ANILARIMDAN BİR SAYFA – ANKARA BAROSU’NUN ELLİ YILLIK İKİNCİ KEZ BARO BAŞKANLIĞI’NA ADAY OLMAMA GELENEĞİNE BAŞ KALDIRDIĞIM VE İKİNCİ KEZ BARO BAŞKANLIĞI’NA ADAY OLDUĞUMU AÇIKLADIĞIM 27 NİSAN 2006 TARİHLİ TOPLANTIDA YAPTIĞIM KONUŞMA –

27 Nisan 2006 günü Türk-İş Konferans Salonu tıka basa doluydu. Bana karşı olanlar da, beni destekleyenler de oradaydı. Attila Sav, Sadık Erdoğan, Semih Güner, Ünsal Toker, Erdal Merdol, Hakkı Süha Okay başta olmak üzere baronun bütün ağır abileri en ön sırada yerlerini almıştı. Toplantı başlamadan önce Attila Sav yanıma geldi ve Önder Bey’in mesajını iletti. Mesaj şuydu; ‘bir daha aday olmasın, geleneğe saygılı olsun.’ Ben de kendisine ‘artık bu saatten sonra geri dönmem mümkün değil’ şeklinde cevap verdim.

Aslında ben ikinci kez aday olmayı istemiyor, geleneğe bağlı kalmayı düşünüyordum. Ama o kadar çok üstüme gelinmişti ki, bir daha aday olmam benim yönümden bir onur meselesi haline gelmişti. Zira bana muhalif olan grup ‘geleneği nasıl çiğner, haddini bilsin’, ‘aday olsun da dersini alsın’, ‘gelenek onu boğacak’, ‘aday olsun da haddini bildirelim’ şeklinde sözler söylemek suretiyle hem beni kışkırtıyor, hem de bana meydan okuyordu. Ayrıca yeniden aday olmam konusunda üzerimde çok da baskı vardı.

Toplantıdan önce bastırdığımız, seçildiğimiz tarihten o güne kadar olan faaliyetlerimizi içeren kitapçığı dağıttık. Demokratik Sol Avukatlar Grubu’nun kurulduğu tarihten itibaren belki de en önemli toplantısı için artık her şey hazırdı. Herkes heyecanlıydı, herkes gergindi. Ama en heyecanlı, en gergin olan bendim. Zira o gün orada ‘bir defa başkan olanın, bir daha başkan adayı olmaması’ yönündeki Ankara Barosu Demokratik Sol Avukatlar Grubu’nun 50 yıllık geleneğine baş kaldıracaktım.

Bu koşullar altında kürsüye çıktım, herkesin dikkatle ve merakla beklediği ve dinlediği aşağıdaki tarihi konuşmayı yaptım; 

(…)

‘Marquez’in ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ romanını okuyanlar bilirler. Nice ihtilallerden, yengiden, yenilgiden, başarıdan, başarısızlıktan, umuttan, umutsuzluktan sonra Albay Buendia köşesine çekilmiş, her sabah bozduğu, ortalığa döktüğü gümüş balıkları yeniden yapmaya başlamıştır. Günleri ve geceleri böyle eritmektedir. Bir gün yanındakilere, bugün günlerden ne diye sorar. ‘Salı’ derler. Albay kızgın bir ifade ile ‘bugünün dünden ne farkı var? Hiçbir farkı yok. O zaman dün de Salı’ydı. Ondan önceki gün de Salı’ydı. Yarın da Salı. Her gün Salı’ der.

Bakın çevrinize. Fikir düzeyinde, dünyaya bakış anlamında, dünyayı anlama ve yorumlama bağlamında, her günü ‘Salı’ olarak yaşayan çok sayıda insan görürsünüz. Bu insanlar, sadece her günü ‘Salı’ olarak yaşamıyorlar. Daha da kötüsü 1940’ların, 1950’lerin dünyasında yaşıyorlar. Hep Salıların ve daha hala 1940’ların, 1950’lerin değerlerini savunuyorlar.

Dünyanın değiştiğini anlamamakta, görmemekte ve kendilerini değiştirmemekte ısrarlılar. Oysa dünyanın yeni koşullarına uyum sağlamak için gerekli olan donanımları edinmenin tek yolu, insanın kendisine ait özellikleri geliştirmesinin tek yolu değişimdir.

Heraklit ‘aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz’ der­ken değişime işaret ediyordu. Buddha ‘Her merhaba yeni bir vedanın başlangıcıdır. Hayatta hiçbir şey kalıcı değildir’ derken değişime vurgu yapıyordu. ‘Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş / Her gün bir yere konmak ne güzel/Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş / Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım’ diyen Mevlana da değişime işaret ediyordu.

Marksist gelenekten gelen arkadaşlarımız iyi bilirler. Solun, solcuların referansı olan Marks’ın yaptığı nedir? Değişimin felsefesini yapmaktır. Onun için Marks, felsefesini değişimin üzerine inşa etmiştir. Doğru da yapmıştır. Zira değişmeden ayakta kalabilmek mümkün değildir. Bakın doğaya, değişmeyen ağaç, değişmeyen çiçek ölüyor. Değişmeyen, kendisini değiştirmeyen, dönüştürmeyen insanlar da, toplumlar da, devletler de, kuruluşlar da ayakta kalamıyorlar. İnsanlık tari­hi bunun trajik örnekleri ile doludur.

Değişim korkusu, dünyayı bilmemekten ileri gelir. Dünyayı yeterince bilmeyince, neden değişimin gerekli olduğu, vazgeçilmez olduğu, yaşamsal olduğu anlaşılamaz. Öyle olunca da, değişimden söz etmenin gereksiz bir ‘kendinden vazgeçme’ olduğu düşünülür. Oysa dünya, değişmeye çalışan ve ancak değiştiği oranda ‘kendisi olarak kalabilen’ binlerce insanla doludur.

Her çağda ve hemen her toplumda, düşleri gerçeklerle, hayalleri yaşamla buluşturan insanlar çık­mış ve ülkelerinin kaderlerine hükmetmişlerdir.

Üstün yetenekli, özel donanımlı bu insanlar, kendi toplumlarının insanlarına güç vermişler, cesaret vermişler, örgüt­lenme enerjisi vermişler, doğru politik ve pozitif hedefler göstermişlerdir. Siyaset dilinde buna vizyon diyorlar.

Bizim için daha hala ulaşılması gereken bir değer olan Atatürk’ü anlatmak için söyledim bütün bunları. Atatürk’ün kendisi diyor ki, ‘Ben arkamda hiçbir dogma bırakmıyorum. Ben kendi çağımın gerektirdiği doğruları yaptım. Ey yükselen yeni kuşak! Cumhuriyeti biz kurduk, siz yüceltecek ve devam ettireceksiniz’.

Şimdi, her günü ‘Salı’ olarak yaşayanlar, Büyük Atatürk’ü de sadece ‘Salı’ da yaşatıyorlar. Cumhuriyetin demokratikleşme yönünde evrilmesinin, tam da Atatürk’ün söylediği ve hedef gösterdiği bağlamda Cumhuriyetin yücelmesi olduğunun ayırtında olmayanlar, Atatürk’ün Serbest Fırkayı kur­durmakla, Cumhuriyeti demokrasi yönünde geliştirme düşüncesinde olduğunu, özgürlüğü sadece yurttaşlıkla özdeşleştiren Cumhuriyet kültürünü değil, çeşitliliği savunan, insan hakları ile yurttaşın ödevlerini karşıt kutuplara koyan demokratik kültürün gerçekleşmesini hedeflediğini anlamayacak kadar tarih bilgisinden ve bilincinden yoksun ve Atatürk’ü yorumlamaktan aciz olanlar, benim Cum­huriyetin demokratikleşme yönünde evrilmesi gerekir yönünde yazdığım bir yazıyı malzeme olarak kullanıp, beni Cumhuriyetçi olmamakla, İkinci Cumhuriyetçi olmakla suçluyorlar.

Biz Cumhuriyetçiliğimizi, Atatürk’e olan bağlılığımızı kimseyle, ama hiç kimseyle yarıştırmıyoruz, yarıştırmayız da. Ama eğer yarıştıracaksak, esas Cumhuriyetçi, esas Atatürkçü olan biziz beyler, kırmızıçizgileri olanlar değil.

Karl Popper’in özlü ifadesiyle “insanlar şaşılacak ölçüde telkine gereksinim duyuyorlar. Sizler, her şeyi biliyor olabilirsiniz, ama ben hiçbir şey bilmiyorum. Ben ve benim gibi düşünenler, sadece tahmin ediyoruz. En sağlam bilgimiz, üç bin yıllık bir süreç içinde insanlık olarak yarattığımız büyük doğa bilimsel bilgimizdir. O da, sadece tahminlerden ve varsayımlardan ibarettir. Kesin bilgi isteyen ve onsuz olamayacağına inanan insanlar, tehlikeli ölçüde telkine gereksinim du­yan insanlardır. Bu konumdaki insanlar, kesinlik, güvenlik, otorite, lider olmaksızın yaşamaya cesareti olmayan insanlardır. Çocukluk çağında kalmış olan insanlardır. Ama kesin bilgi, mutlak doğru diye bir şey yoktur. Bilim doğruluk arayışıdır, kesinlik arayışı değil­dir. Doğruluk, gerçeklik ise, mutlak doğruluk, mutlak gerçeklik değildir. Doğruya yaklaşabiliriz, ama mutlak doğruya, kesinliğe asla ulaşamayız. Bilim sorunlarla başlar. Sorunları akılla, yaratıcı kuramlarla çözmeye çalışır. Çoğu kuram esasen yanlıştır veya doğruluğu denetlenemez. Değerli olduğu düşünülen denetlenebilir kuramlarda hata aranır. Hataları bulmaya ve gidermeye çalışırız. Hatalardan ders alarak, dersler çıkararak ilerleriz. Düşünen insanlar olarak hepimizin görevi, doğru olanı bulmaktır. Doğru olan, mutlak ve nesnel­dir, ama elimizde ya da cebimizde değildir. Sürekli olarak aradığımız, çoğu zaman zor bulduğumuz bir şeydir. Doğru olana yaklaşımımızı sürekli olarak iyileştirmeye çalışırız. Doğru olan, eğer mutlak ve nesnel olmasaydı, yanılmazdık. Dahası, yanılgılarımız da, doğrularımız da hep aynı olurdu.”

Fikirlere, çatışan fikirlere gereksinmemiz vardır. Bu fikirleri nasıl eleştirip, iyileştirip, eleştirel ola­rak sınayabileceğimize dair fikirlere gereksinmemiz vardır. Onun için ve çürütülene kadar kuşkulu fikirleri dahi hoş görmeliyiz. Çünkü en iyi fikirler bile kuşkuludur. Kuşkusuz olan bir şey varsa, o da, hiçbirimizin, karşısında hazır olda durmak zorunda olduğumuz bir fikir olmamasıdır.

Askerlerden daha asker oldukları için kırmızıçizgileri olanlar, hakikat tekeline sahip olduklarını sanan, askerlerimizden daha asker sivillerimiz iyi dinlesinler.

Bir asker, Genel Kurmay Başkanı Sayın Özkök Paşa bakın neler söylüyor:“Sizlere tavsiyem, hiçbir zaman herhangi bir konuda ileri sürülen bir fikre karşı önyargıyla hareket etmeyiniz. Çok aykırı fikirlerle karşılaşabilirsiniz, hele bu fikirlere vatan haini bir düşünce gibi çok iddialı bir önyargıyla yaklaşırsanız, fikirlerden istifade marjını daha başlangıçta sıfırlamış olursunuz. Asimetri yaratacak fikirlerden ürkmeyiniz. Bazen onlara bakar yanlış, bazen de çok doğru olduğumu­zu anlayabiliriz.”

Alice Harikalar Diyarında’yı okuyanlar, Alice ile kedi arasındaki şu diyalogu iyi bilirler. Alice, kedi­ye sorar: ‘lütfen, hangi yöne gitmemiz gerektiğini söyler misin?’ Kedi yanıt verir : ‘Bu, büyük ölçüde nereye varmak istediğine bağlı’.

Bugün burada hangi yöne gitmemiz gerektiğini belirlemek için toplandık. Herkesin kafasında kuş­kusuz gidilecek yönle, varılmak istenilen yerle ilgili bir fikir vardır. Ama ben çoğumuzun yönünün de, varmayı istediği yerin de aynı olduğuna inanıyorum.

Şimdi ben bu konularla ilgili düşüncelerimi açıkça, içtenlikle ifade edeceğim. Kimse, kimseyi teh­dit etmesin. Kimse kimseyle iktidar yarıştırmasın. Hiç kimse, ama hiç kimse kişisel hesap yapmasın. Kırmızıçizgi çizmesin. Çıksın buraya düşüncesi ne ise, önerisi ne ise, buraya çıksın, burada açıkça söylesin.

Takip edenler, İngiliz İşçi Partisi başkanlığına seçildiği kongrede Tony Blair’in, partisi ile ilgili ola­rak; ‘Bir parti kurulduğu günden itibaren eğer hiçbir değişiklik göstermemiş ise, o parti, parti olmak­tan çıkmış, abide olmuştur’ dediğini anımsayacaklardır.

Demokratik Sol Avukatlar Grubu, eğer kurulduğu gündeki gibi kalmış olsa idi, kuşkusuz abide olurdu. Bugün yaşamasının, bugün ayakta olmasının, bugün bu Baroda hala kabul ve destek görmesinin ne­deni, kurulduğu günden itibaren kendisini değiştirmiş olmasıdır, değişen koşullara bağlı olarak kendisini yenilemiş olmasıdır.

Yenilenmeye bir kez daha gereksinim olduğu geçen seçim sonuçları ile ortaya çıkmıştır. Zira Baroda Birlik Grubu geçen seçimde oyunu 1700’e çıkardı. Aramızdaki oy farkı geçen seçim bağlamında 400. On beş, yirmi gün önce yaptıkları önseçime yaklaşık 1500 katılım oldu. Bunu iyi okumak gerekir.

Geçen seçimden sonra, biz yönetim olarak bunu iyi okuduk ve Demokratik Sol Avukatlar Grubu’nu, fikri planda olsun, örgütlenme yönünde olsun, proje ve uygulama bağlamında olsun, tabanını genişlet­me konusunda olsun, değiştirmeye ve yenilemeye, eskimiş, güncelliğini yetirmiş kimi paradigmaların yerine yeni değerleri ikame etmeye çalıştık. Barodaki taleplere ve değişik görüşlere dayanan bir temsil mekanizmasını gerçekleştirdik. Bunda da başarılı olduk. Aramıza, dinamik, iş yapan, verimliliği, üretkenliği olan çok sayıda yeni arkadaş katıldı. Kurulların, kurullarda görev yapan genç meslektaşlarımızın önünü açtık. Staj eğitimini, anlayış bağlamında, stajyerlere yaklaşım bağlamında önemli ölçüde değiştirdik, iyileş­tirdik. Bu anlayışı, bu heyecanı, bu zenginliği seçim platformuna taşımamız gerekir.

Böyle yapmayıp da, kişisel hesaplarla, grubu kontrol altında tutma, gruba egemen olma anlayışı ile oligarşik yapılar kurarsak eğer, aramıza katılan yeni arkadaşlarımızı, onlar bizden değil, şimdiye kadar karşımızda idiler anlayışı ile dışlarsak eğer, şimdiki başkandan geriye doğru dört başkandan oluşan bir seçici kurul oluşturursak eğer, ön seçimi şimdiye kadar Demokratik Sol Avukatlar Grubu’nun listesinden organlara seçilmiş olanlarla yapmaya kalkarsak eğer, bu yanlış olur, bu kendi kendimizi çelmelemek olur.

Onun için hepimizin aklımızı başımıza alması, sorumlu davranması, Demokratik Sol Avukatlar Grubu içinde kendine göre egemenlik alanı yaratmak için değil, Demokratik Sol düşünceyi ve Demokratik Sol Avukatlar Grubu’nu başarılı kılmak için sürece dahil olması ve katkı yapması gerekir.

Önerim şudur: Koyalım sandığı ortaya. Kendisine güvenen çıksın. Kim baro başkanlığına aday ise, kim yönetim kurulu üyeliğine aday ise, kim delegasyona aday ise, kim denetime aday ise, gelsin sandıkta yarışsın. Disiplin kurulu üyeliği hariç, kim kendisine güveniyorsa, kim bir şey olmayı değil, bir şeyler yapmayı istiyorsa, kim kendisini ve donanımlarını hizmet vermeye yeterli görüyorsa, gelsin sandıkta yarışsın.

Demokrasi yarışmak demektir. Temsilde eşitlik, temsilde adalet, temsilde meşruiyet, seçimde ba­şarı, kısıtlamalarla değil, gruptaki kontrolü elde tutmak amacıyla getirilecek bir başka düzenlemeyi sürdürmekle değil, eşit koşullarda yapılacak seçimle, rekabetle, insanlara bu şansı vermekle sağlanır.

Demokratik Sol Avukatlar Grubu, dernek değildir, siyasi parti de değildir. Kayıtlı üyesi yoktur. Fiili bir topluluktur. Gö­nüllü bir topluluktur. O halde, konulacak sandığa gelip oy kullanmak, kendisini bu fiili topluluğa ait hisseden, oradaki adayları Baromuzun organlarında görev yapmaya layık gördüğü için destek olmak isteyen her meslektaşımızın hakkıdır.

Böyle bir uygulama ön seçime heyecan getirecektir, katılımı artıracaktır. Bunun yaratacağı sinerji genel kurula da olumlu olarak yansıyacaktır.

Oy kullanacaklarla ilgili olarak kimi sınırlandırmalar getirmek, kimi ölçüler getirmek yanlıştır. Ayrıca bu hiç kimsenin, ama hiç kimsenin hakkı da değildir, haddi de değildir. Böyle yapmazsak, sandıkta oy kullanacak olanlarla ilgili olarak bir sınırlama koyarsak, meslektaşlarımızı ön seçim sürecinin dışında tutarsak, açık söyleyeyim seçimi riske sokarız. Demokrasi seçkinlerin, elitlerin rejimi değil, sizin gibi, benim gibi sıradan insanların rejimidir. Bunu bilmek ve hiç unutmamak gerekir. 

Bir diğer önerim, grubu seçime götürmek, ön seçim sürecini yürütmek üzere görevlendireceğimiz ve görevi genel kurul günü sona erecek olan, mevcut yönetim dahil, geriye doğru 4 yönetimde görev yapmış bir arkadaşımızdan ve bugün burada ayrıca seçeceğimiz 5 arkadaşımızdan oluşan 10 kişilik bir Seçim Yürütme Kurulu oluşturalım.

Bu kurula, belirlendikten sonra Baro Başkan adayı, organlara seçilecek diğer adaylar da dahil ol­sunlar. Yetki verelim, bu kurul ihtiyaç duyduğu alt kurulları ve orada görev yapacak arkadaşlarımızı kendisi belirlesin.

Başkaca bir öneri var ise, o önerileri de dinleyelim ve bugün burada bunların kararını alalım.

Geçmiş dönemlerde Başkanlık yapmış arkadaşlarıma önerildiği gibi, bir kez daha başkanlığa aday olmamı öneren, bunu benden talep eden ve hatta beni buna zorlayan meslektaşlarım var. Bu konu üzerine düşüncemi az sonra ifade edeceğim, ama önce izninizle, gelenek ve teamül üzerine bir şeyler söylemek istiyorum.

Gelenek kavramı paradoksaldır. Çünkü bir şeyden bahseder, ama bambaşka bir şeyin haberini verir. Teoride söylediklerini pratikte inkâr eder. Bizi, geçmişin bugünümüzü bağladığına inanmaya zorlar, ancak, bugün ve gelecekte, bağlanmaya ihtiyaç duyduğumuz ya da bağlanmayı istediğimiz, bir geçmiş oluşturmak için verdiğimiz, vereceğimiz çabalara karşı hemen harekete geçer.

Gelenek, aslında teamülün tam zıddıdır. Teamüle dayalı davranış, düşünce içermeyen davranıştır. Ne açıklama, ne de bahane isteyen ve gerekçesini sunması için sıkıştırıldığında zorlanan bir davranış­tır.

Bu sorgulamanın yol açtığı rahatsızlık, Kipling’in ünlü öyküsündeki kırkayağın içine düştüğü du­rumda olduğu gibi, felç edici bile olabilir. Öyküde, zavallı kırkayak, dalkavuğun birisi, bir sürü ayağından hangisini önce, hangisini sonra yere koyacağını hatırlama konusundaki harika yeteneğini övünce, artık tek adım atamaz hale geliyordu.

İnsan, bunu yapmanın iyi, başka türlü davranmanın kötü olduğuna inandığı için, teamüle göre davranıyor değildir. Aslında, alternatif davranış ve çözüm yollarını, bırakın düşünmeyi, hayal dahi edemediği için böyle davranır.

Diğer taraftan, gelenek bir seçim durumuna gönderme yapar. Gelenek bir görevin adı olarak doğ­muştur. Gelenek, olası, uygulanabilir ve makul, bilinen ya da hatırlatılan bir davranış yolu arasından, birisinin seçilmesi gerektiğinde gündeme gelir. Gelenek, bütünüyle düşünme, akıl yürütme, gerekçe­lendirme ve hepsinden önce de seçmeyle ilgili bir şeydir. Geleneğe bağlılık solun, solcuların değil, muhafazakârların paradigmasıdır.

Önce şunu söyleyeyim. Ben bir dönem başkan olan bir kişinin, ikinci kez başkan olmamasına iliş­kin gelenekse geleneğe, teamül ise teamüle karşıyım. Bunun yanlış olduğu, demokratik olmadığı, kurumsallaşmayı engellediği düşüncesindeyim. Bunu şimdi falan da söylemiyorum. Uzun yıllardan bu yana söylüyorum. Bu geleneğin veya teamülün, bugüne kadar çoktan değişmesi gerekirdi. Bu bağ­lamda, önceki dönemdeki başkanlara, Baromuzu, grubumuzu başarıyla temsil etmiş olan başkanlar­dan bir dönem daha devam etmek isteyenlere haksızlık edildiğini düşünüyorum.

Bu bir, ikincisi benim ikinci kez başkan olmak yönünde bir talebim olmamasına rağmen, olacağım varsayımından ve her nedense endişesinden hareket eden ve adaylığıma geleneği, teamülü gerekçe göstererek karşı çıkan arkadaşlarıma, Demokratik Sol Avukatlar Grubu’na ait başkaca geleneklerin, teamülle­rin zaman içinde ve koşullara bağlı olarak değiştirilmiş olduğunu hatırlatmak isterim.

Bir şeyi daha hatırlatmak isterim. Lütfen, baro siyasetini benim üzerimden yapmayınız. Gelenekse geleneğin, teamül ise teamülün tartışmasını benim üzerimden yapmayınız.

Geleneğin veya teamülün, değişmemesi diye bir gelenek veya teamül yoktur. Gerekir ise değişir, ihtiyaç var ise değişir. Ama üç beş kişi istedi diye değişmez. Üç beş kişi istemedi diye de muhafaza edilmez. Bir kişi için hiç değişmez. Kurumsal yarar var ise, değişir. Onun için geleneğin veya teamülün devamında kurumsal yarar var mıdır, yok mudur? Ona bakmak gerekir. Bu geleneğin veya teamülün konulduğu günün koşulları ile bugünün koşulları aynı mıdır, değil midir? Onu araştırmak gerekir.

Kurumsal yarar var ise, geleneğin veya teamülün tesis edildiği günden bugüne koşullar değişmiş ise, gelenek de teamül de değişir. Gelenekler veya teamüller tabu değildir. Eleştirilmez, üzerinde tartışılmaz şeyler değildir. Dokunulmaz, değiştirilmez şeyler hiç değildir. Yaygın bir kabul varsa, fazlaca talep varsa, kurumsal olarak gereksinme varsa, yarar varsa değişir, değiştirilir.

Başımızı deve kuşu gibi kuma gömmeye gerek yok. Üye sayısı 9000’ne yaklaşan bir baroda, bu ge­leneği, bu teamülü bundan böyle sürdürmek mümkün değildir. Abide olmak istemiyorsak, bu geleneği, bu teamülü ortadan kaldırmamız gerekir.

Bu geleneğin, bu teamülün kaldırılması konusunda yaygın bir kabul ve talep vardır. Birisinin bu konuda risk alması gerekir. Ben bu riski alıyorum. Demokratik Sol Avukatlar Grubu’nun, Baromuzun, mesleğimizin ve meslektaşlarımızın yararına olacağını düşündüğüm için, gözlediğim için bu riski alıyorum. Geleneğin veya teamülün bugün burada oylanmasını falan da istemiyorum. Zira bugün burada yapılacak oylama, sonucu her ne olursa olsun meşru olmaz.

Ben baro başkanlığına yeniden adayım.

Konulacak sandığa geleceğim ve orada diğer aday arkadaşlarımla birlikte yarışacağım. O sandık­ta, hem benim adaylığımı, hem de geleneği, teamülü oylarsınız. Teamülü, geleneği yaşatmak istiyorsanız, beni istemiyorsanız, beni sandıkta boğar, teamülle, gelenekle birlikte yaşarsınız. Oradan çıkacak sonuca ben saygılı olacağım. Seçilemediğim takdirde, oradan çıkacak adayın arkasında ertesi günden itibaren yüreğimle, aklımla duracağım.

Baro başkanı olarak seçilmemden sonra kendi aramızda yaptığımız bu ikinci toplantı. Büyük bir olasılıkla bu dönem içinde bir başka toplantı olmayacak. Risk aldım, yeniden aday oldum. Seçilememe olasılığımı dikkate alarak, size bir anlamda veda niteliğinde bir şeyler söylemek istiyorum.

İçe dönük kutuplaşma üretmek ve buna enerji tüketmek bir siyasal genetiktir. Bunu görev süremiz içinde yapanlar oldu. Enerjilerini epeyce harcadılar, hala da harcıyorlar, ama bizim enerjimizi tüketemediler, başarımızı da önleyemediler. Bu genetikle hareket eden siyasal aklın reflekslerinin sahayı etkilemesinin önüne epeyce geçtik. Ama sayıları az da olsa, bu genetikle hareket edenler yok olmadı ve yok olmayacaklar. Çünkü bundan besleniyorlar.

Önümüzdeki süreçte de, Baroya, Demokratik Sol Avukatlar Grubu’na zarar vermeye çalışacaklar. Bunu hep birlikte göreceğiz. Dileğim, sağduyusuna inandığım meslektaşlarımın bunu görmeleri ve buna izin vermemeleridir.

Seçildiğim günden itibaren hiç kimseyi dışlamadım. Önseçimde bana destek oldu, olmadı diye düşünmedim, bunu ölçü alarak davranmadım, herkesi, ama herkesi kucakladım. Benimle anlaşmak isteyen herkesle anlaştım. Kavga etmek isteyenlerle, kişisel çıkarlarını, iktidar hırslarını ve kavgala­rını, Baronun, mesleğin üzerine çıkaranlarla, Baronun, mesleğin ve Demokratik Sol Avukatların yararına yapmayı planladığımız şeyleri yapmamızı engellemeye kalkanlarla, kıyasıya mücadele ettim.

Bunu yapanların geldikleri nokta ile benim ve arkadaşlarımın geldiği nokta ortadadır. Kazanan Baro oldu, kazanan mesleğimiz oldu, meslektaşlarımız oldu, Demokratik Sol Avukatlar Grubu oldu. Önümüzdeki seçimlerde Demokratik Sol Avukatların en büyük seçim propagandası bizim yaptıklarımız olacaktır.

Bunu ben söylemiyorum. Barodaki sessiz çoğunluk söylüyor. Adliye koridorlarındaki insanlar söylüyor. Başarılarımızı, yaptıklarımızı onlar anlatıyorlar. Aday adayı olduğum süreçte, sizin önünüze vaatleri içeren bir programla, bu program içinde yer alan projelerle çıktım.

Bugün burada dağıtılan broşürü incelediğinizde göreceksiniz, ön seçim öncesinde benim vaat ettiklerimin, önseçimden sonra Demokratik Sol Avukatlar Grubu olarak vaat ettiklerimizin hemen hepsini, ben ve arkadaşlarım daha görev süremiz bitmeden büyük ölçüde gerçekleştirdik. Görevimizi hakkıyla yapmış olmanın, size, sizin verdiğiniz desteğe layık olmanın iç huzurunu ve mutluluğunu yaşıyoruz. Tek tesellimiz de budur.

Bize güvenenlere, bize destek olanlara, verdikleri destek ve gösterdikleri güvenle bizi başarıya ta­şıyanlara, kendi adıma, yönetim kurulu üyesi arkadaşlarım adına, kurullarımızda başkan olarak, üye olarak özveriyle görev yapan arkadaşlarım adına teşekkür ediyorum.

Beni ve yönetimimi daha seçim günü yalnız bırakanlara, seçildiğimiz günden itibaren bizi zora sokmaya çalışanlara söylüyorum. Benim hiç kimseyle kişisel kavgam yok. Ben bir şey olmak için değil, bir şeyler yapmak için Baro Başkanlığına talip oldum.

Yaşamım boyunca, geride bıraktığım hiçbir şeye, ama hiçbir şeye dönüp bakmadım. Hep önüme, hep geleceğe baktım. Yine önüme bakıyorum.

Görevim biter, yeniden yola çıkarım, önüme başkaca pozitif hedefler koyarım ve arkama bakmadan geleceğe doğru yürür giderim.

Bir şey yapmak için talip olduğumuz yönetim görevinde, ben ve arkadaşlarım, iyi niyetle bir şeyler yapmaya çalıştık. Yaptığımızı da sanıyorum. Yapılanların hepsi bir emek ürünüdür.

Bunlar için, kendi adıma, arkadaşlarım adına teşekkür istemiyorum. Zira görevimizi yaptık. Ama benim emeğime, arkadaşlarımın emeğine saygı duyulmasını istiyorum. Herhalde çok şey istemiyorum.

Eğer vicdan sahibi iseniz, eğer masum bakmasını biliyor iseniz, bizim emeğimize saygı duyarsınız. Takdir sizin.

Geldim gidiyorum. Benden sonra gelecek olanların üzerinde gölge olmayacağımdan emin olabilirsiniz. Benden hizmet istenildiğinde, hizmet vermeye hazır olacağımdan emin olabilirsiniz. Baronun içinde, yönetimin içinde, kurulların içinde adamlarımın olmayacağından emin olabilirsiniz.

Zira benim adamlarım değil, arkadaşlarım, dostlarım vardır. Arkadaşlarımın da, dostlarımın da, baronun emrinde olacağından emin olabilirsiniz.

Bir şeyden daha emin olabilirsiniz. Onu da Voltaire söylüyor: “Tahammül insan olmamızın getir­diği bir sonuç olarak ortaya çıkar. Hepimiz zaaf ürünüyüz. Hata yapma eğilimi taşırız. Hata yapabili­riz. Ve hatta yapmışızdır da. O halde birbirimizin saçmalıklarını karşılıklı olarak bağışlayalım. Zira insan haklarının birinci ilkesi budur.”

Hatalarım olmuştur. Yaptığım hatalardan dolayı kimseden beni bağışlanmasını talep etmiyorum. Ama ben, bana yapılanları, bana haksızlık yapanları bağışladım. Sadece bunu bilmenizi istiyorum.