakında basılacak ve yayımlanacak olan bu son derece ilginç ve önemli kitap için yazdığım “Önsözü” aşağıda sizinle paylaşıyor ve size iyi okumalar diliyorum.  

ÖNSÖZ –

“Dünya tarihinin en önemli iki devrimi, hiç kuşkusuz Fransa’daki ‘Ancien Regime’i, yani ‘Eski Rejimi’, yani mutlak monarşiyi yıkan ve yerine cumhuriyet yönetimini kuran 1789 Fransız Devrimi ile Rusya’da Bolşeviklerin Çarlık yönetimini yıkan ve sosyalizmi kuran Ekim Devrimi’dir. 

Tarihe damgasını ‘liberté-egalité-fraternité’, yani ‘özgürlük-eşitlik- kardeşlik’ sloganı ile vuran, yeni çağı kapatıp yakın çağı açan 1789 Fransız Devrimi, sadece Fransa’yı değil, tüm dünyayı sarsmıştır

Lehinde ve aleyhinde çok şey yazılan 1789 Fransız Devrimi’nin gerçek niteliği nedir, dünya siyasi tarihine olan etkileri nelerdir, neleri ortadan kaldırmış, neleri getirmiştir?

Bu konuyla ilgili olarak yazılmış pek çok kitap vardır. Bana göre bu kitaplardan birincisi ve en önemlisi ‘Amerikan Demokrasisi’ isimli kitabıyla tanınan, Fransız bürokrasisi içinde önemli mevkilerde görev yapan, aynı zamanda seçkin ve yetkin bir siyaset bilimci, düşünür ve hukukçu olan Alexis de Tocqueville’in Fransız resmi kaynaklarına dayanarak yazdığı ‘Eski Rejim ve Devrim’ isimli kitabıdır.

İkincisi ise, toplum ve kitle psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Fransız sosyolog ve antropolog Gustave Le Bon’un yazdığı ‘Devrimin Psikolojisi’ isimli kitaptır.

Her iki kitapta yer verilen tespit ve açıklamalar ile yapılan değerlendirmeler, 1789 Fransız Devrimi ile ilgili olarak çoğumuzun bildiklerini, yani bu konudaki ‘resmi görüşü’ çöpe atacak, deyim yerindeyse ezber bozacak nitelikte ve içeriktedir.

Nitekim ‘Eski Rejim ve Devrim’ isimli çalışmasına yazdığı önsözde Tocqueville: ‘…Devrimi yapanların Eski Rejimi yok eden devrimi yönetirken taşıdıkları duyguların, alışkanlıkların, hatta fikirlerin pek çoğunu o rejimden devralıp korumuş ve yeni toplumu inşa ederken istemeden de olsa bu kalıntılardan yararlanmış olduklarına inanmışımdır; öyle ki, hem devrimi hem de gerçekleştirdiklerini iyice anlayabilmek üzere bir an için görmekte olduğumuz Fransa’yı unutmak ve artık olmayan o Fransa’yı gidip mezarında sorgulamak gerekiyordu. Ben de bu kitapta bunu yapmaya çalıştım…’ demekte ve bu önsözde ifade ettiği gibi gerçekten devrimin bizim bildiğimizden, bize öğretilenden çok farklı bir analizini ve sorgulamasını yapmakta, bu konudaki resmi görüşün dışına çıkmakta, bu görüşe aykırı olan pek çok tespitte ve açıklamada bulunmaktadır.

Yine elinizdeki bu kitabın yazarı Gustave Le Bon, söz konusu devrimin en önde gelen kahramanı olan Robespierre’i bize şu şekilde anlatmaktadır: “… O aslında mizacı itibariyle hipokondriydi, yani hastalık hastasıydı, vasattı, zekası gerçekleri kavramaktan acizdi, soyutlamalara hapsolmuştu, ama kurnaz ve ikiyüzlü olan hakim tavrıyla, son gününe kadar artan aşırı bir gurura sahipti. O, yeni bir inancın baş rahibi olduğuna, erdemin saltanatını kurmak için kendisinin Tanrı tarafından dünyaya gönderildiğine inanıyordu…’

Yine Gustave Le Bon, devrimin liderlerinden olan Marat'ın psikolojisinin oldukça karmaşık olduğunu ifade etmekte ve devamla Marat hakkında şunları yazmaktadır; ‘…bunun nedeni sadece onun cinayete olan arzusunun diğer unsurlarla (yaralı öz sevgi, hırs, mistik inançlar vs.) birleşmesi değildir, aynı zamanda onu yarı deli olarak görmemiz gerektiğidir. O megalomani bir tiptir, o nedenle, o sabit fikirlerinin peşini bırakmamıştır…Marat, mevki ve şeref hayali kurarak, büyük bir soylunun evinde sadece ikincil bir konum elde etmişti. Devrim, ona umulmadık bir geleceğin kapılarını açtı. O, kendi erdemlerini tanımayan eski sosyal sisteme duyduğu nefretle şişerek, kendisini halkın en şiddet yanlısı kesiminin başına koydu. O, ayrıca Eylül katliamlarını alenen yücelttikten sonra, herkesi eleştiren ve sürekli idamlar için bağıran bir dergi çıkardı. Sürekli olarak halkın çıkarlarından bahseden Marat onların idolü oldu. Oysa meslektaşlarının çoğunluğu onu yürekten küçümsüyordu…” Elbette, tarihsel olaylarla ilgili olan bu ve benzeri tespitlere, analizlere ve eleştirilere hemen teslim olmamak, önyargılı, taraflı olabilirler diyerek bunları mülahazat hanesi boş bırakılarak okumak ve değerlendirmek gerekir. Ancak yazar, düşünür ve siyaset bilimci olarak güvenilir kişiliğiyle tanınan ve bilinen Tocqueville’in ve yine toplum ve kitle psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan ve değerli bir sosyolog olan Gustave Le Bon’nun yazdıklarını ciddiye almamak mümkün olmadığı gibi doğru da değildir. Esasen her iki kitapta yazılanların hemen hepsi resmi Fransız kaynaklarına dayanmaktadır.

Nitekim değerli iktisatçı, tarihçi ve siyaset bilimci Mehmet Ali Kılıçbay, Tocqueville’in kitabına ‘En Gerçekçi Senaryo’ başlığıyla yazdığı olağanüstü içerikteki sunuş yazısında, Tocqueville’in yazdıklarını doğrulamakta ve kitapla ilgili olarak şunları ifade etmektedir: ‘… İnsanlık tarihinin büyük dönemeçlerinin, hem yaşanırlarken hem de anılırlarken kalın bir efsane perdesinin arkasında gözlerden gizlenmeleri, kaçınılması çoğu zaman mümkün olmayan bir durumdur ve bu adeta bir kaderdir. Çünkü bu cins dönüm noktaları neredeyse insanlığın tümü için ilgi odakları oluşturmakta ve bu nedenden ötürü de umutların ve temennilerin, sanki birer olgusuymuş gibi içine dolduruldukları bir kırk-ambar haline dönüşmektedirler. Bu gibi olaylar, insanların düşlerle gerçekleri, umutlarla hakikatleri, temennilerle yaşananları aynı düzleme getirdikleri kolektif efsaneler haline gelmektedirler. Tabii, yıktığını iddia ettiğinden farklılaşma telaşı içindeki dönüşüm mimarisi de bu efsanenin oluşmasına önemli katkılarda bulunmaktadır…’

Aynı şekilde tercümesini yaptığım elinizdeki kitapta Gustave Le Bon’un yazdıklarının doğru olmadığı, gerçeklere ve yaşanmışlıklara aykırı olduğu konusunda yazılmış herhangi bir makale, bir monografi, bir kitap ve yapılmış bir eleştiride yoktur. Aksine gerek Le Bon’un gerekse Tocqueville’in yazdıkları, çok sayıda güvenilir tarihçi, siyaset bilimci, sosyolog ve eleştirmen tarafından doğrulanmaktadır. 

Açık söylemek gerekir ise, gerek Tocqueville’in kitabını okuduğumda gerekse Türkçeye tercüme ettiğim Gustave Le Bon’un ‘The Psychology of Revolution/Devrimin Psikolojisi’ isimli kitabı üzerinde çalıştığımda, her iki eserde yer verilen olgular karşısında, herkes gibi hakkında az çok bir şeyler bildiğim 1789 Fransız Devrimi konusunda, o güne kadar okuduklarımın ve bildiklerimin çok büyük kısmının, yaşanmış gerçeklerden daha ziyade büyük bir masala, düşe ve efsaneye dayandığını görmenin şaşkınlığını yaşadım.

Elbette 1789 Fran1sız Devrimi’nin dünyaya ve bize kazandırdığı pek çok şey vardır ve bunların en başında da demokrasinin olmaz ise olmaz ilkesi ve o nedenle demokrasiye mündemiç olan laiklik anlayışı gelir. Sadece laiklik ilkesi değil, insan hakları, demokrasi, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, milliyetçilik, işçi hakları, liberalizm, adalet, ulusal egemenlik gibi ideolojiler, kavramlar ve kurumlarda, 1789 Fransız Devrimi ile ortaya çıkmış, giderek tüm dünyaya yayılmış ve gelişen milliyetçilik akımıyla birlikte birer birer yıkılan monarşik yönetimlerin yerini ulus devletler almaya başlamıştır.

Kuşkusuz bütün bunlar azımsanacak kazanımlar değildir, aksine Fransa için, dünya için, insanlık için, siyaset için çok önemli olan kazanımlardır.

Ama Devrim’in bedeli ya da faturası Fransa için çok ağır olmuştur. Bu bağlamda, Fransa ekonomik yönden büyük zararlara uğramış, terör, özellikle Jakoben terörü ve anarşik olaylar nedeniyle önemli sayıda insanını kaybetmiş, büyük acılar çekmiş, uzun süre siyasi istikrarsızlıklar yaşamıştır.

Nitekim Le Bon bütün bu yaşananları bu kitabında anlatmakta ve bu konuyla ilgili olarak şöyle yazmaktadır: “Fransız Devrimi’nde yaşanan olağanüstü nitelikteki eylemler karşında hayrete düşecek ve hatta bunların açıklanamaz olduğunu hissedeceğiz. O nedenle, eğer yeni bir din oluşturan Fransız Devrimi’nin, tüm inançların yayılmasını şart koşan yasalara uymak zorunda olduğunu düşünecek olursak, bu eylemler ve hatta o zaman bu eylemlerin öfkesi ve katliamları daha iyi anlaşılır hale gelecektir.

Büyük bir dini devrimin, yani Reformasyonun tarihini incelerken, burada yer alan bazı psikolojik unsurların Fransız Devrimi sırasında da eşit derecede aktif olduğunu göreceğiz. Her ikisinde de bir inancın yayılmasında, o inancın rasyonel değerinin önemsiz ve zulmün etkisiz olduğunu, karşıt inançlar arasında hoşgörünün imkansızlığını ve farklı inançların çatışmasından kaynaklanan şiddet ve umutsuz mücadelelerin bulunduğunu görürüz. Dahası bir inancın, o inançtan oldukça bağımsız çıkarlar tarafından sömürüldüğünü gözlemleriz. Ve nihayet, insanların varoluşlarını değiştirmeden inançlarını değiştirmelerinin imkânsız olduğunu görürüz.

Bütün bu vakıalar doğrulandığında, devrim müjdesinin neden tüm dini müjdelerle, özellikle de Calvin'inkiyle aynı yöntemlerle yayıldığını açıkça göreceğiz. Kaldı ki, bunun başka türlü yayılması da mümkün değildir…

Ancak Reformasyon gibi dini bir devrimin doğuşu ile bizimkisi gibi büyük bir siyasi devrimin doğuşu arasında yakın benzerlikler olmasına rağmen, bunların uzak sonuçları birbirlerinden oldukça farklıdır ve bu da bunların arasındaki süre farkını açıklar. Dini devrimlerde hiçbir deneyim inananlara aldatıldıklarını göstermez, çünkü insanların bunun keşfini yapmaları için cennete gitmeleri gerekir. Siyasi devrimlerde ise, deneyim yanlış bir öğretinin hatasını hızla ve hemen gösterir ve insanları onu terk etmeye zorlar.

Nitekim Direktuvar yönetiminin sonunda Jakoben inançları uygulaması Fransa'yı öyle bir yıkıma, yoksulluğa ve umutsuzluğa sürüklemiştir ki, en çılgın Jakobenler bile uyguladıkları yöntemlerden vazgeçmek zorunda kalmışlardır. O nedenle, eşitliğin insanlığa bahşetmesi gereken evrensel mutluluk gibi, deneyimle doğrulanamayan birkaç ilke dışında onların teorilerinden de geriye hiçbir şey kalmamıştır…

Yine Le Bon, Jakobenlerle ilgili tespitlerinde şunları ifade etmektedir: “…Gerçekte Jakobenlerin teorileri pratikte mutlak bir tiranlığa varıyordu. Onlara göre, egemen bir Devlete, koşullar ve şans açısından eşit kılınmış vatandaşların tartışmasız itaat etmesi gerektiği makul görünüyordu.

Yine oma onların kendilerine yükledikleri güç, kendilerinden önceki hükümdarlarınkinden çok daha büyüktü. Öyle olduğu için malların fiyatlarını sabitlediler ve vatandaşların can ve malları üzerinde tasarruf hakkını gasp ettiler.

Onların devrimci inancın yenileyici erdemlerine olan güvenleri o kadar fazlaydı ki, krallara savaş ilan ettikten sonra tanrılara da savaş ilan ettiler. Azizlerin sürgün edildiği bir takvim oluşturdular. Notre-Dame'da ibadeti birçok yönden Katolik inancıyla aynı olan törenlerle ‘merhum Kutsal Bakire’ sunağı üzerinde kutlanan yeni bir tanrısallık ve akıl yarattılar. Nitekim bu kült, Robespierre'in, kendisini başrahibi olarak belirlediği kişisel bir dinin yerine koymasına kadar vardı.

Fransa'nın yegâne efendileri olan Jakobenler ve onların müritleri, hiçbir yerde çoğunlukta olmamalarına rağmen, cezasız bir şekilde ülkeyi yağmalamayı başardılar…”

Bütün bunlar, bu olaylar ile bunların nedenleri ve doğurduğu sonuçlar, elinizdeki kitapta Gustave Le Bon’un sosyolog gözüyle etraflı bir şekilde ele alınmakta, tahlil edilmekte, incelenmekte ve değerlendirilmektedir. Gerek bu nedenle gerekse 1789 Fransız Devrimi hakkında daha ayrıntılı bir bilgi edinmek ve bu konuda fikir sahibi olmak için bu kitabın okunmasında fayda vardır. O nedenle, bu kitabı okumanızı tavsiye ediyor ve size iyi okumalar diliyorum.

Saygılarımla.