Demokrasi alanındaki çalışmalarıyla tanınan Amerikalı siyaset bilimci Robert A.Dahl “On Democracy/Demokrasi Üzerine” isimli kitabında (1) “Bir devleti iyi yönetmek bilgiden daha fazlasını gerektirir” başlığı altında “…Bilgi bir şeydir; iktidar başka bir şeydir” diyerek söze başlıyor ve İngiliz baronu Lord Acton’ın “İktidar yozlaştırır; mutlak iktidar mutlak olarak yozlaştırır” şeklindeki ünlü maksimiyle devam ediyor. Daha sonra sözü eski İngiliz Başbakanlarından Wiiliam Pitt’e getiriyor ve onun “Sınırsız iktidar ona sahip olanları baştan çıkarmaya eğilimlidir” şeklindeki özdeyişine yer veriyor.
Dahl, bu girişin arkasından şunları yazıyor: “Bu aynı zamanda, bu sorun üzerindeki deneyimden yoksun kalmak istemeyen 1787’deki Amerikan Anayasa Kongresi üyeleri arasında da kabul gören genel bir görüştü. Kongrenin en yaşlı delegesi olan Benjamin Franklin şöyle diyordu; ‘Efendim, insanların işleri üzerinde çok güçlü şekilde etkili olan iki hırsları vardır. Bunlar iktidarı ve parayı sevmektir.’ Bu sözlerle hemfikir olan genç delegelerden Alexander Hamilton, onun için; ‘İnsanlar iktidarı sever.’ der. Ve yine en deneyimli ve etkili delegelerden birisi olan George Mason’da aynı fikirdedir; O da ‘İnsanın doğasından dolayı emin olmalıyız ki, ellerinde iktidar bulunanlar…her zaman onu…artırmaya muktedirler.’ der.”
Bu yazıyı yazmaya demokrasinin en büyük düşmanı kabul edilen mutlak iktidar ve onun en büyük tehlikesi olan yozlaşma eğilimiyle başladım, demokrasi kavramı ve kurumuyla devam edeceğim.
Günümüzde demokrasiden söz eden pek çok kişinin ima ettiği şey aslında liberal demokrasidir. Liberal demokrasi, gerçekte biri katı anlamda demokratik, diğeri liberal olan iki farklı unsurun bütünleşmesinden oluşur. Bu anlamda liberal demokrasi, en başta ‘yaşama, mülkiyet, özgürlük’ gibi Tanrı bağışı olan ve dünyevi hiçbir iktidar tarafından geri alınması mümkün olmayan hak ve özgürlükleri, daha sonra bunların türevi olan ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, haberleşme özgürlüğü, basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, girişim özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme özgürlüğü gibi bireysel ve temel insan hak ve özgürlüklerini korumayı ve güvence altına almayı, özgürlükler yoluyla kalkınmayı, özgürlükleri kullanarak siyasal eşitliği sağlamayı amaçlar.
Gerek hak ve özgürlüklerin korunması, gerekse refahın ve siyasal eşitliğin sağlanması ile adaletin gerçekleştirilmesi ve yine iktidar temerküzünün ve yetkilerin istismarının önlenmesi için öngörülmüş bir dengeleme ve denetleme sistemi olan anayasacılığa gereksinim vardır.
Anglo-Saksonların, Türkçe ‘esas teşkilatlanma’ anlamına gelen, bir zamanlar ‘teşkilat-ı esasiye‘ olarak kullanılan, ancak daha sonra ‘anayasa’ olarak isimlendirilen ‘constitution’ kavramının ve kurumunun işlevlerinden birisi, her ne kadar devletin temel örgütlenmesini düzenlemek ise de, esas amacı ve işlevi ‘birey hak ve özgürlüklerini korumak ve güvence altına almak için iktidar temerküzünü, yani iktidarın bir kişinin veya bir kurumun ya da kuruluşun elinde toplanmasını engellemektir.’
“Yasama-Yürütme-Yargı” üçlüsünden oluşan devlet iktidarını bölen ve o nedenle birey hak ve özgürlükleri yönünden en büyük tehlike oluşturan güç temerküzünü engelleyen kuvvetler ayrılığı ilkesi bu nedenle vazedilmiştir. O nedenle, bu ilkenin en önemli işlevi, onun kurucu babalarından olan Montesquieu’nun özlü deyişiyle ‘İktidarı, iktidarın durdurması’, bu amaçla yasama, yürütme, yargı iktidarlarının birbirlerini hem denetlemelerine, hem de dengelemelerine olanak sağlamasıdır.
Duraksamadan işaret etmek gerekir ki, hukuki olmaktan daha çok siyasi bir metin olan anayasa, sadece bir haklar listesi hazırlanarak yapılmaz, yapılamaz, yapılmaması gerekir. Yanı sıra, iktidarların bu hakları çiğneyemeyecekleri bir sistem inşa ederek yapılabilir. Bu yapılmadığında, insanlar anayasaları önemli bir farklılık ve güvence yaratmayacak yazılı kağıt parçaları olarak görmeye başlarlar. Bunun yaşanmış en trajik örneği, Almanya’nın özenle yaptığı ve fakat Nazizm mi bertaraf etmekte başarılı olamadığı ve o nedenle Weimar Sendromu olarak adlandırılan Ocak-1919 yapım tarihli Alman Anayasasıdır.
Siyasi iktidarların, temel hak ve özgürlükleri çiğneyemeyecekleri böyle bir sistemin inşasında ve yürütülmesinde, buna bağlı olarak demokrasinin yerleşmesinde ve kurumsallaşmasında en önemli etken, bağımsız ve tarafsız bir yargının varlığıdır. Yargı bağımsızlığının ve tarafsızlığının sağlanamaması durumunda, ne, ya da neler olabileceğini bize, en başta Weimar Sendromu olmak üzere tarihte yaşanan başkaca siyasal olaylar göstermiştir.
Demokrasi kavramına/kurumuna yeniden dönersek eğer, önce şunu söylememiz gerekir; Hepimizin bildiği üzere etimolojik kökeni itibarıyla demokrasi kelimesinin en basit anlamı halkın egemenliğidir. Çoğunluğun egemenliği olarak demokrasiyi bir kişinin egemenliği olan monarşiden, en iyinin egemenliği olan aristokrasiden ve azınlığın egemenliği olan oligarşiden ayırt eden en önemli özelliği budur. Buradaki tehlike çoğunluğun diktasıdır ve bu da ancak güçlü denetim mekanizmalarıyla, bunların kullanılmasına imkan sağlanmasıyla önlenebilir. Az yukarıda da işaret ettiğim üzere, bu mekanizmaların en başında, asli görevi yasamayı ve yürütmeyi denetleyecek ve dengeleyecek olan bağımsız ve tarafsız bir yargı organının olması gelir.
George Sabine, artık klasik hale gelen “Felsefi-Siyasi Düşünceler Tarihi” isimli eserinde, “Liberal bir yönetim biçiminin önemli karakteri, belki de en önemlisi, onun negatif niteliğidir, diğer bir deyişle totaliter olmayışıdır” diye yazar.
Peki, George Sabine’in çerçevesini ‘totaliter olmayışıdır’ diyerek çizdiği liberal demokrasinin varlığı için gerekli olan başkaca koşullar var mıdır? Var ise, bu koşullar nelerdir?
Bu sorunun yanıtını Robert A.Dahl, yine yukarıda alıntı yaptığım “On Democracy / Demokrasi “Üzerine” adlı kitabında (2) vermekte ve modern siyasi demokrasinin varlığı için -asgari usul- adını verdiği bir liste sunmaktadır. Dahl’in sunduğu bu listeye göre demokrasinin asgari usulleri; ‘Seçilmiş görevliler / Özgür ve adil seçimler / İfade özgürlüğü / Alternatif enformasyon / Örgütsel özerklik / Kapsayıcı vatandaşlık’ unsurlarını içermektedir.
Bu asgari usulllerin açılımı aşağıdaki şekilde özetlenebilir. Buna göre;
1-Seçilmiş görevliler gündemi tayin ve kontrol eden temsilcilerdir. Yönetimin izlenecek politika ile ilgili kararları üzerindeki kontrol yetkisi, anayasal olarak, seçimle belirlenmiş görevlilere aittir.
2- Seçilmiş görevliler özgür, adil ve sık aralıklarla yapılan seçimler aracılığıyla işbaşına gelmelidirler.
3- Vatandaşlar, en geniş anlamıyla siyasal meseleler hakkında, ciddi bir ceza tehdidi altında olmaksızın, rejimin, sosyo-ekonomik düzenin ve yürürlükte bulunan ideolojinin eleştirisi de dahil olmak üzere, kendi düşüncelerini ifade edebilme hakkına, yani ifade özgürlüğüne sahip olmalıdır.
4- Alternatif enformasyon, vatandaşların iktidara ait veya iktidarın kontrol ettiği kaynakların dışında kalan ve hatta iktidara muhalif olan bilgi edinme ve haber alma kaynaklarına ulaşma imkanına sahip olmaları ve bunların hukuken korunmaları anlamındadır.
5- Örgütsel özerklik, yukarıda sıralananlar da dahil olmak üzere, vatandaşların, diğer haklarını kullanabilmek için, siyasi partiler ve menfaat grupları da dahil olmak üzere, görece özerk kuruluşları ve örgütleri kurma hakkına sahip olmaları demektir.
6- Kapsayıcı vatandaşlık, uygulamada her yetişkinin, görevlilerin seçiminde oy hakkına sahip olması ve yine seçimle belirlenen mevkiler için seçilebilme hakkına sahip bulunması anlamındadır.
Neden mi yazdım bütün bunları? Mutlak iktidarın tehlikesini ve getireceği sonuçları bilelim diye yazdım. Evrensel kavramlar ve kurumlar olan anayasacılığı ve demokrasiyi kendimize göre tanımlayamayacağımızı, o nedenle Türkiye’ye özgü bir anayasa ve başkanlık sistemi olmayacağını, olamayacağını, yine Türkiye tipi bir demokrasinin de kurulmayacağını, kurulamayacağını bilelim ve bu konularda birbirimizi kandırmayalım diye yazdım…!
1- “On Democracy”, Yale University Press, New Haven & London, sayfa 73,7
2- “On Democracy”, Yale University Press, New Haven & London, sayfa 92, 93