“Bilen kişilerle dost ol, onlar seni aydınlatır. Bilmeyen kişilerle dost ol, sen onları aydınlatırsın. Bilmediğini bilmeyenlerden hemen uzaklaş, çünkü onlar aptaldır, seni de aptallaştırır.” KONFÜÇYÜS
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, romantizme tepki olarak doğan realizmin edebiyat/roman alanındaki en önemli temsilcilerinin başında Fransız roman yazarı Gustave Flaubert gelir. Edebiyatçılar tarafından modern romanın kurucusu olarak kabul edilen Gustave Flaubert’in, en çok bilinen ve okunan romanı “Madam Bovary”dir.
Flaubert, bu romanında, ne istediğini bilen ama kimi istediğini bilmeyen, karşısına kim çıkarsa çıksın istediği aşkı yaşayan bastırılmış bir karakterin, yaşadığı toplum tarafından kıstırılmış bir kadının, Emma’nın trajik hayat hikayesini, onun ekseninde dönemin Fransız toplumunun iki yüzlü değer yargılarını ve ahlaki anlamda çürümüşlüğünü anlatır.
Flaubert’in, iki delikanlının hikayesini, sosyal ve siyasi devrimlerle sarsılan Paris’in değişmekte olan mozaiğini, 1848-1851 yılları arasındaki Paris ayaklanmasını hazırlayan toplumsal ve siyasal ortamın bir panoramasını anlattığı ve “akranlarımın ahlâkî tarihi” olarak tasvir ettiği “Duygusal Eğitim” ve yine bir kadının, Kartacalı komutan Hamilkar’ın kızı Salambo’nun paralı bir askerle yaşadığı tutkulu aşkın ve yanı sıra Antik Kartaca çerçevesinde, Romalılarla Kartacalılar arasındaki Birinci Pön Savaşı’nın hikaye edildiği “Salambo” isimli romanları da, en az “Madam Bovary” kadar etkileyici ve sürükleyicidir.
Flaubert’in Türkçeye Tahsin Yücel tarafından “Bilirbilmezler” olarak çevrilen “Bouvard ile Pécuchet” isimli romanı ise, son zamanlarda ülkemizde çok sayıda örneğini gördüğümüz “bilirbilmezlerin” ironik bir hikayesidir.
Kendisini yakından tanıyanların, çocukluğundan beri insanların budalalığına hayran olduğunu ifade ettikleri Flaubert, oldukça gizemli ve değeri çok da anlaşılamamış olan bu eserinde, iki budalanın, işleri yazmak olan, yani ikisi de yazıcı, yazar olan iki adamın, Bouvard ve Pécuche’nin kişiliğinde, insanın “bilmeyle” ya da “bilmemeyle” olan tarihsel, trajik, trajikomik mücadelesini anlatır.
Öyle anlatır ki, bir yandan gülünçlüğü ve saçmalığı bir araya getiren bir anlayışı edebiyat dünyasına sokar, diğer yandan sanatın ve estetiğin klasik ve romantik kategorilerini realizmin doruğunda yok eder. Ve bunu neo-Marksist sosyolog ve felsefeci Henri Levebvre’nin ifadesiyle “dilsel estetizmin doğuşunu maskeleyerek yapar, hem de daha henüz gülünçlü saçmalık revaçta değil iken, saf yazının, eğlencenin, üstdilin komik saygınlığına, dilin kitlesel bir biçimde tüketilmesine daha çok zaman varken”, yani 1870’lerde yapar.
Bu iki budalayla kendisi arasındaki benzerliği bir özeleştiri olarak ifade eden Flaubert, bu konuda şunu söyler: “Bouvard ve Pécuchet benliğimi öylesine dolduruyorlar ki, kendimi onlardan biri sayıyorum. Budalalıklarını kendimin yaptığını düşlüyorum, insan budalalığı görebilmek gibi kötü bir yetiye sahiptir. Görmesine görür ama bağışlayamaz.”
Madam Bovary kimdir sorusuna, “Madam Bovary benim” diye cevap veren Flaubert’in, kendisini Bouvard ve Pécuchet isimli iki budala ile eş değer tutması hiç de şaşırtıcı değildir. Elbette, bu doğru olmaktan daha çok, Flaubert’in kendisini takip edenlerle dalgasını geçtiği bir ironidir.
Bilirbilmezler, yani Bouvard ile Pécuchet, bilgisizliklerinin, aptallıklarının ve dangalaklıklarının verdiği sınırsız cesaretle, her konuya burunlarını sokmaktan, bildikleri, bilmedikleri hemen her konuda görüş bildirmekten çekinmeyen iki yakın arkadaştır. Sadece fiziksel görünüşleriyle değil, düşünceleriyle, davranışlarıyla, sevdikleri ve sevmedikleri şeylerle de gülünçtürler. Yerlerinde duramazlar, duramadıkları için de sürekli olarak gülünç olaylarla, gülünç durumlarla ve kişilerle karşılaşırlar. Yani gülünçlükten, gülünç olmaktan başlarını kurtaramazlar. Ama aptallıklarından, kendilerini ve hadlerini bilmediklerinden, pek çok konudaki aymazlıklarından, bönlüklerinden dolayı kendilerini gülünç durumlara soktuklarının, hiç ama hiç farkına varmazlar. Yani bildiklerini de bilmezler, bilmediklerini de bilmezler, hadlerini de bilmezler, işin kötüsü başkalarının onların budalalıklarını gördüklerini, bildiklerini de bilmezler.
Aslında Flaubert’in bu romanı yazmaktan amacı, Bouvard ile Pécuchet’nin kişiliklerinde, hiç hazzetmediği burjuvaziyi, döneminin bilimini, felsefesini, edebiyatını, politikasını gülünç duruma düşürmek ve aşağılamaktır. Flaubert’in o süreçte “En sonunda hıncımı dile getirecek, kinimi kusacak, saframı dökecek, öfkemi fışkırtacağım” demesi bundandır. Çok fazla olay örgüsü olmamakla, biraz temposuz ve ütopik olmakla birlikte, Flaubert’in bizim buralarda çok fazla bilinmeyen ve okunmayan “Bilirbilmezler” isimli romanı, son derece ironik, sözde aydınlara, protez bilgilerle büyüklük taslayan dangalaklara, hadlerini bilmeyen kifayetsiz muhterislere, ona buna afra tafra yapan yarı bilmişlere yönelik olağanüstü bir eleştiridir.
Nasıl ve neden mi? Nasılını ve nedenini Işın Gürbüz’ün dilimize kazandırdığı ve “…mevcut düzene karşı gündelik hayatın kendisinden yola çıkarak muhalefet oluşturmak isteyenlere yol gösteren” eser olarak takdim ettiği “Modern Dünyada Gündelik Hayatlar” isimli kitabında, Fransız yazar, sosyolog, felsefeci ve neo-Marksist Henri Levebvre, bu iki budalanın hikayesiyle ilgili olarak yazdıklarında şunları ifade eder: “Biri dul, öteki bekar; biri daha ziyade çapkın, öteki terbiyeli; her ikisinin de birbirinin aynısı, çok gündelik birer hayatı var. Her ikisi de vakur bir havaya sahip. Hemen hemen aynı anda, yüksek sesle şöyle derler: ‘Kırda olsak ne iyi olurdu!’ İletişim açlığı ve susuzluğu içinde birbirleriyle konuşurlar. ‘Düşünceleri çoğalınca acıları da arttı.’ İki arkadaş Chavignolles’e giderek gündelik hayatı unutmaya, aşmaya çalışırlar. Her girişimin ardından yeniden gündelik hayata dönerler: mutfak, ev, komşular, kadınlar. Zamanlarını tüketmeye ayırırlar. Ekmeği, mobilyaları, şarapları, yemekleri, nesneleri değil, yapıtları, kültürü, bütün kültürü, bütün kitapları tüketirler. Bouvard ile Pécuchet bizi bir kabusun içine, kültürün, kitabın, yazılı şeyin özgürce zorunlu olan tüketiminin içine sokarlar. Bu kabus bizim gündelik ekmeğimizdir. İşte işbaşındalar. Bizimki ile özdeş, örnek bir cesaretle işe koyulurlar. Gösterenlerin arasına dalarlar, yüzerler, onları sürükleyen bu nefis denizi içerler. Soluklanırlar ve yeniden yola koyulurlar. Acıma duymadan, yöntemli bir şekilde her şeyi ele geçirirler: önce tarımbilim (ziraat), sonra kimya, fizyoloji, astronomi ve fizik, jeoloji, arkeoloji, tarih, edebiyat, dilbilim, estetik, felsefe, pedagoji. Pedagoji öğrencileri, doğayı ve tarımbilimi, kimyayı, felsefeyi, vs. öğrendikleri için, devre burada kapanır. Ancak beceriksizce kapandığından bir süre sonra tekrar açılır. Yolculuk sürerken, çember dönmeye devam ederken, Bouvard ile Pécuchet sistemlerle karşılaşırlar. Birçok sistemle: tinselcilik, materyalizm, Hegelcilik. Akılcı olan her şey gerçektir. Mutlak, aynı zamanda hem özne hem de nesnedir. Tanrı gözle görünür bir surete bürünerek, doğa ile eş tözlü bir birlik sergilemiştir. Kendi ölümüyle, ölümün özünü kaybetmiştir; ölüm onun sıfatının içindedir. Fakat aynı zamanda, hataların temel bir nedenden ileri geldiğini, hemen bütün hataların kelimelerin yanlış kullanılmasından kaynaklandığını ileri süren bir mantık sistemi vardır…Bu arada, Bouvard ile Pécuchet, konuyla pek ilgili olmayan izleyiciler olarak, heyecan verici olaylara tanık olurlar: 1848 devrimi, Darbe…Peki, bu imgesel dünya turunun sonunda, ne kazandılar? Kelimeleri, dili, rüzgarı. Ne tükettiler? Yapıtları mı? Pek denemez. Yorumları, incelemeleri, kılavuz kitapları, rehberleri, yani üstdili tükettiler. Böylece üstdili birazcık tanıdılar ve uzmanlaşmış alanlar arasında yollarını iyi kötü bulmayı öğrendiler. Peki ya gösterilenler? Gösterilenler iki kafadarımızın taklit ettiklerini sandıkları Ansiklopediciler için ne anlam taşımıştı? Yalnızca lüks ve zevk. Ansiklopediciler’in dile getirdikleri şey buydu; hatta dile getirdikleri tek şey buydu. İki kafadarımız kelimelerden ve rüzgardan başka hiçbir şeyi görmediler, hiçbir şeyi kavrayamadılar. Kafadarımız Flaubert bunun farkındadır. Ve bu gösterilen, onun gösterdiği şeydir!…Bununla birlikte Bouvard ile Pécuchet aptal değildir. Kendisini onlarla özdeşleştiren Flaubert de. Aptal olmak bir yana, onlar kendilerini yetiştirmek, eğitmek, olgunlaştırmak, geliştirmek istemişlerdi. Bugün, 1968’de yaşasalardı, liberal sol aydınlar olarak koleksiyonlarına varoluşçuluk, Marksizm, teknoloji, sosyal bilimler gibi parçalar ekleyeceklerdi. Que sais-je/Ne değildir? dizisinin kitaplarını yöntemli bir biçimde didik didik edecekler, l’Express’i, Le Nouvel Observateur’ü ve kuşkusuz La Quinzaine literaire’i okuyacaklardı. Ardından doğal olarak Elle, Marie-Claire gelecekti. Devre kapandığı zaman ellerinde yeniden başlamaktan başka hiçbir şey kalmadı. Başta ne iseler tekrar o oldular: yani yeniden birer yazıcı oldular. Yazılı şeyin, hiçbir zaman terk etmedikleri evrenine geri döndüler. Geriye yalnızca yeniden bir miras elde edip başlamak umudu kaldı. Bouvard ile Pécuchet, ölümsüzlüğe yazgılı kişilikler arasında yer alan ünlü çift siz kimsiniz? Bize kendi görüntümüzü sunuyorsunuz. Acı alayın bir tesellisi olarak yazarınız sizinle ilgilenmeden önce yazılmıştınız. ‘Bir zamanlar iki yazıcı varmış…’ Fakat entelektüel cesaretin yardımıyla, bu yazıcı masalı, yazılarla ve üstdille beslenen iki zavallının hikayesi, büyük bir yapıta dönüştü. Yeni bir gülüş doğdu, acı, kapkara bir gülüş. Şu halde siz budala değildiniz; kelimelerin tuzağına yakalanmış, maskelerin ve örtülerin arasında sendelenmiş bir halde iken, aynı zamanda küçük bir deneyim yaşadınız. ‘Bouvard, onu çevreleyen şeyler ile söylenen şeyler arasındaki karşıtlıktan şaşkınlığa düşmüştü, zira her zaman sözler ortamlara tekabül etmek zorundalarmış ve yüksek zekalar büyük düşünceler için varmış gibi görünür…’…Flaubert’in, bu açıkgözün, bu kurnazın, bu sözde-burjuvanın sözde romanında, devrimler başarısızlıkla sonuçlandığında kendilerini nelerin beklediği konusunda insanları nasıl uyardığına bakalım…İnsanın ve insanların kötü olan yarısı bir şeyi değiştirmek ister ve her fırsatta her şeyi değiştirmek gerektiğini ilan eder. İyi olan, kalender olan yarısı, yaşamı olduğu gibi kabul etmeyi doğru bulur.”
İşte böyle bir şey! Flaubert’in 1850’ler de, 1870’lerde anlattıklarıyla, Levebvre’nin 1968 olayları sonrasının Fransa’sıyla ilgili olarak yazdıklarıyla, yani o zamanların gündelik hayatlarıyla, o hayatı yaşayanların yaptıklarıyla, ettikleriyle, düşündükleriyle: günümüz dünyasının, günümüz Türkiye’sinin günlük hayatı, bu hayatın kimi kahramanları arasında sanırım çok fazla bir fark yok.
Bugün ülkemizde olanlar ve yaşananlar, geçmişte bir zamanlar, bir yerlerde yaşananların sadece bir çeşitlemesi. Ve günümüzde, hemen her alanda karşılaştığımız, bazı sözde aydınlar, yani bilir bilmezler, bilir söylemezler, bilmez söyleyenler de, herhalde Flaubert’in, Bouvard ile Pécuchet’sinin sadece birer çağdaş karikatürüdür.
Son bir söz. Onu da “Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i” adlı kitabında Karl Marks söylüyor: “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi ikincisinde komedi olarak.” Sanırım bugün biz ülkemizde arzı endam eden bazı “bilirbilmezlerin” şahsında, bunun hem bir trajedisini, hem de komedisini yaşıyoruz.