“956’nın Kasımında Fidel de içlerinde 82 kişi Granma Gemisinden denize indi. 956’nın Kasımında Küba kıyılarına sokulan Granma gemisinden denize inip yarı bellerine kadar suya gömülü ve silahlarını başlarının üstüne tutarak ve ansızın ve bir anda açılan top ve mitralyöz ateşi altında karaya çıkıp ve karanlıkları polis köpekleri gibi koklayan araştıran ışıldaklardan sakınarak ve sarıldınız teslim olun seslerini ve iri kurbağaları çiğneyip bataklıklara ve şeker kamışı tarlalarına dalarak ve palmiyelerle hindistancevizi ağaçlarının ardı sıra tepeleri tırmananlar Sierra dağında buluştu. Fidel de içlerinde 82’nin 12’si sağ kalmıştı. Fidel de içlerinde 12 kişiydiler. 56’nın Kasımında Fidel de içlerinde 150 kişiydiler. Aralığında 56’nın Fidel de içlerinde 500 kişiydiler. Şubatında 57’nin Fidel de içlerinde 1000 oldular, 5000 oldular Fidel de içlerinde. Fidel de içlerinde bir milyon yüz milyon bütün insanlık oldular, yıktılar Batista’yı 959’un Ocağında ve elli binlik orduyu ve şekerkamışı milyonerlerini, yerlisini de, Yankisini de ve tütün ve kahve milyonerlerinin yerlisini, de Yankisini de ve kışlaları ve önlerinde cesetler çürüyen karakolları ve eroin toptancılarını ve kumarhaneleri ve Birleşik Amerika Devletleri hava deniz ve kara kuvvetlerini ve Birleşik Amerika Devletleri dolarını ve Küba’nın havasında ağır çiçek kokularına karışık leş kokusu dağıldı, yani Birleşik Amerika Devletleri kokusu…”

Bu dizeler Nazım Hikmet’e ait. 1961 yılının Mayıs ayında Küba’ya ilk gittiğinde yazmış bu dizeleri. Şiirin ismi ‘Havana Röportajı.’ Ne alaka diyeceksiniz. Alakası şu; Türkiye’de akademik düzeyde anayasa kavramı ve kurumu üzerine çalışanlar dışında kalanlar genellikle Batı Anayasalarıyla ilgilidirler. Bunu anayasalar üzerinde çalışma yapan kurum ve kuruluşlar için de söylemek mümkündür. Türkiye’de kurumlar ve kuruluşlar düzeyinde Batı Anayasaları dışında bir başka anayasayı, örneğin Küba Anayasası üzerine etkinlik düzenleyen ilk kurum Ankara Barosu olarak biz olduk. Anılarımın bu bölümüne Nazım Hikmet’in ‘Havana Röportajı’ isimli şiiriyle başlamamın nedeni budur.

Nereden veya nasıl aklımıza geldi de yaptık bu etkinliği? Anlatayım. 2008 yılının Şubat ayında o tarihlerde Küba’nın Ankara Büyükelçisi olan Ernesto Gomez Abascal beni ziyarete geldi. Yanında Küba Dostluk Derneği Başkanı Jose Marti de vardı. Büyükelçi Abascal Küba Anayasası’nın Ankara Barosu avukatlarına tanıtılmasıyla ilgili olarak ortak bir etkinlik yapma önerisinde bulundu. Öneri bana ve yönetim kurulu üyesi arkadaşlarıma da çekici geldi. Anayasa hukukuyla amatör düzeyde de olsa ilgilenen bir kişi olarak, Küba Anayasası hakkında benim de herhangi bir bilgim yoktu. Etkinliğin 13 Mart 2008 tarihinde yapılmasını kararlaştırdık. Etkinliğe katılanlara Küba Dostluk Derneği tarafından Türkçeye çevrilen Küba Anayasası’nı dağıttık. Etkinlik kapsamına Küba müziğinden oluşan bir dinleti koyduk. Yine katılanlara Nazım Hikmet’in kendisinin okuduğu Havana Röportajı isimli şiirin fon oluşturduğu bir film izlettik. İstanbul Barosu avukatlarından Ayhan Erdoğan’ın da konuşmacı olarak katıldığı panelin açılışında Ankara Barosu’nun o tarihteki başkanı olan ben aşağıdaki konuşmayı yaptım;

(…)

‘… Biz daha ziyade Batı Anayasalarıyla ilgiliyiz, oysa dünyada sosyalist ülkeler de vardır, bu ülkelerin içerisinde elbette en önemlilerinden bir tanesi Küba’dır. Küba Anayasa’sını tanımak anayasa ile ilgili tartışmaların, yeni birtakım çalışmaların yapıldığı ülkemizde belki bize bir başka açı kazandırabilir. Bu bir yana, hukukçu olarak, entelektüel olarak, siyasetle ilgili kişiler olarak dünya anayasaları hakkında herhalde bilgi sahibi olmak, fikir sahibi olmak zorundayız.

Havana Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan ve bir süre avukatlık da yapan Küba’nın karizmatik lideri Fidel Castro’nun, içlerinde Ernesto Che Guevara’nın da bulunduğu 12 arkadaşıyla birlikte meşruluğunu yitirmiş, yolsuzluklara bulaşmış, baskıcı Batista yönetimini devirmek için başlattığı mücadele 1959 yılı başında başarıya ulaşmıştır. Böylece kurulan bağımsız ve egemen sosyalist Küba İşçi Devleti, Sovyetler Birliği’nin dağılmasına, diğer bütün sosyalist ülkelerin rejim değişikliği yaparak Batı bloğuna katılmalarına, Amerika Birleşik Devleti yönetimlerinin başarısızlıkla sonuçlanan Domuzlar Körfezi çıkarması, deniz ablukası gibi Castro rejimini devirmek için yaptığı tüm askeri, siyasi ve ekonomik baskı ve ambargolara rağmen günümüze kadar dimdik ayakta kalmıştır.

“sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin / işin kolayına kaçmadan ama / gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil / ne de ak örtüde elmaların / ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolaşan kırmızı balığınkini / sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin / 1961 yazı ortalarındaki Küba’nın resmini yapabilir misin / çok şükür çok şükür bugünü de gördüm, ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat / yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin …”

Nazım Hikmet’in bu güzel dizelerinde ifade ettiği gibi Küba Devrimi, benim ve benim kuşağım için “Abidin’den yapmasını istediğimiz mutluluğun resmiydi.” Biz ve bizim gibi düşünenler için o mutluluktan geriye sadece hüzün kaldı. Oysaki mutluluğun resminin yapılmasını istediğimiz o yıllar, Marksist gelenekten gelen, bu öğretiyle yetişmiş, buna inanmış pek çok kişi gibi, benim de, tarihi engelsiz bir ilerleme olarak gördüğüm yıllardı. O yıllar, solun umutlarının daha henüz ihanete uğramadığı yıllardı. O yıllar, dünyanın biçim verilebilirliğine olan aşırı ve içten inancı yüzünden solun henüz bedel ödemediği yıllardı. O yıllar, bilimsel bir umutla bin yılcılığın o bilinen karışımı, dünyanın yeni baştan kurulabileceği ve insanların da temelde biçim verilebilir ve hatta mükemmelleştirilebilir oldukları inancıyla yoğrulduğumuz yıllardı. Ama o yıllar artık geride kaldı. Dünya değişti, çok değişti. Biz de değiştik. Kuşkusuz Küba’da değişti, değişiyor, daha da değişecek. Ama bugün için değişmeyen bir gerçek var; bir teselli var; o da, sosyalist bir ülke olarak Küba’nın varlığını sürdürüyor, şairin dediği gibi “Baki kalan bu kubbede hoş bir seda olarak” varlığını koruyor olmasıdır.

Belirsizlik, değişimin sonucudur. Geçmişte, özellikle Marksist gelenekte değişim, kestirebilme, öngörebilme, kesinlik ve ilerleme ile birlikte düşünülürdü. Dünyanın dönüşümü, araçlar ve amaçlar bilinebilir, öngörülebilir, kavranabilirdi. Geride bıraktığımız yirminci yüzyılın deneyimlerinin ardından, bugün hangi belli aracın, hangi belli sonuca yol açacağından ya da bugünün çözümünün yarının sorunu olup olmayacağından emin olmak artık eskisi kadar pek kolay değil. Zira Marks’ın “değişmeyen tek şey değişimdir” dediği değişim, artık düz bir çizgide ilerlemiyor, zikzaklar çiziyor, sıçramalarla bazen ileri, bazen de geri gidiyor. Ama öyle de olsa, Nietzsche’den bu yana yankılanan, tarihin sonunun geldiğine ve büyük dönüşümlerin artık geçmişte kaldıklarına inanmayı zorlayan popüler kültüre çok da fazla itibar etmemek gerekir. Zira gelecekte neyin ne olacağı, nasıl olacağı pek o kadar kesin ve çok belli değildir. “Socialism For A Sceptical Age/Bir Kuşku Çağı İçin Sosyalizm” isimli eserinde. R. Miliband’ın ifade ettiği üzere; “kapitalizmin tamamen dönüştüğü ve insanoğlunun ulaşabileceği en iyi ideolojiyi temsil ettiği düşüncesi, insan ırkının üzerindeki korkunç bir lekedir.”

O nedenle, kapitalizm karşıtı bir tasarım olarak sosyalizmin, sadece beşeri gelişmenin piyasa bireyciliğinin ötesine geçebileceğinin hatırlatıcısı olarak hizmet ettiği için varlığını sürdürmesi kaçınılmaz gibi görünüyor olsa da,, bir gün bir şeylerin değişmesi, bazı düşüncelerin, tercihlerin geri dönmesi de pekâlâ olasıdır. Bu da herhalde kapitalizmin, iktisadi hayatın uluslarüstü niteliğinin artmasına, yani küreselleşmesine bağlı olarak kendini dönüştürmesinde olduğu gibi; sosyalizmin de küresel sömürü ve eşitsizliğin eleştirisine dönüştürülen bir süreçle birlikte mümkün olacak olmasıdır. Ama bu aşamada görünen o ki, varlığını sürdürecek ve belki de geri dönecek olan sosyalizm; Sovyetler Birliği’nin bürokratik otoriteryanizmi değil, Leninizm’den, Stalinizm’den ve Marks’ın iktisadi determinizminden soyutlanarak yeniden yorumlanacak olan Marks’ın hümanist yorumu olacaktır. Louis Althusser’in değişiyle Marks’ın “masum okunması” durumunda, Marksizm’in özü ve içeriği böyle bir yoruma uygundur.

Nitekim hünümüzden yaklaşık 200 yıl önce doğup yaşayan Alexis de Tocquevile; “Sanki yeniymiş gibi dünyayı hep büyüleyerek ve şaşırtarak ve insanoğlunun doğurganlığına değil de, insanların unutkanlığına tanıklık ederek, bu kadar çok ahlak ve politika sisteminin birbiri ardına bulunması, unutulması, yeniden keşfedilmesi, kısa bir süre sonra yeniden ortaya çıkmak üzere, tekrar unutulması inanılır gibi değil.” derken esasen buna işaret etmektedir.

Sözlerime, tüm insanların birbirlerine arkadaş, dost, kardeş, anne, baba gibi genel insanlık bağları ile bağlı olduğunu anlatan İngiliz metafizikçi şair John Donne’un şiiriyle son vereceğim:

“Hiç kimse bir adanın tamamı değildir;/Her insan kıtanın, esasın bir parçasıdır;/Bir kimsenin ölümü beni hüzünlendirir,/ Zira ben insanoğlunun bir üyesiyim/ Ve bu yüzden çanın kimin için çaldığını asla söyleme;/ O çan senin için çalıyor.”

Biz yönetilenlerin, ayrı ayrı ülkelerde yaşayan insanların, dünya yurttaşlarının bu duyguları paylaşmaması mümkün mü? Elbette değil. Yeter ki Pierre Bourdieu’nun, Marks’ın meşhur bir ifadesinden hareketle dediği gibi; “öyle bir toplum hayal edin ki, içinde politikacılar değil, başka etkinlikler yanında politikayla da ilgilenen insanlar olsun.”

(…)

Benden sonra kürsüye gelen Küba Büyükelçisi Abascal yaptığı konuşmayla etkinliğe zenginlik kattı. Abascal ilgi çekici konuşmasında şunları söyledi;

(…)

‘Öncelikli olarak Ankara Barosu Başkanına çok teşekkür etmek istiyorum. Bize bugün, bu imkânı sağladığı için, sizlerle bir araya gelmemizi sağladıkları için. Ve ayrıca Küba Dostluk Derneği’ne de Küba Cumhuriyeti Anayasa’sını Türkçe olarak basımını üstlendikleri, bunu yaptıkları için çok teşekkür etmek istiyorum. Evet, ben hukukçu değilim, o yüzden çok kısaca konuşmaya çalışacağım, ama en azından ülkemin tarihini biliyorum ve Küba Anayasa’sı da elbette ülkemin tarihi ile çok alakalı bir konu. Bu Anayasamız da, şu an elimizde bulunan Anayasa da zaten tarihi bir sürecin ürünü olarak karşımıza çıkmıştır. Tabii ki, mutlaka, eleştirme, kıyaslama eğiliminde bulunuyoruz ister istemez. Buradaki Anayasa metniyle Türk Anayasası metni belki karşılaştırılabilir, yani tabii çok mantıklı bir şey bu. Ama şu uyarıda da bulunmadan geçemiyorum, tamamen farklı tarihi süreçlerden geçmiş iki ülkeyiz. Türkiye milyon yıllık tarihe sahip, çok büyük bir ülke, Küba, tarihi oldukça kısa olan bir ülke. Türkiye’nin bir imparatorluk geçmişi var, Küba’nın böyle bir deneyimi yok. Türkiye, Küba’nın 7 katı büyüklüğünde bir ülke, 73.000.000 nüfusu var Türkiye’nin, Küba’nın ise 11.000.000 nüfusu var. Yine Türkiye’nin 81 ili var, Küba’nınsa 14 eyaleti var. Tabii ülkemin siyaseti de bu tarihi nedenlerle belirlendi diyebilirim. Bizim küçük bir ada ülkesi olmamız ve Amerika Birleşik Devletleri kıyılarının çok yakınında bulunmamız da tarihimizde çok önemli bir yer tutuyor. Küba ulusu olarak kendi kimliğimizi bulmamız 19. Yüzyılın ortalarına dayanmaktadır. O dönemlerde İspanya’nın bir sömürgesiydik. Kübalıların İspanyollara karşı verdikleri bağımsızlık mücadeleleri de 1868 yılında başladı. Küba, tüm Amerika Kıtası genelinde İspanya’nın sömürgesinden kurtulan en son ülke oldu. Kıtanın genelindeki bütün ülkeler 18. Yüzyılın sonları ve 19. Yüzyılın başları itibariyle yavaş yavaş bağımsızlıklarını kazanmaya başladılar. En son Küba kaldı ve İspanya’dan bağımsızlığımızı almak için vermiş olduğumuz ulusal bağımsızlık savaşımız 1868 yılında başladı, 1898 yılında son buldu. Ve 19. yüzyılın başları itibarıyla da Amerika Birleşik Devletleri Küba’yı ele geçirme niyetinden ve kendi topraklarına dahil etme planından bahsetmeye başladı. Bu kesinlikle Küba’nın bir propagandası değildir, bunu Amerikan tarih kitaplarında da bulabilirsiniz, hatta bu fikir Amerikalı Başkan Jefferson’ın beyanları içerisinde de yer almaktadır. Yani 30 yıl boyunca Kübalılar, İspanyollara karşı bağımsızlıklarını kazanmak için savaştılar, daha sonra da Amerikalılara karşı bu bağımsızlık mücadelesini vermeye başladılar. İspanyollara karşı verilen bağımsızlık savaşı süresi içerisinde dört kez anayasa değişikliği yapıldı, dört ayrı anayasa onaylandı. O dönem tarihi öneme haiz bir dönemdir. Çünkü o dönemde bir ulusal bağımsızlık savaşı verilmekteydi. Biz bu ilk Anayasamızda, köleliği kaldırdık ve herkese özgürlük hakkı tanındık. Çünkü o dönemde hâlâ kölelik sistemi devam ettiriliyordu. Ve 1898 yılında Küba artık tam İspanyolları yenmek ve bağımsızlığına kavuşmak üzereyken Amerika Birleşik Devletleri’nin bir askeri müdahalesi oldu. Ve bu Amerikan işgalinin, askeri işgalin altında 1901 yılında bir anayasa kabul edildi. Bu Amerikan işgali ile onaylanan bir anayasaydı. Kübalılar 30 yıl boyunca ulusal bağımsızlıkları için çabaladıkları ve savaştıkları için Amerika Birleşik Devletleri’nin bu arzusunda inat etmesi pek anlamlı olmadı. Amerikalılar geri çekilmek için bazı şartlar koştular. Bu şartlardan bir tanesi de bir anayasa kanununu ve bu kanunun da mutlaka Anayasaya dahil edilmesi ve bunun geçerli olmasıydı. Ve 1901 Anayasaya giren bu metin de “Plat Kanunu” olarak bilinmekte ve bu kanun içerisinde de Amerikalılara ihtiyaç gördükleri takdirde Küba’ya müdahalede bulunabilme hakkı tanınmaktadır ve ayrıca aynı kanun çerçevesinde Amerikalılara askeri üst kurmaları için gerekli toprak teminin sağlanması öngörülmekteydi. Ne yazık ki, tüm dünyanın tanıdığı o meşhur “Guantanamo Üssünün” hikâyesi de bu zamana dayanmaktadır ve Amerikalılar hâlâ Guantanamo Üssünü illegal bir şekilde işgal etmektedirler. Bunu Kübalıların rızasını almaksızın ve Anayasasına karşı gelerek yapmaktadırlar. Ne yazık ki, burası bir askeri üsten daha ziyade bir işkence merkezi ve toplama kampına dönüştürülmüştür. 1930 ve 1933 yıllarında Küba’da, hükümete ve Amerika’nın Adadaki mevcudiyetine karşı bazı ulusal ayaklanmalar oldu. Amerikalı birlikler belki Küba’dan ayrılmışlardı ama Guantanamo Askeri Üssünde bazı birliklerini hâlâ orada muhafaza etmekteydiler ve onun dışında da Küba’nın hemen hemen tüm ekonomisi Amerikalıların elindeydi, hatta Amerikan Büyükelçisi de kimin başkan seçileceğine dair bütün konularda söz sahibiydi. 1930’lu yıllarda meydana gelen bu ulusal ayaklanma, 1930 Devrimi olarak tanımlanmaktadır. Bu ayaklanmayla da “Plat Kanunu” Anayasamızdan çıkartılabilmiştir. Ve 1940 yılında daha çok gelişmiş ve sosyal karakterde bir anayasanın onaylanması mümkün olmuştur. Aslında 19. yüzyılda Küba’da verilen devrimci mücadele ile bunun arasında gerçekten çok ciddi, çok sıkı bir bağlantı vardır ve o dönemden gelen çok bağımsızlıkçı güçlü fikirler, düşünceler baskındı ve bunlar içerisinde de fikirleri en hâkim olanlardan bir tanesi de Jose Marti’ydi. Ve tüm bu süreçlerden geçerken de bütün güçlerin birleştirilmesi ve gerçek bağımsızlığa ulaşılması için böylece tecrübelerimiz de birikerek geldi. Bu durum 1950’li yıllara kadar sürdü ve 1950’li yıllar itibariyle de Fidel Castro’nun önderliğinde ilerleyen bir ulusal ayaklanmaya kadar sürdü. Bu ayaklanma sonrasında, yolsuz siyasetçileri ile siyasi ve Amerika Birleşik Devletleri’ne bağımlılık tamamen ortadan kalktı. Yani bizim devrimimiz gerçekten, çok derin bir devrim oldu. Çünkü sistem tamamen değiştirildi. Ve o dönem itibariyle üzerinde çalışılan Anayasa da 1940 Anayasası temel olarak ele alındı ama ona farklı kanunlar eklenerek bazı değişiklikler yapıldı. Ve 1976 yılına kadar o Anayasa muhafaza edildi, 1976 yılı itibariyle Anayasamız tamamıyla değişti, farklı unsurlar eklendi ve 1976 Anayasası şeklini böylece aldı. Metin olarak baktığımız zaman da şu anda elimde tuttuğum kitabın içerisinde yer alan metinle 1976 Anayasası hemen hemen aynıdır. 1976 yılında kabul edilen Anayasa metni daha sonra birkaç değiştirmeye maruz kaldı ama tamamen halka, iktidarın halkın elinde olduğu bir değişikliğe vesile olan bu Anayasa yapıldı ve bu anayasa ülkemizde de bir halk iktidarının kurulmasını getirdi. Anayasamız sosyalist bir sisteme dayanır. Anayasamız tamamen bu ihtiyaçlara cevap veren bir anayasadır.

(…)

Küba Büyükelçisi Abaskal’ın da işaret ettiği gibi Küba Anayasası, sosyalist ilkelere dayanan bir anayasadır. Bu yönüyle özeldir, farklıdır, anayasa tarihi ve hukuku yönünden de son derece önemlidir. Küba halkının yüzde 97,7’sinin oyuyla kabul edilen Küba Anayasası’nın Birinci Maddesi; ‘Küba bağımsız egemen bir sosyalist işçi devlettir; siyasi özgürlük, sosyal adalet, bireysel ve kolektif refah ve insani dayanışma adına herkesin katılımı ile ve herkesin iyiliği için örgütlenen birleşmiş ve demokratik bir cumhuriyet olarak kurulmuştur’ hükmünü içerir. 137 maddeden oluşan Küba Anayasası’nın ikinci maddesine göre ‘Küba devletinin ismi Küba Cumhuriyetidir. Resmi dili İspanyolcadır ve başkenti Havana’dır.’ Küba Anayasası’nın ‘Devlet din özgürlüğünü tanır, saygı gösterir ve güvence altına alır. Küba Cumhuriyeti’nde dini kurumlar devletten ayrılır. Farklı inançlar ve dinler aynı saygıyı görürler’ diyen 8.maddesi hükmüne göre Küba Cumhuriyeti laik bir devlettir. Marksizm-Leninizm ve Marti’nin fikirlerinin takipçisi ve Küba ulusunun örgütlü öncüsü olan Küba Komünist Partisi, toplumun ve devletin en yüksek liderliğini temsil eder. Parti, sosyalizmin inşası ve komünist topluma doğru ilerleme hedeflerine yönelik ortak girişimleri örgütler ve yönlendirir. Halk iktidarı Ulusal Meclisi devlet iktidarının en üst organıdır ve tüm halkın egemen iradesini temsil ve ifade eder. Anayasa temel hakları kabul etmekle birlikte bunların teminatı konusunda oldukça esnek bir düzenlemeyi içerir. Mahkemeler, tüm diğer sistemlerden işlevsel olarak bağımsız şekilde kurulmuş olan bir kamu kurumları sistemi oluşturur ve yalnızca Halk iktidarı Ulusal Meclisi ile Devlet Konseyi’ne tabidirler. Yüksek Halk Mahkemesi, en önemli yargı makamıdır ve kararları nihaidir. Bu ve anayasada yer alan diğer düzenlemelere göre yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı hususu oldukça sorunludur.