I. Giriş

Adli kontrol müessesesi Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) m.109 ve devamında düzenlenmiştir. CMK m.109/1’e göre, “Bir suç sebebiyle yürütülen soruşturmada, 100’üncü maddede belirtilen tutuklama sebeplerinin varlığı halinde, şüphelinin tutuklanması yerine adlî kontrol altına alınmasına karar verilebilir”. Görüldüğü üzere, Kanun açıkça adli kontrol tedbirine karar verilebilmesi için tutuklama koşullarının oluşması gerektiğini ifade etmektedir. Tutuklamaya alternatif ve kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını tam manası ile kısıtlayan tutuklama öncesinde tatbiki düşünülmesi gereken bir tedbir olarak düzenlenen adli kontrol; tutuklamanın ölçülü olmadığına kanaat getirildiğinde başvurulabilecek, kişi hürriyetini daha az sınırlayan bir tedbir niteliğindedir. CMK bu hususta tartışmaya yer bırakmayacak ölçüde açık olsa da uygulamada adli kontrol tedbirine ilişkin kronikleşmiş birçok sorun tespit etmek mümkündür. Adli kontrol tedbiri, “evleviyet/öncelik” ve “ölçülülük/orantılılık” ilkeleri esas alınarak, verilecek cezanın ağırlığı, hastalık, yaşlılık ve uzun tutukluluk hallerinde tatbiki gerekli bir tedbirdir. Adli kontrol tedbiri de temel hak ve hürriyetlere kısıtlama getirir, fakat bu kısıtlamanın ölçüsü tutuklama tedbirine göre daha az ve katlanılabilirdir. Adli kontrol ile tutuklama tedbirleri aynı şartlara tabidir, fakat uygulamada tutuklama tedbirinin şartları kalktığından bahisle adli kontrol tedbiri uygulanır ki, bu usul CMK m.101’e ve m.109’a aykırıdır. Tutuklama için aranan şartlar yoksa, esasen adli kontrol tedbiri de tatbik edilemez. Yasal düzenlemede değişikliğe gidilmedikçe, her iki tedbirin tabi olduğu şartlar aynıdır.

II. Adli Kontrole İlişkin Başlıca Sorunlar

Bu kapsamda değinilmesi gereken sorunlardan ilki, kuvvetli suç şüphesine ilişkin değerlendirmenin adli kontrol sözkonusu olduğunda daha esnek yapılmasıdır. Oysa tutuklama tedbirinin düzenlendiği CMK m.100/1’de yer verilen “kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin” bulunması koşulu, adli kontrol tedbirleri için de aynı şekilde geçerlidir. Ülkemizde tutuklama kararları verilirken kuvvetli suç şüphesinin varlığının yeterince ortaya koyulamadığı, bu konuda ciddi sorunlar yaşandığı Anayasa Mahkemesi (AYM) ve bilhassa İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) kararları ile sabit iken adli kontrol kararlarında daha esnek ve özensiz davranılması kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı bakımından büyük bir tehdit oluşturmaktadır.

Bir diğer sorun, adli kontrol tedbirlerini haklı kılan gerekçeler konusunda yaşanmaktadır. Kanun koyucu, adli kontrol tedbirlerine hangi hallerde başvurulabileceğini tutuklama nedenlerine gönderme yapmak suretiyle belirtmiştir. Buna göre, şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa yahut şüpheli veya sanığın davranışları; delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme, tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma, hususlarında kuvvetli şüphe oluşturuyorsa tutuklama veya adli kontrol kararı verilebilir (CMK m.100/2). Uygulamada ise tutuklama koşulları oluşmasa dahi adli kontrol kararı verilebildiği, adli kontrol kararlarının -tutuklama kararlarında olduğu gibi- yeterli gerekçe içermediği, şüpheli veya sanığın hangi somut davranışının adli kontrol tedbirini haklılaştırdığının gösterilmediği vakalarla sıklıkla karşılaşılmaktadır.

Bir başka sorun, adli kontrol tedbiri sözkonusu olduğunda, “ölçülülük” ilkesinin tamamen gözardı edilmesidir. Oysa tıpkı tutuklama tedbiri için olduğu gibi “ölçülülük” adli kontrol tedbirleri için de bir hukuka uygunluk koşuludur. Adli kontrol tedbirlerinin tutuklamaya nazaran kişi hürriyetini daha az kısıtlaması bu tedbirlerin otomatik olarak ölçülü olduğu anlamına gelmemektedir. Gerçekten CMK m.109/3, kişi hürriyetlerine farklı nitelikte ve yoğunlukta sınırlamalar getiren çok sayıda yükümlülük öngörmektedir. Ölçülülük ilkesi, adli kontrol tedbirine hükmedilirken, temel hak ve hürriyetlere en az sınırlama getiren tedbirin tercih edilmesini gerektirmektedir. Nitekim AYM bir kararında, “konutu terk etmeme şeklindeki adli kontrol tedbirinin ölçülü olduğunun söylenebilmesi için tutuklamaya alternatif olan, temel hak ve özgürlükler üzerinde daha hafif müdahale teşkil eden diğer adli kontrol tedbirlerinin yeterli olmaması gerekir” demek suretiyle bunu teyit etmektedir (Esra Özkan Özakça [GK], B. No: 2017/32052, 8/10/2020, § 83).    

Adli kontrole ilişkin sorunların bir diğeri, adli kontrol tedbirine ilişkin kararın çoğu kez dosya üzerinden verilmesidir. Bilindiği gibi, yakalanan veya gözaltına alınan bir kişi hakkında tutuklama kararı verilebilmesi için hakim önüne çıkarılması gerekmektedir. Anayasa m.19/5, yakalanan kişinin serbest bırakılmaması halinde hakim önüne çıkarılacağını öngörerek kişinin hakimlikçe sorgusu yapılmadan tutuklanmasına izin vermemektedir. Hakimlik sorgusu, tutuklamanın koşullarının oluşup oluşmadığı konusunda somut bir değerlendirme yapılmasına olanak tanıyan son derece önemli bir güvencedir. Adli kontrol ile tutuklamanın koşulları aynı olduğundan, adli kontrol kararının da sorgusuz verilemeyeceğini söylemek mümkündür. Öte yandan, tıpkı tutuklama gibi kişi hürriyeti ve güvenliği hakkına müdahale teşkil ettiği kabul edilen konutu terk etmeme tedbirine dosya üzerinden karar verilmesi Anayasa m.19’a açıkça aykırılık oluşturmaktadır. AYM, kişinin hareket serbestisi üzerindeki sınırlayıcı etkisini gözönünde bulundurarak konutu terk etmeme tedbirini kişi hürriyeti ve güvenliği hakkına bir müdahale olarak kabul etmekte ve bu tedbirin hukuka uygunluğunu Anayasa m.19’da yer verilen güvenceler ışığında incelemektedir (Esra Özkan Özakça [GK], B. No: 2017/32052, 8/10/2020, § 76). Adli kontrol kapsamında hakkında konutu terk etmeme yükümlülüğü uygulanan kişi serbest bırakılmış sayılmayacağından, kişinin hakim önüne çıkarılması anayasal bir zorunluluktur.

Nihayet değinilmesi gereken, ancak diğerlerinden farklı olarak Kanundan kaynaklanan bir başka sorun, hukuka aykırı adli kontrol tedbiri nedeniyle uğranılan zararın tazmininde ortaya çıkmaktadır. Koruma tedbirleri nedeniyle tazminat istemini düzenleyen CMK m.141/1,a) bendinde; “Kanunlarda belirtilen koşullar dışında yakalanan, tutuklanan veya tutukluluğunun devamına karar verilen” kişilerin, maddi ve manevi her türlü zararlarını Devletten isteyebileceklerini belirterek, adli kontrol tedbirini bu bendin kapsamı dışında bırakmaktadır. Buna karşın aynı maddede adli kontrole ilişkin iki düzenleme bulunmaktadır. 02.03.2024 tarihli ve 7499 sayılı Kanun ile değiştirilen (k) bendinde, adli kontrol işlemine karşı Kanunda öngörülen başvuru imkanından yararlandırılmayan kişilerin, aynı Kanunla eklenen (l) bendinde ise, konutu terk etmemek şeklindeki adli kontrol yükümlülüğü uygulandıktan sonra haklarında kovuşturmaya yer olmadığına veya beraatlerine karar verilen kişilerin Devletten tazminat isteminde bulunabilecekleri düzenlenmektedir. Görüldüğü gibi, adli kontrol tedbirleri sözkonusu olduğunda tazminat hakkının kapsamı oldukça sınırlı tutulmuştur. Mart 2024’te kabul edilen 8. yargı paketinin yalnızca AYM’nin ihlal kararına konu olan eksiklikleri ortadan kaldırmayı amaçladığı görülmektedir. AYM E.Y. kararında ([GK], B. No: 2018/10482, 14/12/2022); ilk aşamada tutuklanan, bir sonra ise hakkında konutu terk etmeme tedbiri uygulanmasına karar verilen bir kişinin, beraat ettikten sonra adli kontrol tedbiri nedeniyle tazminat elde edememesini Anayasa m.19/9’a aykırı bulmuştu. AYM, CMK m.141 ve devamındaki maddelerinde adli kontrolün tazminat talep edilebilecek koruma tedbirleri arasında sayılmadığını, dolayısıyla konutu terk etmeme tedbiri bakımından etkili bir tazminat yolunun bulunmadığını tespit ederek kararın bir örneğinin yasama organına gönderilmesine karar vermişti. 8. yargı paketi ile CMK m.141’e eklenen (l) bendi, konutu terk etmeme adli kontrol yükümlülüğü uygulandıktan sonra haklarında kovuşturmaya yer olmadığına veya beraatlerine karar verilen kişilerin devletten tazminat isteminde bulunabileceklerini belirterek ve bu hususta Tazminat Komisyonu’nu yetkilendirerek (CMK m.142/2) E.Y. kararında hak ihlaline yol açan eksikliği gidermiş görünmektedir. Ancak hakkında konutu terk etmeme dışındaki adli kontrol yükümlülükleri bakımından haklarında kovuşturmaya yer olmadığına veya beraatlerine karar verilenlerin kullanabilecekleri bir tazminat yolu hala bulunmamaktadır. Bunun yanında; (l) bendi yalnızca kovuşturmaya yer olmadığı veya beraat kararı verilmesi halinde uygulanacağından, bu yönde bir kararın verilmediği durumlarda adli kontrol kararının Kanuna aykırı olduğu iddiasıyla tazminat talebinde bulunulması olanaklı görünmemektedir. Örneğin, konutu terk etmeme adli kontrol yükümlülüğüne dosya üzerinden karar verilmesi durumunda -kişi hakkında kovuşturmaya başlanmışsa ve beraat kararı verilmemişse- CMK m.141 etkili bir tazminat yolu sağlamamaktadır. Bunun sonucunda; koruma tedbirine karşı itiraz yolu kullanılıp sonuç alınmadığında, doğrudan AYM’ye bireysel başvuru yapılabilmektedir. Bu ise; bir yandan AYM’nin iş yükünün artmasına, diğer yandan tazminat talebinde bulunan kişinin en az birkaç yıl beklemesine yol açmaktadır.

III. AYM’nin İslam Çapraz Kararı

Yukarıda dile getirilen sorunların neredeyse tamamı AYM’nin kısa bir süre önce karara bağladığı 28.02.2024 tarihli ve 2021/16746 numaralı İslam Çapraz başvurusunda bir araya gelmiştir (B. No: 2021/16746, 28/2/2024). Bu başvurunun konusu, Kadıköy Kaymakamlığı tarafından COVID-19 tedbirleri kapsamında alınan yasaklama kararına rağmen, ilçede düzenlenen bir toplantı ve gösteri yürüyüşüne katıldığı ve ihtara rağmen dağılmadığı iddia edilen başvurucu hakkında adli kontrol tedbiri uygulanmasıdır. Toplantıya katıldığını reddeden başvurucu, olay günü polis tarafından yakalanmış ve İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığında hazır edilmiştir. Başsavcılık, başvurucu hakkında, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu m.32/1’de düzenlenen kanuna aykırı toplantı ve yürüyüşlere silahsız katılarak ihtara rağmen kendiliğinden dağılmama suçundan adli kontrol kararı verilmesi talep etmiştir. Talep yazısında; somut olayda tutuklama nedenlerinin bulunduğu, ancak “ölçülülük” ilkesi gereğince başvurucunun sorgusu yapılarak, hakkında adli kontrol kararı verilmesi gerektiği belirtilmiştir. Talep bu yönde olsa da İstanbul Anadolu 9. Sulh Ceza Hakimliği dosya üzerinden yaptığı inceleme sonrasında başvurucunun yurt dışına çıkmama ve konutu terk etmeme şeklinde adli kontrol tedbirlerine tabi tutulmasına karar vermiştir. Hakimlik kararında, kuvvetli suç şüphesinin mevcut olduğu belirtilmiş ancak atılı suçun niteliği, kanunda bu suç için öngörülen cezanın miktarı, delillerin büyük oranda toplanmış olması, başvurucunun da aralarında yer aldığı ilgililerin kaçacaklarına veya delilleri karartabileceğine dair dosyaya yansıyan bir bilgi, belge veya iddianın bulunmadığı gözetilerek ve ölçülülük ilkesine uygun olarak adli kontrol tedbirleri uygulandığı ifade edilmiştir. Başvurucu tarafından bu karara karşı yapılan itiraz reddedilmiştir.

Başvurucu, AYM’ye yaptığı bireysel başvuruda, hakkında uygulanan konutu terk etmeme adli kontrol tedbirinin hukuka aykırı olması ve bu tedbire dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda karar verilmesi nedeniyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Başvurunun AYM tarafından incelendiği tarih itibariyle sözkonusu adli kontrol tedbiri sona ermiş, başvurucu hakkında açılan kamu davası ise derdest durumdadır. AYM; sona ermiş olsa da başvurucunun şikayetleri açısından CMK m.141 ve devamındaki maddelerin etkili bir tazminat yolu sunmadığını tespit ederek, bireysel başvuru öncesi mevcut başvuru yollarının tüketildiğini kabul ederek başvuruyu kabul edilebilir bulmuştur.

AYM’nin başvurunun esasına ilişkin değerlendirmesi iki kısımdan oluşmaktadır. Yüksek Mahkeme ilk olarak olaydaki adli kontrol tedbirinin hukuka uygunluğunu incelemiştir. Bu kapsamda yaptığı değerlendirmede AYM, öncelikle başvurucunun atılı suçu işlediğine dair kuvvetli şüphenin varlığının ortaya koyulup koyulmadığını sorgulamıştır. 2911 sayılı Kanun m.32/1’de düzenlenen suçun oluşabilmesi için; kişinin yasal düzenlemeye aykırı bir toplantıya ve gösteri yürüyüşüne katılması, dağılmaya ilişkin ihtarın mevcut olması, toplantı ve gösteri yürüyüşünün zorla dağıtılması şeklindeki şartların gerçekleşmesi ve katılımcının pasif direniş göstererek dağılmamakta ısrar etmesi gerektiğini kaydeden AYM, güvenlik güçlerince düzenlenen olay tutanağında başvurucunun da aralarında olduğu altmış beş kişinin kanuna aykırı toplantıya katılarak dağılmaları yönündeki ihtara karşı aktif direnç göstererek dağılmamakta ısrar etmeleri nedeniyle yakalandıkları hususlarına ilişkin genel bir açıklamayla yetinildiğini, ancak tutanaklarda başvurucunun hangi müdahale sonrasında, nerede ve ne şekilde yakalandığının belirtilmediğini tespit etmiştir. AYM, bireysel başvuru dosyasına sunulan bilgi ve belgelerden kolluk görevlilerinin zor kullanmasına rağmen yakalanan kişilerin pasif direniş gösterdiklerine ilişkin bir tespit ve bilginin mevcut olmadığını, başvurucunun yakalanma koşullarına ilişkin somut tespitlere yer verilmediğini, sonuç olarak, eyleme katılmadığını iddia eden başvurucunun suç işlediğine dair kuvvetli belirtinin soruşturma makamlarınca yeterince ortaya koyulamadığını ifade etmiştir (§ 19-21).

Kuvvetli suç şüphesinin ardından AYM, somut olayda adli kontrol tedbiri uygulanmasını gerektirecek haklı nedenlerin bulunup bulunmadığını irdelemiştir. Bu aşamada AYM detaylı bir inceleme yapma gereği duymamıştır; zira hakimlik kararında delillerin büyük ölçüde toplandığı, başvurucunun sabit bir ikamet adresinin olduğu, kaçma veya delilleri karartma ihtimalinin sözkonusu olmadığı açıkça belirtilmiştir. Başvurucuya uygulanan adli kontrol tedbirinin meşru bir amacının bulunmadığı bizzat hakimlik kararında kabul edildiğinden AYM başvurucunun kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği sonucuna kolayca ulaşmıştır. Bu koşullarda tedbirin ölçülülüğünün ayrıca değerlendirilmesine gerek duyulmamıştır (§ 22-23).

AYM; ikinci aşamada, adli kontrol kararının dosya üzerinden verilmesini ayrı bir ihlal iddiası olarak ele almıştır. Bu hususta da AYM’nin detaylı bir inceleme yapmasına gerek kalmamıştır; zira yakalanıp gözaltına alınan başvurucunun Başsavcılık tarafından ifadesi alınmış, ardından sorgusunun yapılması ve hakkında adli kontrol tedbiri uygulanması talebi ile hakimliğe sevk edilmiştir. Ancak Anayasa m.19/5’teki hakim önüne çıkarılma güvencesine aykırı olarak, adli kontrol talebi dosya üzerinden incelenmiş ve karara bağlanmıştır. AYM’nin de altını çizdiği gibi m.19/5’te geçen “Hakim önüne çıkarılır” ifadesi, serbest bırakılmayıp tutuklanması veya konutunu terk etmeme yükümlülüğüne tabi tutulması talep edilen kişinin sorgusunun yapılmasını emretmektedir (§ 26).

AYM sonuç olarak; kuvvetli suç şüphesinin yeterince ortaya koyulamaması, uygulanan adli kontrol tedbirinin meşru bir amacının bulunmaması ve konutunu terk etmeme yükümlülüğüne dosya üzerinden karar verilmesi nedeniyle başvurucunun kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğini tespit etmiştir. AYM; karar tarihinde başvurucu hakkında uygulanan adli kontrol tedbirinin sona ermiş olması sebebiyle yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmadığını kaydederek, başvurucuya manevi tazminat ödenmesine karar vermiştir.

III. Sonuç ve Değerlendirme

Ülkemizde tutuklama kadar adli kontrol tedbirlerinin de hukuka uygunluğu konusunda ciddi sorunlarla karşılaşılmaktadır. Yazımızın ilk bölümünde aktarılan sorunlu uygulamaların sıradan hale gelmesi kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı bakımından kaygı vericidir. Kanunda adli kontrol tedbirlerinin tutuklamanın alternatifi olarak düzenlenmesi, bu tedbirlerin her koşulda haklı ve ölçülü olacağı yönünde bir yanılgıya yol açmaktadır. Kuşkusuz, tutuklanmak yerine adli kontrol yükümlülüklerine tabi tutulmak tedbirin muhatabı bakımından lehe bir durumdur. Tutuklama tedbirinin bazı hallerde bir cezalandırma aracına dönüşmesi ve cömertçe uygulanması karşısında kişiler çoğu kez tutuklanmadığına sevinmekte ya da şükretmektedir. Hal böyle olunca, yargı organları tutuklama koşullarının oluşup oluşmadığını özenli bir şekilde değerlendirmeden adli kontrol kararları verilebilmektedir. Tıpkı hükmün açıklanmasının geriye bırakılması (HAGB) konusunda olduğu gibi esasen kişi lehine sonuç doğurması beklenen bir düzenleme gerekli özenin gösterilmemesi nedeniyle uygulamada aleyhe dönüşmektedir. Tutuklamanın kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını tümü ile kısıtladığı dikkate alındığında; yasal şartları oluşmasa bile şüpheli veya sanık adli kontrol tedbirine tabi tutulmayı bir kurtuluş olarak görmekte, dolayısıyla canını kurtardığını düşünerek, dosya üzerinden yapılan inceleme ile hakkında verilen adli kontrol tedbirine deyim yerinde ise şükretmektedir.

AYM’nin İslam Çapraz kararı bu açıdan dikkatle tahlil edilmelidir. Öncelikle ister tutuklama ister adli kontrol kararı verilsin, kişinin suç işlediğine dair kuvvetli belirtilerin mevcut olup olmadığı titizlikle değerlendirilmeli ve mevcut olduğu kanaatine ulaşıldığında somut olgulara/bulgulara dayanılarak yeterli gerekçe oluşturulmalıdır. Ardından, CMK m.100/2’de sayılan tutuklama nedenlerinin bulunduğu yine somut olgular esas alınarak ve şüpheli veya sanığın somut davranışlarına gönderme yapılarak kararda ortaya koyulmalıdır. Tutuklama nedenlerinin bulunmadığı bir vakada adli kontrol tedbirlerine karar verilmesinin açıkça hukuka aykırı olacağı artık temel bir bilgi olarak Ceza Muhakemesi Hukukuna yerleşmelidir. Aynı şekilde, AYM kararında tartışılma fırsatı bulmamış olsa da “ölçülülük” ilkesinin adli kontrol tedbirleri için de geçerliliğini koruduğu kanıksanmalıdır. Tutuklamanın ölçüsüz sayıldığı durumlarda her türlü adli kontrol tedbirinin otomatik olarak ölçülü hale geleceğinin kabulü Anayasa m.13 ile bağdaşmamaktadır. Son olarak, koruma tedbirleri nedeniyle tazminat istemini düzenleyen CMK m.141 adli kontrol yükümlülüklerinin tamamını kapsayacak şekilde yeniden düzenlenmelidir. Hukuka aykırı veya haksız şekilde uygulanan tedbirler nedeniyle devletten tazminat isteme hakkının Kanun’la sınırlandırılmasının hukuk devleti ilkesi ile bağdaştırılması son derece güçtür.

AYM’nin İslam Çapraz kararı vesilesiyle değinilmesi gereken bir diğer önemli husus, nispeten basit sayılabilecek hukuka aykırılıkların ciddi bir kamusal külfet oluşturabileceği gerçeğidir. Kuvvetli suç şüphesine ilişkin değerlendirme bir yana bırakılsa, somut olayda tutuklama nedenlerinin mevcut olmadığı tartışmasızdır. Nitekim Sulh Ceza Hakimliği kararı bunu açıkça belirtmektedir. Diğer yandan, adli kontrol tedbiri kararının doysa üzerinden verilmesinin Anayasa m.19/5’te yer verilen derhal hakim önüne çıkarma güvencesine aykırı olduğu da ortadadır. Olayda, hukuka aykırı şekilde verilen adli kontrol tedbiri kararı nedeniyle AYM başvurucuya 192.500 TL manevi tazminat ödenmesine hükmetmiştir. Üstelik kararda, başvurucuyla birlikte onlarca şüphelinin aynı şekilde gözaltına alındığı bilgisi yer almaktadır. Hakkında adli kontrol tedbiri uygulanan şüphelilerin sayısı konusunda net bir bilgi bulunmamakla birlikte, kararda aktarılan sulh ceza hakimliği kararından, başvurucu ile birlikte başka şüphelilerin de aynı gerekçelerle (kaçma şüphesi ve delilleri karartma ihtimali bulunmamasına rağmen) adli kontrol yükümlülüklerine tabi tutulduğu anlaşılmaktadır. Bu ve benzeri vakalarda, bariz hata veya özensizlik nedeniyle ortaya çıkan hukuka aykırılıklar maddi açıdan ciddi bir kamusal külfet oluşturmaktadır. Kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı yanında meselenin bu boyutunun da tartışılmasının faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Prof. Dr. Ersan Şen

Dr. Erkan Duymaz

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)