Yıl 1968. Paris. Telefon çaldı. Otelin giriş katına indim.

Otelcinin gözleri çakmak çakmak, ağzı köpükler içindeydi.

İrkildim.

Çok önemli, çok yaşamsal bir konu olmalıydı.

Yanılmamıştım.

Önceki gün otele gelen yurttaşım, aynı otelde kalan bir Türk bayanın nereye gittiğini sormuş, otelciyi özel yaşamı gizlice izleyen biri durumuna düşürmüştü. Hemen oteli terk etmeliydi.

Haklıydı.

Yurttaşıma göre ise saçmaydı,

bu tepki. Ülkesinde hemen her gün herkesin birbirine sorduğu sıradan bir sorunun otelciyi çileden çıkarmasını kavramakta zorlanıyor, onu yumuşatma çabalarımı şaşkınlıkla izliyordu.

Oysa yurttaşım, iyi niyetli de olsa, özel alanı bile aşmış, hukukun ve ahlakın mutlak olarak koruduğu “insanın gizli alanı”na sarkmıştı. Girmişti de.

Açık ahlakı benimseyen her uygar toplumda bireylerin yaşam alanları üçe ayrılır.

Birincisi, herkesle paylaşılan “ortak yaşam alanı”.

Bu alanda töre, görgü, hukuk kuralları çiğnendiği takdirde herkes ihlale karşı çıkabilir. Hatta bu bir ödevdir. Hiç kimsenin kuralları çiğnemeye hakkı yoktur, ortak yaşamda. Sözgelimi, herkesin ortaklaşa kullandığı kamusal bir yolda, yol kendisinmiş gibi trafik kurallarını çiğneyerek araba kullanmaya, kurallara uyarak araba kullananları huzursuz olmaya, frenlere basmaya, sağa sola kaçmaya zorlayan biri, sadece yasal kuralları çiğnemekle kalmaz. Ahlak kurallarını da çiğnemiş olur.  

İkincisi, belli bir çevreyle, sözgelimi aileyle paylaşılan “özel yaşam alanı”.

Bu alan, başkalarına zarar vermedikçe kimseyi ilgilendirmez.

Ancak zarar verdiğinde hukuk ve yargı işe karışır. Hukuk bu alanı mutlak olarak değil, görece olarak koruma altına almıştır.

Üçüncüsü, hiç kimseyle paylaşılmayan bireyin kendisiyle ilgili  “gizli yaşam alanı”.

Bu alan, hukukun mutlak koruması altındadır. Ahlakın da.

Sözgelimi, insanın cinsel yaşamı, inanç küresi bu alana girer.

Bu yüzden eski dönemlerin “ahlaka ve adaba karşı suçlar”ı, yerini “cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar”a bırakmıştır. Belli yaştan sonra hiç kimse bir başkasının bu gizli alanına, yani cinsel özgürlük alanına karışamaz.

İnanç küresi insanın Tanrı ile ilişki kurduğu alandır; gizlidir. Hiç kimse, “inancını açıklamaya zorlanamaz” (Anayasa, m. 24). Sözgelimi, bir kimse, bırakın zorlamayı, bir başkasına “Tanrı’ya inanıyor musun?”, “Oruç tutuyor musun?” ya da “Pazar günleri kiliseye gidiyor musun?” gibi, kendisini Tanrı’nın yerine koyarak, sorular soramaz. Sorarsa kınanır. Dışlanır.

Beynin içi özgürdür; dokunulamaz. Hiç kimse, beyninin içinde oluşan bir görüşü, bir kanıyı açıklamaya zorlanamaz (Aynı madde). Sözgelimi, bir insan, bırakın zorlamayı, bir başkasına, seçimde hangi partiye oy verdiğini bile soramaz. Sorarsa kınanır, dışlanır.

Özünde konu “insan haysiyeti” (dignité humaine) ile ilgilidir.

İnsan haysiyetinin tanınması, insanın nesne olmaktan çıkıp özne düzeyine yüceltilmesidir.

Çağcıl hukuk, insan haysiyetini değerler üstü saymıştır.

Sözgelimi, Alman Anayasasının ilk maddesi insan haysiyetini değerlerin odağına yerleştirmiştir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, insan haysiyetini insan hakları sütununun oturduğu bir temel, bir kaide, bütün insan haklarını besleyip yetkinleştiren bir ana rahmi olarak görmüştür. 

Gerçekten insan hakları denince akla özgürlük gelir. Ancak insan hakları felsefesinde insan haysiyeti denince akla insanın insan olarak benimsenmesi gelir.

Bu değer, uygar insanlığın evrensel bilincinde/vicdanında boy atmıştır.

Çağcıl hukuk, bu “vazgeçilemez etik değer”in üzerinde kurulmuştur.

Bu nedenlerle insan haysiyeti, insancı hukukun özünü oluşturan “kurucu ilke”dir.

Türk anayasa koyucusu, devlete “insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesini sağlayacak koşulları hazırlama” görevini yüklemiş; “insan haysiyetiyle bağdaşmayan” cezanın verilemeyeceğini, işkence ve eziyetin yasaklandığını vurgulamıştır (Anayasa, m. 5, 17).

Düşünürler, insan haysiyetinin özünü, bireyin bilinçli olarak kendi yazgısını ve çevresini belirleme, kişiliğini oluşturma olanağı ve gücü olarak tanımlarlar.

Hukuk, düzenleme yaparken bu kapsayıcı tanımı gözetmek zorundadır.

Hukuk, insan haysiyeti pahasına girişimlerde bulunamaz.  

Uygar bir toplumda kişinin gizli alanına hiçbir güç, iktidar ve kişi karışamaz. Elbette, devlet de, hukuk da.

Karışmak, sadece hukuksuzluk değil, ahlaksızlıktır da.

Bu alana giren bir hukuk, ahlaka karşı bir hukuktur. Ne evrenseldir ne de demokratik. Devlet de öyle.

Ahlaka karşı hukuk olamaz. Olursa, önce uygulamadan düşer; sonra toplumbilimsel yürürlüğünü yitirir.

Ahlaka karşı devlet olamaz. Olursa, önce gücünü, saygınlığını yitirir; sonra da çürüyüp yıkılır.

Demek, bireyin özel ve gizli alanları, hukuk ve demokratik devlet ile ahlakın kesiştiği en önemli alanlardır.  

Bu iki duyarlı alan, bir ülkedeki rejimin de en şaşmaz iki tanı (teşhis) ölçütüdür.

Bir ülkede bireylerin özel alanları ne denli genişse o ülkede özgürlükçü rejim de o denli güçlüdür.

Bu alan daraldıkça, baskıcı rejim katılaşır. Hukuk, güçlülerin baskı aracına dönüşür. Alan sıfır noktasına yaklaştıkça baskıcı rejim bütüncüleşir, totaliterleşir. Hitler’in Almanya’sı, Mussolini’nin İtalya’sı, Franco’nun İspanya’sı, Stalin’in Rusya’sı böyleydi.

Gerilere, uzaklara gitmeye gerek yok. Çevrenizdeki ülkelere, ora sokaklarında kimliğini görünür kılmaya kalkışanlara karşı polisin tutumuna bakmanız yeterlidir.

Bu konuda Bergson’un kapalı ahlak ve açık ahlak ayrımı çok önemli.

Düşünüre göre, kapalı ahlak, kapalı toplumun ürünüdür.

Kapalı toplum, geçmişe dönük kurallarla bağımlıdır; insanları belli bir odaktan sürü içgüdüsüyle mekanik biçimde yönlendirir. Tutucudur, gelişmelere direnir. Toplumun baskısından doğar. Orada insanlar kapalı ahlaka sorgulamadan, kendiliğinden uyarlar. Bireysel olmayan, bireyleri gözetmeyen, tartışılmamış kalıplardan oluşan, uymacı (konformist) katı bir ahlaktır, kapalı ahlak.

Açık ahlak ise, önyargıları yıkan, yaşamın yaratıcılığını kışkırtan, toplumu geliştiren, bireyleri gözeten, esnek, özgürlükçü ve demokratik bir ahlaktır. Sokrates gibi kimi toplum önderleri, kapalı ahlakı sorgulayarak ve yıkarak bireyleri açık topluma ve ahlaka sürüklerler. Toplum, açık topluma dönüştükçe bu ahlak anlayışı egemen olmaya başlar. Kapalı ahlak,  yerini yavaş yavaş açık ahlaka bırakır. En sonunda da oradan kaçar.

Demokrasi açık ahlakı, açık ahlak da demokrasiyi besler.

(Sayın Sami SELÇUK\'un Star Gazetesinde yayınlanan yazısıdır.)