O halde sana ait olan  bu kısa zaman diliminden doğayla uyum içinde geç ve yolculuğunu memnuniyetle tamamla. Tıpkı olgunlaşan bir zeytinin, düşerken kendisini yaratan doğaya ve üstünde büyüdüğü ağaca şükran duyması gibi. Marcus AURELIUS

VE BİTİRDİM…!

Din ve felsefe konularında önemli eserleri olan Alman teolog Paul Tillich, modern dünyanın hayal gücünü yakaladığı ‘The Courage To Be’, yani ‘Olma Cesareti’ isimli eserinde, modern insanın içinde bulunduğu ikilemi anlatır ve yanı sıra kaygı sorununu yenmenin yolunu gösterir. Tillich’in bu konuda işaret ettiği en önemli yol yaratmaktır. Esasen insan boşluk içinde, boş işler içinde, anlamsızlıklar içinde olamaz. Olmaması gerekir. Bunun için de insan, yaratmak, üretmek zorundadır. Zira insan, ancak yaratarak, üreterek var olur, var olmayı sürdürür. Bu bağlamda, yaratmak, varoluşun zorunlu bir devamı, vazgeçilmez bir koşuludur. Yaratamayan insan, Erich Fromm’un dediği gibi, sadece yıkmaz, hasta da olur. Esasen yıkması da hasta olmasındandır.

Bütün bunları şunun için yazdım; hayatı boyunca yaratmayı kendisine amaç, rehber ve iş edinen, yaratmak için çalışan, çabalayan ve kendi çapında bir şeyler yapan ve yaratan ben, bir süre bunu yapmaktan uzak kaldım. Bu süreçte, yaratamadığım için huzursuzlandım. Bu bağlamda, boğulduğum, bocaladığım, kaygılandığım zamanlar oldu. Kendimi dinlediğim bu süreçte, hayatımı, hayatın anlamını sorguladım. Bildiğim, bilebildiğim arızalı yönlerimi elimden geldiği kadar tamir ettim, yaralarımı iyileştirdim. Tam da o aşamada Tillich’in huzursuzluktan, kaygıdan uzaklaşmak için işaret ettiği yol aklıma geldi. Yani olmak, kendim olmak, kendimi yenilemek. Bu amaçla kendimi bakıma aldım ve Tillich’in işaret ettiği yolu tuttum. O yolda daha emin adımlarla yürümek için, kendimi yararsız işlerin, konuların, lüzumsuz insanların arasından çekip aldım. Halen de çok severek yaptığım gibi, bu süreçte, kendimi çokça doğaya dolaşmaya çıkardım. Ademin az olduğu, hatta hiç olmadığı kırlarda, dağlarda, tepelerde, ağaçların, kır çiçeklerinin arasında gezdirdim kendimi. Sonra farklı bir boyuta geçmek için, güne dair birçok şeyi ve pek çok insanı arkamda bıraktım, yeni, çok yeni bir mevziye çekildim. Kendime kaybı durdur emrini verdiğim o günden bu yana, bana yaratmanın, üretmenin keyfini veren, beni entelektüel yönden doyuma ulaştıran başka şeyler, daha yararlı işler yapmaya başladım.

Yaptığım bu işlerden en önemlisi, günümüzden yaklaşık 45 yıl önce yazılan, diğer pek çok ülkenin diline çevrilmiş olmasına rağmen, Türkçeye çevrilmemiş olan Amerikalı siyaset bilimci John Rawls’ın ‘A Theory of Justice/Bir Adalet Teorisi’ isimli eserinin Türkçeye çevrilmesi işi oldu.

Bu yılın Şubat ayının başından itibaren yoğun bir şekilde yapmaya başladığım, önsözleri ve dipnotları ile 514 sayfa olan ve gerçekten zahmetli ve dikkatli bir çalışmayı gerektiren bu tercüme işi, kimi günler günde sekiz dokuz saate varan geceli gündüzlü yorucu bir çalışma sonunda nihayet dün bitti. Son kontrollerini ve redaksiyonunu yapmamdan sonra, sanıyorum en geç bir, bir buçuk ay içinde baskıya girecek ve yayınlanacak.

Hem kitabın tanıtımını yapmak, hem de gelecek eleştirilerin, yansımaların geri bildirimlerinden yararlanmak amacıyla ahsencosar.wordpress.com adresindeki bloğumda, önemli ve ilginç bazı bölümlerini yayınladığım tercüme edilmiş bölümlere gelen geri bildirimlerden birisi, Akdeniz Üniversitesi Hukuk Fakültesi akademisyenlerinden Prof.Dr.Sayın Ali Rıza Çoban’a ait.

Sayın Çoban twitter aracılığıyla gönderdiği 15.06.2016 tarihli direkt mesajında şöyle yazıyor: ‘Vedat Bey, Bildiğim kadarıyla şimdiye kadar birkaç tercüme teşebbüsü oldu, ama hiç birisi tamamlanamadı. Size bu hizmetiniz için teşekkürler. Evet,  hakikaten zor bir metin, ama adalet meselesini entelektüel düzeyde merak edenler için çok önemli. Sosyal adalet için iyi bir temel.’

Sayın Çoban’ın da işaret ettiği üzere, daha önce kitabı tercüme etmeye girişenlerin hemen hepsi sanırım işin zorluğunu görünce vazgeçmişler. Bu kitabı tercüme etmenin zorluğu, sadece yazarının İngilizcesinin çok ağır olmasından dolayı değil, tercüme edenin İngilizceyi iyi bilmesinin yanı sıra Türkçesinin de çok iyi, dahası siyaset bilimi ve felsefesi, genel felsefe, ahlak felsefesi, etik, sosyoloji, hukuk vb. gibi konularda iyi bir altyapıya sahip bulunmasının gerekli olmasından dolayıdır.

Ben elbette bütün bu konularda çok iyi olduğum iddiasında değilim, ama bu disiplinlerin hemen hepsi hakkında okuduklarım, yazdıklarım, biriktirdiklerim, bildiklerim var.  İngilizcem çok, çok iyi değil belki, ama bu tür konuları tercüme etmek için yeterli. Türkçem iyi ve hatta çok iyi. Nitekim çalışmamda bunun çok büyük yararını gördüm.

Yukarıda adresini verdiğim bloğumda yazdığım 15 Ocak 2016 tarihli yazıda; ‘Bilkent Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde Public Law/Kamu Hukuku dersini vermeye başladığım 2000 yılında İngilizcesini okuduğum, ders malzemesi olarak kullandığım bu kitabın Türkçeye tercüme edilmesi konusunda Siyasal Yayınevi sahibi Sayın Ünal Sevindik’ten teklif aldığımda inanılmaz derecede sevindim ve onur duydum. John Rawls’ın yaklaşık 20 yıllık emeğinin ürünü olan ve yayınlandığı günden bu yana 45 yıl geçmiş olmasına rağmen Türkçeye çevrilmemiş bulunan böylesine önemli bir kitabın Türkçeye tercümesini tamamladığımda, bu eser benim en büyük eserim, en önemli hizmetim, en değerli çalışmam, onurum ve çocuklarıma bırakacağım en değerli mirasım olacaktır.’ demiştim.

Bir şey olmak için değil, bir şeyler yapmak için aday olduğum ve seçildiğim altı yıllık Ankara Barosu, üç yıllık Türkiye Barolar Birliği Başkanlıklarımda, birlikte görev yaptığım arkadaşlarımla beraber, mesleğimiz için, meslektaşlarımız için, meslek örgütlerimiz için, ülkemiz için çok önemli, çok değerli hizmetler yaptım, yaptık. Bütün bunları vicdanı olan, idraki olan, vefası olan, takdiri olan, teşekkürü olan insanlar biliyor.

Her biri benim rizom olan, birlikte görev yaptığım arkadaşlarımın rizosu olan bütün bu işlerden ve hizmetlerden, hem yaparken, hem de yaptıktan sonra çok büyük keyif aldım; hizmet etmenin keyfini, geride eserler bırakmanın tarifsiz mutluluğunu yaşadım. Ama çok gerilerde kalan ve dahi unutulan, unutturulan bunların hepsi bir tarafa, John Rawls’ın bu önemli eserini tercüme edip bitirmenin keyfi ve mutluluğu bir tarafa.

Öyle ki, Rusya Federasyonu ve Çek Cumhuriyeti anayasalarını Türkçeye ilk ve tek tercüme eden kişi olmanın onurunu yaşayan birisi olarak, John Rawls’ın Bir Adalet Teorisi isimli dev eserini Türkçeye tercüme eden kişi olmak, yaptığım diğer bütün iş ve hizmetlerden çok, ama çok daha önemli ve değerlidir benim için. Zira tercümesini henüz tamamladığım bu eser, daha öncede ifade ettiğim üzere, benim şimdiye kadar yaptıklarımın içinde en önemli eserimdir, hizmetimdir, gururumdur, onurumdur, çocuklarıma bırakacağım en önemli mirasımdır.

Eserin önemine, değerine ve içeriğine gelince, bu eser çağdaş bir sosyal sözleşme teorisidir. Nitekim Rawls eserine yazdığı önsözde şöyle diyor: ‘Benim amacım, örnekleri Locke’da, Roussseau’da ve Kant’da bulunan sosyal sözleşme teorisini genelleştirmek, benzer nitelikteki bu teorilerin yüksek düzeydeki soyutlamasına ulaşan bir adalet kavramı sunmaktır. Bunu yapmak için, orijinal sözleşmeyi, herhangi bir kişinin özel bir topluma girmesi veya özel bir hükümet/devlet şekli kurması olarak düşünmememiz gerekir. Bunun yerine, bize rehberlik edecek fikrin, orijinal anlaşmanın toplumun temel yapısı olan adalet ilkelerinin objesi olduğunu düşünmeliyiz. Bu ilkeler, birlikteliklerinin temel şartını kendi menfaatlerinin daha ilerisinde tanımlayan ve henüz eşitliğin başlangıç durumunda olan özgür ve rasyonel kişilerin benimsediği ilkelerdir. Bu noktadan daha ileriye doğru olan bütün anlaşmaları, bu ilkeler düzenler; bu bağlamda sosyal işbirliğinin kapsayacağı durumları ve kurulabilecek hükümet/devlet şekillerinin çeşitlerini kesin olarak bu ilkeler belirler. Ben, adalet ilkelerinin bu şekilde dikkate alınmasını, hakkaniyet olarak adalet diye isimlendiriyorum.’

Bilindiği üzere, geleneksel sözleşme teorisyenleri olan Locke’un da, Rousseau’nun da, Hobbes’un da, sosyal sözleşme teorisi yazmaktan amaçları; siyasal itaat yükümlülüğünün ve siyasal topluma, yani devlet merkezli topluma geçişin temelini ve nedenlerini araştırmaktır. Geleneksel sözleşme teorisyenleri olan Locke’un, Rousseau’nun, Hobbes’un çağdaş takipçisi konumundaki Rawls, kendi adalet kuramını anlattığı ‘A Theory of Justice/Bir Adalet Teorisi’ isimli kitabında, kendi toplum sözleşmesini daha soyut, daha ayrıntılı bir temel üzerine kurar.

Yukarıda isimlerini saydığım geleneksel sözleşme teorisyenlerinin sözleşmelerinde olduğu gibi, Rawls’un sözleşmesi de, tarihsel bir gerçeklik değil, hukuksal, siyasal, düşünsel, felsefi ve sosyolojik bir kurmacadır. Yani fiktiftir, yani varsayımsaldır. Adalet anlayışı konusunda onu diğer düşünürlerden ayıran en önemli husus, teorisinin temelini toplumdaki tüm değerlerin dağıtımının, gelir ve refahla sınırlı olmaması, özgürlük gibi, eşitlik gibi, siyasal güç gibi, hayatın sunduğu fırsatlar gibi anlamlı değerler üzerine kurulu olmasıdır.

Rawls’un adalet üzerine olan bu çalışmasının bir diğer özelliği, kendisinin de ifade ettiği üzere, bu çalışmanın, Anglo-Sakson siyasi düşüncesini uzun bir süreden bu yana çekip çeviren faydacılık/utilitarianism kuramına, sistemli ve kabul edilebilir bir alternatif oluşturacak bir adalet kavramı olmasıdır. Rawls’a göre böyle bir alternatif oluşturmak istemesinin birinci nedeni, faydacılık kuramının anayasal demokrasi kurumları temelinin zayıflığıdır.

Değerli akademisyen Prof.Dr.Mehmet Kocaoğlu’nun ‘John Rawls- Adalet Teorisi ve Temel Kavramlar’ isimli gerçekten okunmaya değer eserinde ifade ettiği üzere ‘Rawls, adil bir toplumda toplumsal işbirliğinin nasıl inşa edileceğine ilişkin izlenecek yolu sorgularken bunun Tanrı iradesine ve ahlaki değerler düzenine  bağlı yapılamayacağını, toplumsal işbirliğinin aktörleri olan eşit ve özgür bireylerin karşılıklı avantajı üzerine bir anlaşmayla mümkün olacağını belirtmektedir. Rawls’un teorisinde bu anlaşmaya orijinal pozisyon aracılığıyla ulaşılmaktadır .’

Rawls’a göre ‘orijinal pozisyon/başlangıç durumu’, geleneksel sözleşme teorilerindeki ‘tabii hal/state of nature’ durumuna, yani doğa durumuna tekabül eden bir kavramdır. Bu aynı zamanda adalet ilkelerinin seçilmesinde işlevsel olan düşünsel ve fakat tarafsız bir zemindir. Rawls’un ifadesiyle orijinal pozisyon/başlangıç durumu, ‘eşit ve özgür bireylerin, adil işbirliği temelinde birleştikleri, bunun koşullarını belirledikleri ve yine bütün bunların kamusal kabul edilebilirliğini aradıkları bir pozisyondur.’ Kurmaca, yani varsayımsal bir durum olan orijinal pozisyondaki/başlangıç durumundaki insanlar, ‘veil of  ignorance/bilinmezlik perdesi/cehalet perdesi’ arkasında, alternatif adalet ilkelerini araştırmakta ve tartışmakta, bu ilkelerin ihtiyaçları karşılamasının gerekliliği içinde hareket etmekte, özgür ve eşit bireyler olarak adalet ilkelerini bu bilinçle ve bizzat kendileri seçmektedirler.

Rawls’a göre orijinal pozisyonun/başlangıç durumunun esaslı özellikleri arasında, hiç kimsenin o kişinin toplumdaki yerini, sınıfını, sosyal statüsünü bilmemesinin yanı sıra, o kişinin kendisinin de, doğal varlıkların, yeteneklerin, zekanın, kuvvetin ve benzeri diğer şeylerin dağıtılmasındaki kendi şansını bilmemesi vardır. Ve hatta Rawls, bu durumda olan tarafların, kendi iyi kavramları ile özel psikolojik eğilimlerini de bilmediklerini varsayar. Adalet ilkeleri bir cehalet/bilinmezlik perdesinin arkasından seçilmiştir. Seçimin bu şekilde yapılmış olması, Rawls’a göre doğal bir şans veya beklenmedik durumlar tarafından belirlenen seçim ilkelerinin, hiç kimsenin lehine ya da aleyhine olmamasını sağlar. Herkes benzer bir şekilde konumlandığında, hiç kimse kendi lehine ya da aleyhine olan ilkeleri biçimlendirme gücüne sahip olamaz ve dolayısıyla adalet ilkeleri bir pazarlığın ve adil bir anlaşmanın sonucunda oluşur.

Sadece hukukun, hukuk devletinin, hukukun üstünlüğünün, Rawls’ın ifadesiyle, düşünce sisteminin bir gerçeği olarak, sosyal kurumların en önde gelen erdemi olan adaletin temel kavramlarının değil, Sivil İtaatsizlik, Vicdani Ret, Yetki/Otorite Ahlakı, Ortaklık/İştirak Ahlakı, İlkeler Ahlakı, Ahlaki Duyguların Nitelikleri, Ahlak Psikolojisinin İlkeleri, Özgürlük Kavramı, Vicdan Özgürlüğü, Hoşgörü, Hoşgörüsüzlüğün Hoşgörüsü, Siyasal Adalet ve Anayasa, Sosyal Adalet, Katılma İlkesinin Sınırları, Sezgicilik, Faydacılık, Hedonizm/Hazcılık gibi siyasetin, siyaset biliminin, siyaset felsefesinin, genel felsefenin, ahlakın, etiğin, özgürlüklerin de ele alınıp işlendiği eser, gerçekten zengin bir içeriğe sahip ve pek çok yönüyle ilginç. Okunmayı hak eden, çok dikkatli, sindire sindire okunması gereken, sadece hukukçuların değil, siyasetçilerin de okuması gereken bir kitap.

Yakında piyasaya çıkacak olan eserin, özellikle akademik çevrelerde ve entelektüel düzeyde ilgiyle karşılanacağını, adalet ve hukuk konularında son derece ciddi sıkıntılar yaşayan ülkemizin önemli bir ihtiyacını karşılayacağını ve bu konulara yeni bir yol ve anlayış getireceğini umuyor ve bunu diliyorum.

Hani bu yazının başında Marcus Aurelius ‘O halde sana ait olan  bu kısa zaman diliminden doğayla uyum içinde geç ve yolculuğunu memnuniyetle tamamla. Tıpkı olgunlaşan bir zeytinin, düşerken kendisini yaratan doğaya ve üstünde büyüdüğü ağaca şükran duyması gibi.’ diyor ya, ben de bana ait olan bu kısa zaman diliminden doğayla uyum içinde geçerken, tıpkı olgunlaşan bir zeytinin düşerken doğaya ve üstünde büyüdüğü ağaca şükran duyması gibi; bana emek veren, beni yetiştiren, bana iyiyi, doğruyu, güzeli, adil olanı yapmayı, yanı sıra her biri bir ders olan çirkini, yanlışı, kötüyü, ayıbı, haksızlığı yapmamayı öğreten, beni bu konularda terbiye eden, beni büyüten, olduran, olgunlaştıran hayata, hayatıma ve dahi herkese, iyilere de, kötülere de teşekkür ediyor, şükranlarımı sunuyorum.

Son bir söz. Onu da Roma’nın bilge hükümdarı Marcus Aurelius söylüyor: ‘Hepimizinki günübirlik hayatlar; hatırlayanın, hatırlanandan farkı yok.’ Bu kitapla birlikte benim, hatırlayandan da, hatırlanandan da, hatırlamayandan da, hatırlanmayandan da bir farkım olacak. Hani Orhan Veli o güzel dizelerinde ‘Beni Güzel Hatırla’ diyor ya, tam da onun dediği gibi, bu eseri okuyan herkes beni güzel hatırlayacak.