5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 1. maddesi Kanunun amacını; “kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemek” olarak öngörmüştür. Kanunun “Adalet ve kanun önünde eşitlik ilkesi” başlıklı 3. maddesi ise 1. fıkrasında; “Suç işleyen kişi hakkında işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunur.” diyerek, ceza hakiminin ceza takdir yetkisi için genel bir çerçeve belirlemektedir. Nihayet TCK m.61 ila m.63’de cezanın belirlenmesi ve bireyselleştirilmesi bakımından uygulanacak kurallar yer almaktadır.
Bir ceza davasında, suçlu bulunan sanığa uygulanacak yaptırımın niteliği ve miktarı hiç kuşku yok ki kanunlar çerçevesinde hareket etmek kaydıyla davayı gören mahkemenin takdirindedir. Ceza türü ve miktarında bir isabetsizlik bulunup bulunmadığı ise kanun yolu denetiminin konusunu oluşturmaktadır. Bu nedenledir ki; Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuru kapsamında, ceza miktarına ilişkin olarak ileri sürülen şikayetler “kanun yolu şikayeti” olarak değerlendirilip, açıkça dayanaktan yoksunluk gerekçesiyle kabul edilemez bulmaktadır. Nitekim, uygulanan cezanın ağırlığından yakınan başvurucular esasen yargılamanın sonucunun adil/dürüst veya hakkaniyete uygun olmadığını ileri sürmektedirler. Oysa adil/dürüst yargılanma hakkı, bilindiği gibi, yargılamanın sonucunun değil yargılama sürecinin adil/dürüst olması gerektiğini ifade etmektedir. Diğer yandan, adil/dürüst yargılanma hakkının cezai yönü yalnızca suç isnadı altında bulunan kişiye birtakım güvenceler sunmaktadır. Dolayısıyla mağdur, şikayetçi veya katılan gibi kimselerin adil/dürüst yargılanma haklarının ihlal edildiği iddiasında bulunmaları mümkün değildir. Kısacası; bir ceza davasında hükmolunan cezanın miktarı, bariz takdir hatası ve açık keyfilik halleri dışında, adil/dürüst yargılanma hakkı kapsamında yapılan incelemenin konusunu teşkil etmemektedir.
Bununla birlikte; mahkemelerce takdir edilen cezanın türü ve miktarı, bazı durumlarda, suçun doğrudan ve/veya dolaylı mağdurlarının temel hakları üzerinde etki doğurabilmektedir. Bunların başında; Anayasanın 17. maddesinde düzenlenen, yaşam hakkı ve maddi ve manevi varlığın korunması hakkı gelmektedir. Yaşam hakkı kapsamında, devletin negatif ve pozitif yükümlülükleri bulunmaktadır. Negatif yükümlülük “yaşam hakkına saygı gösterme”; pozitif yükümlülük ise “yaşam hakkını koruma” yükümlülüğü olarak ifade edilmektedir. Pozitif yükümlülükler de kendi içinde esasa ve usule ilişkin olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Devletin, yaşam hakkının usule ilişkin pozitif yükümlülüklerinin başında “etkili soruşturma yükümlülüğü” yer almaktadır. Bu yükümlülük; öncelikle, doğal olmayan her türlü ölüm olayının etkili bir soruşturma yoluyla aydınlatılmasını, yani maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasını ve varsa sorumluların belirlenmesini gerektirmektedir. Belirtmeliyiz ki; İnsan Haklarında “soruşturma” ile kastedilen ceza muhakemesindeki soruşturma evresinden ibaret olmayıp, kovuşturma evresini de kapsayan daha geniş bir süreçtir. Dolayısıyla, “etkili soruşturma yükümlülüğü” soruşturmayı yürüten Cumhuriyet savcılığı kadar kovuşturmayı yapan mahkemeyi de doğrudan ilgilendirmektedir. Aşağıda açıklanacağı üzere, sorumlulukları tespit edilen kişilere kovuşturma sonunda ceza verilmemesi veya hafif cezalar verilmesi devletin “etkili soruşturma yükümlülüğü” ile bağdaştırılmamaktadır.
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM), etkili soruşturma yükümlülüğünü ilk kez açıkça Sözleşmenin 2. maddesi ile korunan yaşam hakkı kapsamında verdiği bir kararda, güvenlik görevlilerinin öldürücü güç kullanması sonucu meydana gelen bir ölüm olayı ile bağlantılı olarak tanımlamıştır (McCann ve diğerleri/ Birleşik Krallık [BD], B. No: 18984/91, 27/9/1995). Ancak İHAM daha sonra; etkili soruşturma yükümlülüğünün, yaşam hakkı ihlallerinin gündeme geldiği diğer durumlarda da (örneğin, tıbbi ihmal veya hata, doğal afetler, devletin yürüttüğü tehlikeli faaliyetler, şüpheli intihar eylemleri, özel kişiler arasındaki şiddet olayları nedeniyle meydana gelen ölüm vakaları) geçerli olduğunu kabul etmiştir. Bunun yanında; etkili soruşturma yükümlülüğünün yaşam hakkı ile sınırlı olmadığı, bilhassa işkence ve kötü muamele vakaları veya iddiaları olduğunda da adli makamların etkili bir soruşturma yürütmekle yükümlü olduğu kaydedilmelidir.
Etkili bir soruşturmanın hangi niteliklere sahip olması gerektiği İHAM ve AYM tarafından verilen çok sayıda kararda ayrıntılı bir şekilde ortaya koyulmuştur. Buna göre; etkili bir soruşturmadan söz edilebilmesi için soruşturmanın re’sen ve derhal başlatılması, bağımsız ve tarafsız kişilerce yürütülmesi, maddi gerçeği ortaya çıkarmaya ve sorumluları tespit etmeye elverişli olması, gerekli özen ve süratle gerçekleştirilmesi, mağdurun veya yakınlarının sürece katılımının sağlanması ve nihayet sorumlulara caydırıcı cezalar verilmesi gerekmektedir. Görüldüğü gibi, etkili bir soruşturmanın son halkası ölüm olayında sorumluluğu tespit edilen kişilere caydırıcı cezalar verilmesidir. Ancak ihmal nedeniyle meydana gelen ölüm olaylarında etkili soruşturma yükümlülüğü her zaman için bir ceza davası açılmasını gerektirmemektedir. Bu durumda mağdurlara hukuki, idari veya disiplin yollarının açık olması devletin pozitif yükümlülüğü bakımından yeterli görülebilmektedir (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, B. No: 2012/752, 17/9/2013, § 59; Calvelli ve Ciglio/İtalya, B. No: 32967/96, 17/1/2002, § 51). Dolayısıyla; caydırıcı ceza uygulama yükümlülüğü mutlak nitelikte olmayıp ölüme yol açan fiilin veya ihmalin ağırlığı gözönünde bulundurularak, somut bir vakada geçerli olup olmadığı değerlendirilmektedir. Öte yandan, etkili soruşturma yükümlüğünün bir “sonuç yükümlülüğü” olmadığı belirtilmelidir. Adli makamların ellerindeki tüm imkanları seferber ederek etkili bir soruşturma yürütmelerine rağmen maddi gerçeği açığa çıkaramamaları veya sorumluları tespit edememeleri durumunda etkili soruşturma yükümlüğünün ihlal edildiğinden söz edilmesi mümkün değildir. Benzer şekilde; etkili bir soruşturma sonucunda kamu davası açılmasına gerek olmadığı kanaatine ulaşıldığı veya yürütülen ceza yargılaması sonucunda sanıkların cezalandırılmaması yahut sanıklara ağır cezalar verilmemesi, otomatik olarak etkili soruşturma yükümlülüğünün ihlaline yol açmayacaktır. Her durumda bu konudaki nihai değerlendirmeyi, bireysel başvuruları inceleyen AYM ve İHAM yapacaktır. Bu konudaki içtihat incelendiğinde, güvenlik görevlilerinin kusurlu davranışları nedeniyle meydana gelen ölüm olaylarında cezalandırma yükümlüğünün katı şekilde yorumlandığı görülmektedir.
İHAM içtihadından birkaç örnek vermek gerekirse:
- Alikaj ve diğerleri/İtalya (B. No: 47357/08, 29/03/2011): “Şüpheli” bir kişiyi takip sırasında güvenlik güçlerinin öldürücü güç kullanımı sonucu meydana gelen ölüm olayında, ceza davasının 11 yılın sonunda zamanaşımı nedeniyle düşmesi İHAM tarafından “kabul edilemez” bulunmuş ve sorumluların cezasız kalması nedeniyle yaşam hakkının esas ve usul yönünden ihlal edildiğini karar verilmiştir.
- Ali ve Ayşe Duran/Türkiye (B. No: 42942/02, 08/04/2008): Polis memurlarının gözaltında bulunan bir kişiye şiddet uygulamaları nedeniyle meydana gelen ölüm olayında, dört polis memuru suçlu bulunmuş, yargılama sonucunda önce 5 yıl hapis cezasına hükmedilmiş, bu ceza 2 yıl 9 ay 10 güne düşürülmüştür. Ardından 4616 sayılı Kanun uyarınca bu cezalar ertelenmiştir. İHAM, işlenen suçun ağırlığı ile uygulanan yaptırım arasında açık bir orantısızlığın bulunduğunu ve yaptırımın caydırıcı olmadığına karar vermiştir. Mahkeme, ayrıca cezaların ertelenmesini bir tür kısmi af olarak değerlendirmiştir.
- Yeter/Türkiye (B. No: 33750/03, 13/01/2009): Gözaltında işkence ile öldürülen bir şahsın ölümünden sorumlu polis müdürü önce 10 yıl hapis cezası ile cezalandırılmış, bu ceza, sözkonusu suçun iki veya üç kişi tarafından işlenmesi ve esas failin teşhis edilememesi gerekçesiyle 5 yıl, ardından takdiri indirim uygulanarak 4 yıl 2 ay hapis cezasına indirilmiştir. Mahkum 19 gün hapiste kaldıktan sonra şartlı salıverilmiştir. İHAM bu kararında da işlenen suçun ağırlığı ile uygulanan yaptırım arasında ciddi bir orantısızlık olduğunu tespit etmiştir.
- Kasap ve diğerleri/Türkiye (B. No: 8656/10, 14/1/2014): Güvenlik kontrolünden kaçan bir şahsı taksirle öldürmekten suçlu bulunan bir polis memuruna 1 yıl 8 ay hapis cezası verilmiş, ancak hükmün açıklanması geriye bırakılmıştır. İHAM, ceza mahkemesinin hükmün açıklanmasının geriye bırakılması konusundaki takdir hakkını ciddi bir suç teşkil eden eylemin sonuçlarını hafifletmek için kullanmasını eleştirmiş ve bu türden yaptırımların “cezasızlık” sonucunu doğuracağını belirtmiştir.
- Külah ve Koyuncu/Türkiye (B. No: 24827/05, 23/4/2013): Kaçan bir şüpheliyi yakalamak isterken yetkisini taksirle aşarak kişinin ölümüne sebebiyet veren bir polis memuru 1 yıl 1 ay 10 gün hapis cezası ile cezalandırılmış, ancak bu ceza ertelenmiştir. İHAM bir kez daha, ceza mahkemesinin takdirini son derece hafif bir cezadan yana kullanmasını ve üstelik bu cezanın ertelenmesini yaşam hakkının usul yönünden ihlali olarak değerlendirmiştir.
- Tursun/Türkiye (B. No: 23307/10; 64591/11, 22/05/2018): Polis takibinden kaçan bir araca ateş eden ve taksirle araç içinde bulunan bir kişinin ölümüne neden olan bir polis memuru 2 yıl 1 ay hapis cezasına mahkum edilmiştir. Ceza mahkemesi, polislerin olayda silah kullanma yetkisine sahip olduklarını ancak suç oluşturan fiilin ateşli silah kullanmanın sınırlarının aşılması suretiyle işlendiğine kanaat getirmiştir. İHAM; somut olayın koşullarını dikkate alarak, tespit edilen kusurlu davranış ile polis memuruna verilen ceza arasında ciddi bir orantısızlık bulunmadığına karar vermiştir.
Eklemek gerekir ki; İHAM, eski tarihli bazı kararlarında, yaşam hakkının ihlaline yönelik iddialar karşısında etkili bir soruşturma yürütülmemesini “etkili başvuru hakkı” (İHAS m.13) kapsamında da incelemiş ve soruşturmanın etkisiz olduğu kanaatine ulaştığında, hem yaşam hakkının usul yönünün ve hem de etkili başvuru hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (örn., Tanrıkulu/Türkiye, B. No: 23763/94, 08/07/1999; Mahmut Kaya/Türkiye, B. No: 22535/93, 28/03/2000). İHAM bu kararlarında; Sözleşme m.13’den kaynaklanan etkili soruşturma yükümlülüğünün gereklerinin, m.2’den kaynaklanan soruşturma yükümlülüğüne göre daha kapsamlı olduğunu ifade etmekte idi. Ancak daha yakın tarihli kararlarında İHAM; “etkili soruşturma yükümlülüğünü” devletin pozitif yükümlülükleri çerçevesinde usule ilişkin bir güvence olarak görüp, yalnızca m.2 bakımından bir inceleme yapma yoluna gitmektedir. Böylece İHAM, etkili başvuru hakkının gerekleri ile m.2 kapsamında yürütülmesi gereken etkili soruşturmanın gereklerini bir arada yorumlayıp, bunların tamamının m.2’nin usul boyutunu oluşturduğunu kabul etmiş görünmektedir. Örneğin, yukarıda kısaca değinilen Alikaj ve diğerleri/İtalya kararında İHAM, m.2’nin usul yönünün ihlal edildiğini tespit etmiş ve m.13 bakımından ayrı bir inceleme yapılmasına gerek olmadığını ifade etmiştir (§ 114-115). Yine, Ali ve Ayşe Duran/Türkiye kararında İHAM, yaşam hakkı ve işkence yasağı ile bağlantılı olarak ileri sürülen etkili başvuru hakkı ihlalini ayrıca değerlendirmemiş, kişinin işkence sonucu ölümüne yol açan olaylar hakkında etkili bir soruşturma yürütülüp yürütülmediğini yalnızca devletin yaşam hakkı ve işkence yasağı kapsamındaki pozitif yükümlülükleri ışığında incelemiştir (§ 47-48). Esasen “Yaşam hakkı” başlıklı İHAS m.2, birey yönünden çok daha güçlü bir koruma içermektedir.
AYM; yakın tarihli bir Genel Kurul kararında (Narin Kurt [GK], B. No: 2018/2540, 1/12/2022), benzer nitelikte bir başvuruyu incelemiş ve bir polis memurunun taksirli davranışı sonucu meydana gelen ölüm olayı nedeniyle mahkemelerce tayin edilen cezanın “caydırıcı” olmadığına karar vermiştir. Bu vakada, ciddi şiddet olaylarının yaşandığı bir gösteriye müdahale eden güvenlik güçlerine molotof kokteylleri ile saldırılmış, saldırı sonucu bir polis aracı yanmış ve araç içindeki görevliler yaralanmıştır. Yanan araçtan çıkan bir polis memuru, saldırgan göstericileri kovalamış ve birisinin arkasından silahıyla ateş etmiştir. Polis memurunun silahından çıkan kurşun, Okmeydanı Cemevi’nin bahçesinde bir cenaze töreni için bulunan ve gösterilerle hiçbir ilgisi olmayan bir şahsın başına isabet ederek ölümüne neden olmuştur. Görülen dava sonucunda; sanık polis memuru taksirle öldürme suçundan önce 2 yıl hapis cezasına mahkum edilmiş, ardından bu ceza takdiri indirim uygulanmak suretiyle 1 yıl 8 aya indirilmiş ve adli para cezasına çevrilmiştir. Ceza mahkemesi, adli para cezasının 10 eşit taksitle tahsil edilmesine karar vermiştir. Karar gerekçesinde, “müteveffanın ölümü sonucunu doğuran fiilinin, hedef alınan şahsa isabet ettirememesi nedeniyle dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranışından ileri geldiği” kabulüne yer verilmiştir.
Diğer yandan, müteveffanın yakınları idari yargıda İçişleri Bakanlığı aleyhine tam yargı davası açmışlardır. Davayı gören idare mahkemesi, ölüm olayından sorumlu memurun “kullanmaması ya da usulüne uygun kullanması gereken silahı, tecrübesizliği nedeniyle korku ve paniğe kapılması sonucu kusurlu şekilde kullandığını ve idarenin tam kusurlu olduğunu” açıklamış ve davacılara maddi ve manevi tazminat ödenmesine karar vermiştir. Polis memuru hakkında açılan disiplin soruşturması kapsamında düzenlenen raporda da aynı tespitlere yer verilmiş ve memur hakkında disiplin cezası uygulanmasına karar verilmiştir.
AYM; ceza mahkemesinin gerekçesinden yola çıkarak, olayda yaşam hakkının ihlal edildiğinin kendisinden önce tespit edildiğini, bu nedenle bireysel başvuru yolunda yapılacak incelemenin başvurucuların bu ihlal nedeniyle mağduriyetlerinin giderilip giderilmediği hususu ile sınırlı olacağını belirtmiştir. Bu çerçevede AYM, hukuka aykırı fiili nedeniyle cezalandırılmasına karar verilen polis memuru aleyhine takdir edilen cezayı değerlendirmiş ve şu tespitlerde bulunmuştur:
“Anayasa Mahkemesine göre mahkemelerin takdir haklarını bu tür eylemlere müsamaha edilmeyeceğini göstermek için kullanmaları ve suçun sonuçlarını hafifletmek için kullanmayı tercih ettikleri izlenimini vermemeleri gerekir. Bu; kamu güveninin sürdürülmesi, hukukun üstünlüğünün sağlanması ve bu tür eylemlere hoşgörü gösterildiği görünümünün engellenmesi açısından hayati önem taşımaktadır. Devlet görevlilerinin güç kullanımı sonucu meydana gelen ölümlerde veya bu yolla gerçekleştirilen kötü muamelelerde bu sadece cezasızlık için söz konusu olmayıp suçların ağırlığı ile cezalar arasında açık bir orantısızlık bulunması hâlinde de geçerlidir. Bu durumda yaşam hakkının ihlali sonucu meydana gelen mağduriyet de giderilmemiş olduğundan Anayasa Mahkemesi, mahkemelerin yaptırımları belirlemedeki tercihlerini incelemek zorundadır” (§ 109).
Bunun ardından AYM; ceza mahkemesinin hükmettiği cezanın ilgili suç için Kanunda öngörülen asgari cezaya karşılık geldiğini, bu cezadan takdiren indirime gidildiğini, dahası hapis cezası yerine adli para cezasının uygun ve yeterli bir ceza olarak tercih edildiğini, para cezasının taksitlere bölündüğünü belirtmiş ve “bir kolluk görevlisinin bu tür silah kullanımı sonucu gerçekleştiği kabul edilen ölüme karşılık takdir edilen hapis cezası ile netice ceza olarak belirlenen adli para cezasının benzer hak ihlallerinin önlenebilmesi ve kişilerin yaşamının korunması bakımından uygun ve yeterli yaptırım olmadığını” vurgulamıştır (§ 110).
AYM sonuç olarak; ceza mahkemesinin verdiği mahkumiyet kararının başvurucunun mağduriyetini gidermediği gibi, caydırıcı etkiye de sahip olmadığını ifade etmiş ve somut olayda yaşam hakkının maddi ve usule ilişkin boyutlarının ihlal edildiğine oybirliği ile karar vermiştir.
AYM’nin bu kararının, yukarıda birkaç örnekle aktarılmaya çalışılan İHAM içtihadı ile tamamen uyumlu olduğu görülmektedir. Avrupa Konseyi’nin uzun yıllardan beri gündemde tuttuğu ve mücadele ettiği “cezasızlık” sorununa AYM’nin de aynı bakış açısıyla yaklaşması ülkemizde yaşam hakkının korunmasına ilişkin standartların güçlenmesi bakımından önemlidir. Devlet görevlilerinin öldürücü ve orantısız güç kullanması sonucunda meydana gelen ölüm olaylarında sorumluluğu tespit edilen kişilerin cezalandırılmamaları veya caydırıcı olmayan cezalarla cezalandırılmaları, Devletin suç işlenmesine ve suç işleyen görevlilere hoşgörü gösterdiği şeklinde algılanabilecek ve bunun sonucunda Devlete ve hukuka duyulan güven zedelenebilecektir. Bu açıdan bakıldığında; cezalandırma yükümlülüğünün yalnızca mağdur açısından değil, toplumun tamamı açısından hayati önemde olduğu kabul edilmelidir.
Caydırıcı cezalar uygulama yükümlülüğü, mahkemelerin ceza tayini konusundaki takdir yetkisine önemli bir sınırlama getirmektedir. Ceza mahkemelerinin, yaşam hakkına ve maddi ve manevi varlığın korunması hakkına yönelik müdahalelerin sözkonusu olduğu davalarda karar verirken, Ceza Hukuku kurallarının yanında insan hakları hukukunun gereklerini, özellikle de AYM ve İHAM içtihadı ile oluşturulan standartları dikkate alması gerekmektedir. İHAM, etkili soruşturma yükümlülüğünü ve bu yükümlülük uyarınca mahkemelerin ceza takdir yetkisine sınırlama getirilmesini meşrulaştırmak için İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 1. maddesinde düzenlenen, Sözleşmeye taraf devletlerin kendi yetki alanları içinde bulunan herkesin hak ve özgürlüklerinden yararlanmalarını sağlama ödevine gönderme yapmaktadır. AYM de benzer şekilde, Anayasanın 5. maddesinde tanımlanan “Devletin temel amaç ve görevlerini” dayanak alarak, kamu makamlarının hak ve özgürlükleri koruma konusunda pozitif yükümlülükler altında bulunduğunu ve etkili soruşturma yükümlüğünün bunlardan birisi olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla; ceza mahkemelerinin ceza takdir hakkına getirilen sınırlama, doğrudan Anayasada ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nde ifade edilen, devletin insan hak ve hürriyetlerini koruma yükümlülüğünden kaynaklanmaktadır.
Yargının bağımsızlığı esastır. Yargının bağımsızlığı ışığında; somut olayın özelliklerine, toplanan delillere ve önüne getirilip tartışmaya açılmış deliller uyarınca yargı merciinin maddi hakikate ve adalete vicdani ulaşma serbestliği olsa da, Anayasa ve kanunlarla bağlılık gözardı edilemez. Kimse yargıya emir ve talimat veremez, fakat yargı mercii de hukukilik denetiminden uzak kalacak şekilde somut olayın özelliklerini ve ilgili kanunları bir kenara bırakıp karar veremez. Yaşam hakkına müdahalelere karşı caydırıcı cezalar uygulama yükümlülüğü, esasen Ceza Hukukunun fonksiyonları arasında yer almaktadır. Hem Ceza Hukukunun caydırıcılık fonksiyonu ve hem de İHAS m.2 ile güvence altına alınan yaşam hakkının önemi birlikte değerlendirildiğinde, Ceza Hukukunun ve Ceza Yargılaması Hukukunun ilke ve esaslarına göre hareket etmesi gereken yargı merciinin, korunan hukuki yararın önemi ve adalet gereğince yaşam hakkına yönelik müdahalelere karşı caydırıcı cezaları tatbik etme yükümlülüğü vardır. Bu yükümlülük, yargı merciinin bağımsızlığına müdahale anlamı taşımaz. Aksi halde, yargı kararlarının hukukilik ve bunun yanında insan hak ve hürriyetlerine ilişkin denetime tabi olmasının önü kapanırdı. Yaşam hakkına yönelik müdahalelere karşı caydırıcı cezalar uygulama yükümlülüğünün denetimi yönünden; bir taraftan yaşam hakkının önemi dikkate alınırken, diğer taraftan da yargı merciinin yargılama yetkisinin özüne müdahale edilmemelidir.
Prof. Dr. Ersan Şen
Dr. Erkan Duymaz
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)