Ceza Hukukunda bir kusur türü olan taksir; suça konu eylemin hareket kısmının fail tarafından bilinip istenerek yapılması, fakat bundan doğan sonucun istenmemesidir. Fail; gerçekleşmesini istemediği sonucu öngördüğü halde önlemediğinde bilinçli taksirden ve sonucu öngörememesinde kusurlu olduğu tespit edildiğinde de basit taksirden sorumlu tutulur.
Taksir derecesinde kusurun yoğunlaşmış hali bilinçli taksir olup, bu durumda failin ceza sorumluluğu daha ağırdır. Örneğin, tehlikeli olduğunu bildiği köpeğini bağlı tutmayarak, mağdurun ısırılmasına neden olan failin hareketi ile kırmızı ışıkta durması gerektiği halde aldırış etmeyip kavşakta yola devam eden failin sebebiyet verdiği trafik kazasında bilinçli taksir vardır. Bilinçli taksirin bir ötesi muhtemel kasttır ki, bu durumda failin gerçekleşen sonucu kabullendiği, bir anlamda “olursa olsun” diyerek göze aldığı görülür. Bilinçli taksirde; fail sonucu öngörür, fakat gerçekleşmeyeceğine inanır ve istemez. Muhtemel kastın ceza sorumluluğu bilinçli taksire göre daha ağırdır.
Şoförün trafikte kırmızı ışıkta geçmesi bilinçli taksirdir. Çünkü şoför, kendisi için yasak olduğunu bildiği kırmızı ışıkta geçmek suretiyle kazaya sebebiyet verebileceğini öngörür, fakat kazanın gerçekleşmeyeceğini düşünerek hareket eder. Bu davranış bir anlamda göze alma, kendine güvenme ve bilinçli şekilde kuralları ihlal etme olarak tanımlanır. Bundan ötesi şoför; kırmızı ışığı ihlal etmek suretiyle yoğun araç ve yaya trafiğinde trafik kazasına neden olup, ölüm ve yaralanmaları kabullenmişse, yani trafik kazasının meydana gelmeyeceğini düşünmek yerine gerçekleşeceği ihtimalini pek mümkün görüp sonuçlarını kabullenmiş ve “olursa olsun” demişse, bu noktada bilinçli taksiri aşan muhtemel/olası kast halinin varlığı gündeme gelir.
Failin kusur durumu somut olayın özellikleri dikkate alınarak tespit edilmelidir. Yaya yoğunluğunun bulunduğu bir kavşakta kırmızı ışıkta geçilmesi, bu durumda neticenin gerçekleşmesi şansa veya failin kendi becerisine bırakılmış olur ki, yayaların karşıdan karşıya geçtiğini gören fail yönünden muhtemel/olası kast ihtimali doğacak, hatta fail yayalara çarpmak istemişse de doğrudan kast sözkonusu olacaktır. Failin istememesi, sırf “ben istemiyordum” veya “neticenin meydana gelmeyeceğine güveniyordum” demesi, olası kastın gerçekleşmediği anlamına gelmeyecektir.
Sürücünün yolun boş olduğuna, kırmızı ışıkta geçmesinin kimseye zarar vermeyeceğine inanarak geçmesi halinde, göz göre göre riski kabul etmediğine ve sonucu kabullenmediğine işaret eder. Bu durumda failin “olursa olsun” bilincinden değil, bilinçli taksirin kendisini göstereceği yoğun kural ihlalinden bahsedilecektir.
Bunun yanında, arkadan takip ettiği araçla arasında bırakması gerektiği mesafeyi ayarlayamadığından veya hız limitini aştığı için fren mesafesini koruyamayan failin yol açtığı kazada ise basit taksir gündeme gelecektir.
Taksir şekillerini; tedbirsizlik (sonucun meydana gelmesine engel olabilecek tedbirleri almama), dikkatsizlik (gereken dikkat ve özeni göstermeme), meslek ve sanatta acemilik (bir meslek veya sanatın esaslarını bilmeme, yanılma veya beceriksizlik ya da aşırı cesaret gösterme) veya kurallara riayetsizlik (kişiyi belirli bir davranışta bulunmaya zorlayan kuralları ihlal) olarak dört başlıkta toplayabiliriz. Fail, bu kusurlu hareketlerden birisini icra edip de öngördüğü sonuca yol açmışsa bilinçli taksirden ve kendi kusuru ile öngöremediği sonuca sebebiyet vermişse de basit taksirden sorumlu olacaktır.
Elektrik tesisatı ile ilgili arızanın giderilmesi öncesinde elektriğin kesilmemesi; trafiğin yoğun olduğu bir yerde dikkatsiz davranma; gerekli ehliyet veya ruhsat olmaksızın meslek veya sanat icrası ve yasa, tüzük veya yönetmeliklerle öngörülen kurallara uymamak suretiyle ölüm veya yaralanmalara sebebiyet verme hallerinde, “ceza sorumluluğunun şahsiliği” ilkesi gereğince sorumlu tutulacaklar hakkında taksirin yoğunluk derecesine göre bilinçli veya basit taksirin gerçekleştiği kabul edilecektir.
“Taksir” başlıklı TCK m.22’nin 6. fıkrası; sadece taksirle işlenen suçlara özgü bir şahsi cezasızlık hali öngörmüştür.
Buna göre; “(6) Taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmez; bilinçli taksir halinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir”.
Görüldüğü üzere; taksirle işlenen fiil, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından, ciddi mağduriyete sebebiyet veren bir netice ile sonuçlanmışsa, faile ceza verilmeyecek, failin bilinçli taksir düzeyinde kusurlu olduğu halde ise cezada indirime gidilecektir. Muhtemel kast derecesinde sübjektif sorumluluk hali ise bunun dışındadır.
Neticenin; münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından çok ağır olduğu halde, faile ceza verilmeyeceği, bu konuda hakimin bir takdir yetkisi olmadığı, hükümde yer alan diğer şartların oluşmasıyla, fail bakımından şahsi cezasızlık halinin tatbik edileceği görülmektedir. Kusurun bilinçli taksir seviyesinde olduğu halde ise; verilecek ceza oranı konusunda mahkemeye takdir ve değerlendirme yetkisi tanındığı, mahkemenin vereceği cezada yarıdan altıda bir oranına kadar indirim yapma seçeneklerine sahip olduğu gözlemlenmektedir.
TCK m.22/6’da öngörülen ve sadece taksirle veya bilinçli taksirle işlenen suçlara özgü olarak düzenlenmiş şahsi cezasızlık halinin uygulanması, hükümde yer alan şartların birlikte oluşmasına bağlıdır.
Bu şartlar şu şekilde sıralanabilir;
1- Taksirle veya bilinçli taksirle işlenmiş suç bulunmalıdır.
2- Failin taksirli hareketiyle neden olduğu netice kendisine acı ve ızdırap vermelidir.
3- Fail, taksirli eyleminden "kişisel ve ailevi durumu" itibarıyla etkilenmelidir.
4- Fiilin neticesi, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumunu ilgilendirmelidir.
Maddenin tatbikinde; ilk şartın tespiti açısından bir zorluk bulunmadığı, ancak diğer şartların belirlenmesinde sorun yaşandığı görülmektedir.
Öncelikle; “münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından” ibaresinin lafzından anlaşılması gereken hususun, madde gerekçesinde açıklandığı görülmektedir. Esasında sorun; maddenin koyduğu kriterlerin soyut ve sübjektif yoruma açık olmasından, yani somut olaya tatbiki sonucu ortaya çıkan çelişkili durumlardan kaynaklanmaktadır. TCK m.22/6’nın net olduğu, gerekçede yer alan açıklamaların da muhtemel bir belirsizliği ortadan kaldırdığı ileri sürülebilir. Ancak hükmün net ifade edilişi, içerdiği şartların belirsizliğini ortadan kaldırmamaktadır. Elbette, gerekçelerin bağlayıcı olmadığı bir gerçektir. Kanun koyucu maddenin gerekçesinde; hükümde yer almayan, ek bir şart veya ifadeye yer vermemiş, “münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından” ne anlaşılmasını gerektiğini açıklayarak, hükme netlik kazandırmaya çalışmıştır. Bu netlik ise, ceza adaleti bakımından iyi sonuç vermemiş ve uygulamada “münhasıran” kelimesi yalnızca failin ailesinin zarar görmesi şeklinde anlaşılmış olup, aile bireylerinin yanında bir başkasının taksirle işlenen suçtan zarar görmesi halinde, TCK m.22/6’nın uygulanmayacağı, yani aile dışı bireyin varlığının tüm ceza sorumluluğunun gündeme getirdiği kabul edilmiştir.
“Münhasıran” kelimesi TDK’ya göre; “Bir kimse veya bir şey için ayrılmış, mahsus” anlamına gelmektedir.
Maddenin gerekçesine göre;
“ (…) Ülkemizde özellikle kırsal bölgelerde rastlandığı üzere, taksirli suçlarda failin meydana gelen netice itibarıyla bizzat kendisinin ve aile bireylerinin ağır derecede mağduriyete uğradıkları görülmektedir. Sözgelimi, köylü kadınların gündelik uğraşları ve hayat zorlukları itibarıyla, sayısı çok kere üç dörtten fazlasına varan küçük çocuklarına gerekli dikkati ve itinayı gösterememeleri sonucu, çocukların yaralandıkları veya öldükleri görülmektedir. Aynı şekilde meydana gelen trafik kazalarında da benzer olaylara rastlanmaktadır. Bu gibi hallerde ananın taksirli suçtan dolayı kovuşturmaya uğraması ve cezaya mahkum edilmesi, esasen suçtan dolayı evladını kaybetmesi sonucu uğradığı ızdırabı şiddetlendirmekle kalmamakta, ayrıca, ailenin tümüyle ağır derecede mağduriyete düşmesine neden olmaktadır.
Sözkonusu fıkraya göre, hakim suçlunun durumunu takdir ile ceza vermeyebilecektir. Elbette ki hakim bu husustaki takdirini kullanırken suçlunun ekonomik durumunu, aile yükümlerini, söz gelimi diğer çocukların bakımını göz önünde bulunduracak, ona göre hüküm kuracaktır. Ancak dikkat edilmelidir ki; bu fıkranın uygulanabilmesi için fiilden dolayı münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu itibarıyla zararlı netice meydana gelmiş bulunmalıdır, böyle bir netice ile birlikte sözkonusu durumlara ilişkin bulunmayan başka bir netice de meydana gelmişse fıkra uygulanmayacaktır. Fıkrada yazılı suç bilinçli taksir halinde işlenirse ceza yarıdan üçte birine kadar indirilebilir”.
Görüldüğü üzere; kanun koyucu TCK m.22/6’nın tatbiki için, fiilin taksirle işlenmesine ek olarak, neticenin münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından, ağır bir mağduriyete yol açmasının gerekliliğine dikkat çekmiştir. Bir başka ifadeyle; fiilin neticesinde, şahsın kişisel ve ailevi durumundan bağımsız, başka bir sonucun ortaya çıkması, fıkranın tatbikine engel olacaktır.
Örneğin; somut olayda failin taksirli fiilinin sonucu olarak failin ailesi dışında başka birisi zarar görürse, fail ile kişisel ve ailevi ilgisi olmayan bu kişinin, şikayetinin olup olmadığına bakılmaksızın, fıkra uygulanmayacaktır. Çünkü her ne kadar TCK m.85’de düzenlenen taksirle ölüme sebebiyet verme suçu, gerçekleşen neticeye göre bölünebilir bir suç olsa da, somut olayda failin ailesi dışında meydana gelen netice, TCK m.22/6’nın somut olaya tatbikini engelleyeceğinden, fail bakımından şahsi cezasızlık hali de gündeme gelmeyecektir. Dolayısıyla TCK m.22/6’nın tatbiki; fiilin neticeleri itibarıyla bölünüp bölünmemesine bağlı değil, maddenin şartlarının oluşup oluşmadığına bağlıdır. Şartlardan birisi eksikse, fail şahsi cezasızlık halinden faydalanmayacaktır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 2017/12-636 E. ve 2018/431 K. sayılı kararına göre;
“Olay tarihinde gündüz saatlerinde, yerleşim yerinde, açık havada, dört yönlü kavşakta, 12 metre genişliğinde, bölünmüş, eğimsiz, düz, kuru ve asfalt kaplama yolda sanık… ile katılan …’nun yönetimlerindeki araçların çarpışması neticesinde sanık …'ın aracında bulunan annesi … ve babası …’ın ölümü ile birlikte aynı araçta bulunan mağdurların, yine diğer taraftaki araçta bulunan katılanlar … ve …'in yaralanmalarıyla sonuçlanan trafik kazasının meydana geldiği, sanık …'in sevk ve idaresindeki aracı ile kavşağa yaklaşırken kavşak öncesinde seyir yönü üzerinde bulunan "DUR" trafik levhası ile "kırmızı flaşör" lambasını dikkate alarak durması ve sağ tarafından bölünmüş yol üzerinde seyrederek aynı kavşağa gelen katılan Abidin Hacıoğlu'nun sevk ve idaresindeki aracın geçişini beklemesi gerekirken kontrolsüzce kavşağa girmek suretiyle kazanın oluşumunda asli kusurlu olduğu, mağdurların sanıktan şikayetçi olmadıkları, katılanların ise şikayetçi oldukları anlaşılan olayda; asli kusurlu olarak anne ve babasının ölümü ile ikisi şikayetçi olmak üzere altı kişinin yaralanmasına sebebiyet veren sanığın, anne ve babasının ölümü nedeniyle kişisel ve ailevi durumu bakımından ağır düzeyde etkilenip zarar gördüğünde ve mağdur olduğunda bir tereddüt yok ise de, sanığın taksirli hareketi sonucu münhasıran kendisinin kişisel ve ailevi durumu etkilenmiş olmayıp sanık ile ailevi ilişkisi bulunmayan katılanların da yaralanıp olaydan bizzat zarar görmeleri ve sanıktan şikayetçi olmaları karşısında, eylemin sonuçlarının taksirle öldürme ve şikayetin varlığına bağlı olarak taksirle yaralama şeklinde bölünemeyeceği de gözetildiğinde, münhasıran sanığın kişisel ve ailevi bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olduğundan söz edilemeyeceğinden hakkında TCK'nın 22. maddesinin altıncı fıkrasında düzenlenmiş olan şahsi cezasızlık sebebinin uygulanmasına imkan bulunmamaktadır. Bu nedenle Yerel Mahkemenin direnme hükmü isabetli değildir[1]”.
Suçun bilinçli taksirle işlenmesi halinde ise, ceza miktarında indirim tatbik edilecektir.
Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 2.11.2017 tarihli, 2016/3043 E. ve 2017/8315 K. sayılı kararına göre;
“Meydana gelen olayda, sanığın eşi, kardeşi ve kardeşinin eşinin ölmesi, sanık için meydana gelen zararın ağırlığı dikkate alındığında, sanığın münhasıran kişisel ve ailevi durumu bakımından artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olduğu, eylemin bilinçli taksirle gerçekleşmesi sebebiyle sanık hakkında TCK'nın 22/6. maddesinin 2. cümlesinin ailenin tüm fertlerinin olay sebebiyle hayatlarını kaybettiği bu durumun sanık açısından yarattığı ağır sonuç nazara alınmak suretiyle en üst sınırdan indirimi gerektiğinin uygulamada gözetilmesinde zorunluluk bulunması şeklindeki bozma ilamı dikkate alınmadan, sanığın cezasından TCK'nın 22/6. maddesi uyarınca indirim yapılmaması suretiyle, sanık hakkında fazla cezaya hükmedilmesi” Kanuna aykırıdır[2].
Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 11.10.2018 tarihli, E. 2016/7829 ve K. 2018/9555 sayılı kararına göre;
“Sanığın eşi ve çocukları ile birlikte 15 yıldır ikamet ettiği evinde, sanığın çocuğu olan 1999 doğumlu ölenin olay günü evde tek başına olduğu sırada, evin mutfak kısmında bulunan ve üzerinde süt kaynatılmakta olan elektrikli ocaktan elektrik akımına kapıldığı, ölenin annesi olan ...'in eve döndüğünde evin elektriğinin kesik olduğunu, mutfakta ise kızının hareketsiz yatmakta olduğunu gördüğü, hemen hastaneye kaldırılan ölenin yüksek voltajlı bir akıma maruz kalması ve elektrik çarpması sonucu öldüğü; olay günü kolluk görevlileri tarafından olay yerinde yapılan incelemede; prizden gelen kablonun elektrikli ocağa girdiği noktada kablonun açık bir şekilde bağlanmış olduğunun, fiş prize takılarak kontrol kalemi ile kontrol edildiğinde açık kabloda elektrik olduğunun, evin elektrik hattı incelendiğinde ise evde kaçak elektrik olduğunun ve elektrik saatinin çalışmadığının tespit edildiği; aynı gün jandarma görevlileri tarafından yapılan incelemede; elektrik tesisatının kaçak olarak çekildiğinin, elektrik tesisatının elektrik sayacına girmediğinin, elektrik sayaç saatinin durduğunun, mührünün bozulmuş olduğunun ve evde kaçak elektrik kullanıldığının tespit edildiği anlaşılmış olmakla; sanığın kendi beyanına göre de elektrikli ocağın bağlantısını kendisinin yaptığı, dosya içerisindeki olay yeri fotoğrafları da incelendiğinde, sanığın kendisine ait ve yaşı küçük çocukları ile birlikte ikamet ettiği evinde, usulüne uygun şekilde bağlantısı ve kurulumu yapılmaması sebebiyle teknik gereklere aykırı olan elektrikli ocağı kullanmak suretiyle, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranarak, kendisi tarafından öngörülen neticenin meydana gelmesini engellemediği ve bu suretle sanığın eylemini bilinçli taksirle gerçekleştirdiği anlaşılmakla, sanık hakkında TCK'nın 85/1 ve 22/3. maddeleri gereğince hüküm kurularak, ölenin sanığın öz çocuğu olması sebebiyle cezasından TCK'nın 22/6. maddesi gereğince indirim yapılması gerektiğinin gözetilmemesi” Kanuna aykırıdır.
Kararlarda görüldüğü üzere; maddede öngörülen şartların birlikte gerçekleşmesi halinde, sanık hakkında mahkumiyet kararı verilse bile, taksir derecesinde kusur varsa, CMK m.223/4-b gereğince ceza tatbik edilmeyecek, bilinçli taksir sözkonusu ise cezada indirime gidilecektir.
Fıkrada yer alan şartların tespiti, ilk bakışta kolay gözükebilir. Ancak bu kriterlerin tespiti; her somut olayda kolay olmamakla beraber, uygulamada karışıklığa yol açmaktadır. Maddenin; somut olayın manevi boyutunu ön plana çıkarması, maddede geçen “failin kişisel ve ailevi durumu bakımından” ibaresi ile “aile” kavramından tam olarak ne anlaşılması gerektiğinin hükmün içerisinde veya gerekçede açıklanmaması, hükümde yer alan şartların sübjektif yoruma muhtaç olması, dolayısıyla şüpheye yer vermeyecek şekilde somut verilerle tespitinin de mümkün olmayışı, belirsizliğe neden olmaktadır.
Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulu 23.11.2010 tarihli, 2010/9-196 E. ve 2010/228 K. sayılı kararında bu belirsizliğe dikkat çekerek, TCK m.22/6’nın muğlak ve sübjektif yoruma açık kriterlerini ele almış ve hükmü açıklar nitelikte tespitlerde bulunmuştur. Kurulun değerlendirmesine göre;
“22. maddenin 6. fıkrasında yer alan düzenlemenin kapsamının belirlenmesi bakımından uygulamada sorunlarla karşılaşıldığı ortadadır. Bu konudaki tartışmaların genellikle, fail ile mağdur arasındaki yakınlığın hangi düzeyde olması gerektiği ve olay nedeniyle failin hangi ölçüde zarar görmesi gerektiği konularında yoğunlaştığı görülmektedir.
Düzenlemeye bakıldığında; söz konusu şahsi cezasızlık nedeninin uygulanabilmesi için her somut olay açısından ayrıca değerlendirilmesi gereken iki temel koşulun bulunması gerektiğinden bahsedilebilir:
1- Basit taksirle işlenmiş bir suç bulunmalıdır
5237 sayılı TCY'nın 22. maddesinin 6. fıkrasının ilk cümlesinde; taksirli hareket sonucu neden olunan neticeden bahsediliyor olması, söz konusu şahsi cezasızlık sebebinin sadece taksirli suçlarda uygulanabileceğini göstermektedir. Doğrudan kast, olası kast veya kast taksir kombinasyonu ile islenen suçlarda bu hüküm uygulanamaz. Bilinçli taksirin varlığı halinde ise; aynı fıkranın bilinçli taksir halinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir seklindeki son cümlesi uyarınca, şahsi cezasızlık hali değil, cezada indirim yapılmasını gerektiren şahsi sebep söz konusu olabilecektir.
2- Meydana gelecek netice, münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından etkili olmalıdır
Buna göre, failin taksirli hareketiyle neden olduğu netice, hem bizatihi kendisi bakımından acı ve ıstırap doğurmalı, hem de failin cezalandırılması fail ve ailesi bakımından artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağduriyete yol açmalıdır.
Görüldüğü gibi bu koşul, üç ayrı hususu içermektedir:
Bunlardan birincisi, failin kendi taksirli eyleminden ağır düzeyde etkilenmiş olması, başka bir deyişle, failin kendi eyleminin mağduru durumuna düşmesidir. Burada failin uğradığı mağduriyet, maddi olabileceği gibi manevide olabilir. Hangi mağduriyetin cezaya hükmedilmesini gereksiz kılacağı ise somut olaya göre belirlenmelidir[3].
İkincisi, failin taksirli eyleminden ailevi durum itibarıyla da etkilenmesidir. Bu koşul, fail ile taksirli suçun mağduru arasında belli derecedeki yakınlığı ifade etmektedir. Bu anlamda, üzerinde durulması gereken husus akrabalığın derecesinden çok aile kavramıdır. Çünkü yasa koyucu belli derecede akrabalığı ifade eden herhangi bir kavramı değil özellikle ailevi kavramını tercih etmiş ve bir manada faille, mağdur arasında aynı aileden olma ilişkisini aramıştır. Aile ise, yasalarımızda tüm yönleriyle tanımlanmış bir kavram değildir. Bu konuyla ilgili olarak; bir yanda, aile kavramının Medeni Kanun anlamında üstsoy, altsoy ve evlilik ilişkisini kapsar şekilde yorumlanması gerektiğini savunan öğreti, diğer yanda ise ortada bir ailenin bulunup bulunmadığını değerlendirirken biyolojik gerçekten çok toplumsal gerçekliğe ağırlık veren İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararları bulunmaktadır[4].
Dolayısıyla; bu fıkranın uygulanması bağlamında, aile kavramını çok geniş tutmanın sakıncaları yanında, bir ailenin kimlerden oluşacağının sınırlı olarak sayılması da doğru değildir. Burada yapılması gereken, fail ile mağdurun aynı aileden olup olmadığının her somut olayın özelliklerine göre ayrıca değerlendirilmesidir. Zira bazı durumlarda, kişilerin aynı aileden olup olmadıkları hususu sadece akrabalık bağının derecesine göre değil, tüm diğer bilgi ve belgelerle birlikte çözümlenmeli, belli bir derecede akrabalık bağının bulunması ise her zaman bu fıkranın uygulanması gerektirecek bir karine olarak değerlendirilmemelidir (Örneğin, haklarında ayrılık kararı bulunan karı-kocanın durumu). Bu hususla ilgili olarak; failin, sadece kendisine değil, aynı ailede yer aldığı başka bir kişiye zarar vermek suretiyle ailevi hayatına da zarar vermesi gerekir. Bunun dışında, taksirli olayda, aynı aileden olmayan bir kişinin zarar görmesi de zaman zaman kişinin ailevi hayatını derinden etkileyebilir de, böylesine dolaylı bir zarar, 22. maddenin 6. fıkrasının uygulanmasını gerektirmez (Örneğin, failin otomobil kullanırken, kusurlu hareketiyle esinin çok sevdiği bir arkadaşının veya akrabasının ölümüne neden olmasından ötürü, esiyle boşanmak zorunda kalmaları gibi).
Üçüncü husus ise; taksirli suçtan münhasıran failin, kişisel ve ailevi hayatının etkilenmiş olmasıdır: Buradan anlaşılması gereken; taksirli hareket sonucu ailesinden birisinin zarar görmesi nedeniyle failin ziyadesiyle etkilendiği olayda, faille ailevi ilişkisi bulunmayan başka bir kişinin zarar görmemesidir. Fail ve ailesi dışında bir kişinin de zarar gördüğü olaylarda ise bu fıkra hükmü uygulanamaz. Ancak başkalarının zarar görmesinden maksat, başkalarının dolaylı olarak etkilenmesi değil, olay sırasında bizzat zarar görmesidir. Buna göre, örneğin, olay sırasında esinin yanında akrabası olmayan bir kişinin de öldüğü ya da yaralandığı durumlarda fail bu fıkradan yararlanamayacak, buna karşılık sadece esinin öldüğü durumlarda, esinin diğer akrabalarının bu olay nedeniyle üzülecek olmaları failin bu fıkradan yararlanmasına engel teşkil etmeyecektir.
Tüm bu açıklamalar birlikte değerlendirildiğinde; yasa koyucunun münhasıran failin kişisel ve ailevi durumundan bahşetmiş ve kişisel ile ailevi kelimelerinin arasına ve bağlacını koymuş olması, ikinci koşulun gerçekleşebilmesi için belirtilen üç hususun da birlikte bulunmasının zorunlu olduğunu açıkça göstermektedir. Bunun dışında, taksirli fiil sonunda, örneğin failin yakınının ölmesine rağmen kişisel ilişkilerinin zayıflığı nedeniyle bundan ailevi durum itibarıyla etkilenmediği ya da ailesinden olmayan ancak tüm hayatının akısını etkileyecek şekilde is ortağının öldüğü veya failin yakını dışında başka kişilerin de zarar gördüğü durumlarda ise bu fıkra hükmü uygulanamayacaktır”.
“Taksirle öldürme” başlıklı TCK m.85 uyarınca;
“(1) Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Fiil, birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmuş ise, kişi iki yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır”.
TCK m.85/2 ile m.22/6’nın birlikte gündeme geldiği bir olayda; TCK m.22/6’nın dar kapsamı, benzer olaylarda, eşitlik ilkesi ile bağdaşmayacak neticelerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. Çünkü sanığın taksirli fiili neticesinde meydana gelen bir trafik kazasında; failin ailesinin ölümü dışında, fail ile ilgisi olmayan kişinin çok hafif yaralandığı olayda, “münhasıran” kelimesi nedeniyle, kişinin şikayeti olmasa bile, sanık TCK m.22/6’dan yararlanamayacak, ancak sadece ailesinin vefatıyla sonuçlanan bir olayda, hükümde yer alan diğer şartların da oluşması kaydıyla TCK m.22/6’dan yararlanacaktır. Gerçekleşme koşulları ve şekli neredeyse eşit iki olayın, failin ailesi dışında bir kişinin yaralanmasından dolayı, cezai anlamda bu kadar farklı sonuçlara sebebiyet vermesi, orantılılık ve eşitlik ilkelerine aykırı, hatta çelişkili gözükebilir. Ancak madde nettir ve kanunilik ilkesi gereğince uygulaması budur.
Buna karşılık bir başka çelişki, sadece “münhasıran” kelimesi nedeniyle değil, “aile” kavramı yönünden de gündeme gelebilir. Kişinin kan bağı olmadığı, ancak manevi açıdan çok bağlı olduğu hayat arkadaşının, taksirli fiili sonucu ölümüne sebebiyet verdiği bir durumda, sırf “aile” kriterini yerine getirmediğinden bahisle, şahsi cezasızlık halinden yararlanamaması, kanun koyucunun amacına ve TCK m.22’nin özüne aykırı olacaktır. Böyle bir olayda failin kişisel durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olduğu bir gerçektir. Ancak şahsın, ölümüne sebebiyet verdiği kişinin ailesi olmaması, maddenin uygulanmasına engel teşkil etmektedir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu; TCK m.22/6’da geçen “aile” kavramını geniş yorumlamış ve kanun koyucunun amacına uygun, maddenin özüne zarar vermeyen uygulamaların önünü açmıştır. Ancak maddede geçen “aile” kelimesi, ne kadar geniş yorumlanırsa yorumlansın, asgari düzeyde akrabalık ilişkisinin tespitini gerektirmekte olup, aksi halde kanunilik ilkesinin ihlali gündeme gelecektir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 29.04.2014 tarihli, 2013/9-104 E. ve 2014/216 K. sayılı kararına göre;
“ (…) Kızı, annesi, iki kardeşi ile yeğeni, kardeşinin esi ve halasının ölümüne neden olan sanık hakkında 5237 sayılı TCK’nın 22. maddesinin 6. fıkrasının uygulanma şartlarının bulunup bulunmadığı Sanığın sevk ve idaresindeki içinde akrabalarının bulunduğu minibüsle Samsun'un Terme ilçesinden Şanlıurfa’ya gitmek üzere 17.09.2010 tarihinde öğleden sonra yola çıktığı, Adıyaman'a gelindiğinde aracı kullanmak üzere ağabeyi ...'ya verdiği...'in sevk ve idaresindeki araçla 18.09.2010 tarihinde saat 06.00 sıralarında Şanlıurfa’ya varıldığı, burada kardeşi... ile kardeşinin esi ...'nun düğünlerinin yapıldığı, aynı gün saat 22.30 sıralarında Samsun'a dönmek üzere yine akrabalarıyla birlikte yola çıkan sanığın saat 02.00 sıralarında mola verdiği, ardından aracı kullanmaya devam eden sanığın olay yerine geldiğinde direksiyon hakimiyetini kaybederek karsı yön şeridine girdiği, soldan yol dışına çıkıp elektrik direğine çarptığı ve aracın yandığı, sanığın sebebiyet verdiği kaza nedeniyle annesi .., kızı ..., kardeşleri ... ve .., yeğeni ..., halası ... ve kardeşinin esi ...'nun öldüğü, Polis memuru olan sanığın Bursa'da, halası ... ile yeğeni ...'in ise Samsun'da ikamet ettikleri, anlaşılmıştır.
Sanık ...; kazada yakın akrabalarını kaybettiğini, manevi ve ailevi olarak ağır bir travma yaşadığını savunmuştur.
Meydana gelen netice ‘münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu bakımından’ etkili olmalıdır. Buna göre, failin taksirli hareketiyle neden olduğu netice hem kendisine acı ve ızdırap vermeli, hem de cezalandırılmasına karar verilmesi kendisi ve ailesi bakımından artık bir cezaya hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağduriyete yol açmalıdır. Görüldüğü gibi bu şart, kendi içerisinde üç ayrı hususu barındırmaktadır. Öğretide de benimsendiği üzere bunlardan ilki; "failin taksirli eyleminden ağır düzeyde etkilenmiş olması", başka bir deyişle failin kendi fiilinin mağduru durumuna düşmesidir. Failin uğradığı mağduriyet, maddi olabileceği gibi manevi de olabilir. Hangi mağduriyetin bir cezaya hükmedilmesini gereksiz kılacağı ise her somut olaya göre belirlenmelidir[5]. İkincisi, failin taksirli eyleminden ‘ailevi durumu’ itibarıyla etkilenmesidir. Bu şart, fail ile taksirli suçun mağduru arasında belli derecedeki yakınlığı ifade etmektedir. Bu anlamda, üzerinde durulması gereken husus akrabalığın derecesinden çok ‘aile’ kavramıdır. Çünkü kanun koyucu belli derecede akrabalığı ifade eden herhangi bir kavramı değil özellikle ‘aile’ ibaresini tercih etmiş ve bir manada faille mağdur arasında ‘aynı aileden olma ilişkisini’ aramıştır. Aile ise kanunlarımızda tüm yönleriyle tanımlanmış bir kavram değildir. Bu konuyla ilgili olarak öğreti; bir yandan aile kavramının üstsoy, altsoy ve evlilik ilişkisini kapsayacak bir şekilde yorumlanması gerektiğini savunurken, diğer yandan ortada bir aile bulunup bulunmadığı değerlendirirken biyolojik gerçekten çok, toplumsal gerçekliğe ağırlık veren İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Kararlarını gözönünde bulundurmaktadır[6].
Altıncı fıkranın uygulanması bakımından, aile kavramını geniş tutmanın sakıncalarının yanında, bir ailenin kimlerden oluşacağının sınırlı olarak sayılması da doğru değildir. Yapılması gereken, faille mağdurun aynı aileden olup olmadığının somut olaya göre değerlendirilmesidir; zira kişilerin aynı aileden olup olmadıkları hususu sadece akrabalık derecelerine göre belirlenemez. Belli derecede akrabalık bağı bulunması her zaman altıncı fıkranın uygulanmasını gerektirmez. Örneğin, haklarında ayrılık kararı olan karı koca veya aralarında husumet bulunan kardeşlerin durumu gibi. Failin yalnızca kendisine değil, aynı ailede yer alan başka birine de zarar vermek suretiyle, ‘ailevi hayatının’ zarar görmesi gerekmektedir. Bunun dışında taksirle gerçeklesen bir olayda, aynı aileden olmayan birisinin zarar görmesi, bazen kişinin aile hayatını derinden etkileyebilirse de bu şekildeki dolaylı bir zarar, altıncı fıkranın uygulanmasını gerektirmeyecektir. Örneğin, failin araç kullanırken kusurlu hareketiyle esinin akrabası veya çok sevdiği bir arkadaşının ölümüne neden olmasından ötürü, esiyle boşanmak zorunda kalmaları gibi. Üçüncü husus, taksirli suçtan "münhasıran failin kişisel ve ailevi hayatının etkilenmiş" olmasıdır: Bu şarttan anlaşılması gereken; taksirli hareket sonucunda ailesinden birisinin zarar görmesi nedeniyle failin ziyadesiyle etkilendiği olayda, fail ile ailevi ilişkisi bulunmayan başka bir kişinin daha zarar görmemesidir. Fail ve ailesi dışında bir kişinin de zarar gördüğü olaylarda ise anılan fıkra hükmü uygulanmayacaktır. Başkalarının zarar görmesinden maksat, fail ve ailesi dışındaki üçüncü kişilerin dolaylı olarak etkilenmesi değil, olaydan bizzat zarar görmesidir. Örneğin, olay sırasında esinin yanında, akrabası olmayan bir kişinin de öldüğü ya da yaralandığı hallerde fail bu fıkradan yararlanamayacak, buna karşılık sadece esinin öldüğü hallerde, esinin akrabalarının olay nedeniyle üzülecek olmaları failin altıncı fıkradan yararlanmasına engel teşkil etmeyecektir.
(…) Öte yandan, TCK’nın 85. maddesinin 2. fıkrasında birden ziyade kişinin ölümü ya da bir kişinin ölümüyle birlikte en az biri şikayetçi olmak şartıyla bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına sebebiyet verilmesi, taksirle ölüme neden olma suçunun daha fazla cezayı gerektiren nitelikli hali olarak düzenlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında düzenlenen suçta taksirli fiil tek olmakla birlikte, birden fazla kişinin ölümü ya da bir kişinin ölümüyle, en az biri şikayetçi olmak şartıyla bir veya daha fazla kişinin yaralanması seklinde meydana gelen iki sonuç cezalandırılmaktadır. TCK’nın 85. maddesinin 2. fıkrasında maddesinde, taksirle yaralama ve ölüm seklinde netice ikiye bölünerek bunların biri hakkında TCK’nın 22. maddesinin 6. fıkrasının uygulanması mümkün değildir. Ancak sanık ve ölenler arasındaki akrabalık ilişkisi, temel cezanın belirlenmesinde dikkate alınabilecektir. Bu bilgiler ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde; Sanığın kendi yönetiminde ve içinde akrabalarının bulunduğu minibüsle Samsun'un Terme ilçesinden Şanlıurfa’ya gitmek üzere 17.09.2010 tarihinde öğleden sonra yola çıktığı, Adıyaman'a gelindiğinde aracı kullanmak üzere ağabeyisi ...'ya verdiği...'in sevk ve idaresindeki araçla 18.09.2010 tarihinde saat 06.00 sıralarında Şanlıurfa’ya varıldığı, burada kardeşi... ile kardeşinin esi ...'nun düğünlerinin yapıldığı, aynı gün saat 22.30 sıralarında Samsun'a dönmek üzere yine akrabalarıyla birlikte yola çıkan sanığın saat 02.00 sıralarında mola verdiği, ardından yola devam eden sanığın olay yerine geldiğinde direksiyon hakimiyetini kaybederek karsı yön şeridine girdiği, soldan yol dışına çıkıp elektrik direğine çarptığı ve aracın yandığı, sanığın sebebiyet verdiği kaza nedeniyle annesi ..., kızı ...., kardeşleri .... ve...., yeğeni ...., halası ...ve kardeşinin esi ....'nin öldüğü olayda; sanığın ölenler ile yakınlığı, ekonomik durumu ve ailevi yükümlülükleri gözetildiğinde, annesi ..., kızı ...., kardeşleri.... ve ....'in ölümü nedeniyle münhasıran kişisel ve ailevi bakımdan ceza verilmesini gerektirmeyecek derecede mağdur olduğunda tereddüt bulunmasa da, sanığın üçüncü derece kan hısımları olan ve aynı evde ikamet etmeyen, bakım ve gözetim sorumluluğu altında bulunmayan halası ...ve yeğeni .... ile ikinci derecede sıhri hısmı olan ve kardeşi ile yaptığı evlilikten önce kendisini tanıdığına dair dosyaya yansıyan bir delil bulunmayıp aynı ailenin üyesi de sayılmayan ....'nin ölümleri nedeniyle TCK’nın 22. maddesinin 6. fıkrası kapsamında bir mağduriyetten söz edilemeyeceği, bu ölümlerin, sırf ölümün gerçekleşmesi nedeniyle duyulacak doğal üzüntünün çok üstünde önemli derecede bir üzüntüye ve buna bağlı olarak ayrı bir mağduriyete yol açmayacağı, bu kapsamda sanığın, halası, yeğeni ve kardeşinin esinin ölümünden dolayı bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede zarar görmediği anlaşıldığından, sanık hakkında TCK’nın 22. maddesinin 6. fıkrasının uygulanma imkanı bulunmadığı kabul edilmelidir”.
Görüldüğü üzere Yargıtay, “aile” kavramına özel bir hassasiyetle yaklaşmış, hükmü kanun koyucunun amacına uygun şekilde ele almıştır. Bu noktada, uygulamada yeknesaklığın mevcut olduğu söylenebilir.
Yukarıda yer verdiğimiz kararlar; maddenin tatbikatta sebebiyet verdiği zorlukları ortaya koymaktadır. Maddenin her ne kadar kırsal kesimde yaşanan trajedileri dikkate alarak düzenlendiği görülse de; mahkemeleri, insan hayatının en özel ve manevi alanı hakkında tespit ve değerlendirmede bulunmaya zorladığı tartışmasızdır. Bu nedenle sıkıntının kaynağının tatbikattan ziyade maddenin kendisinde olduğu ileri sürülebilir.
Sonuç olarak; uygulamada kanun koyucunun amacına ve maddenin özüne aykırı uygulamalara neden olmamak adına, taksirli hareketi sonucu ailesinden birden fazla kişinin ölümüne sebebiyet veren sanığın, ayrıca aynı hareketi ile dışarıdan birisinin de yaralanmasına yol açtığı olayda, suçun bölünmesi yoluna gidilerek, ailesi bakımından TCK m.22/6’yı uygulayıp, diğer kişi bakımından ise, şikayete bağlı olarak cezaya hükmedilmesi yoluna gidilmesi daha sağlıklı olacaktır.
Çünkü sırf kişinin ailesinden olmayan birisinin yaralanması ile trajik bir aile faciası birleştiğinden bahisle, tıbbi müdahale dahi gerektirmeyen bir yaralamadan dolayı TCK m.22/6’nın uygulanmaması, hükmün lafzına uygun olduğu ileri sürülen, ancak kanun koyucunun amacına ve hükmün özüne aykırı uygulamaların önünü açacaktır. Mahkemelerin tespit ve değerlendirmelerinde kanun maddeleri ile bağlı olduğu tartışmasızdır, fakat hükmün benzer somut olaylar bakımından bu kadar orantısız neticelere yol açması da düşündürücüdür.
TCK m.22/6’nın; TCK m.85/2’de yapıldığı gibi bölünmesine izin verilmemesi, hakkaniyete ve adalete aykırı sonuçları da beraberinde getirmektedir. TCK m.22/6’nın varlığı da eleştirilebilir. Gerçekten bu cezasızlığı öngören bu hükmün, ne derece doğru olduğu ve gerçeği yansıttığı da tartışmalıdır. “Kanunilik” prensibi uyarınca, TCK m.22/6 gözardı edilemez. Ancak bu durum, TCK m.22/6’nın dar ve amacına aykırı uygulanmasına da sebebiyet vermemelidir. Hükmün uygulanması adaletsizliğe yol açmamalıdır. Taksirle işlenen bir suçta aile etrafından olmayan bir kişinin yaralandığı veya öldüğü durumda, yine de TCK m.22/6’nın aile bireyleri yönünden tatbiki gerekir. TCK m.22/6’da yer alan “münhasıran” kelimesi buna engel olmamalıdır.
“Münhasıran” kelimesi, suçtan sadece failin derin bir ızdırap duyması şeklinde anlaşılamayacağı gibi, suça konu fiilden yalnızca aile bireylerinin zarar görmesi şartına da indirgenemez ve daraltılamaz. Her ne kadar hükmün lafzının sadece failin aile bireylerinin zarar görmesini aradığı ileri sürülse de, bu şekilde dar yorum yerine “münhasıran” kelimesi suça konu fiilden failin derin ızdırap duyması şeklinde anlaşılıp uygulanmalıdır. Ancak “münhasıran” kelimesinin “bilhassa/özellikle” anlamını taşımadığı, bu sebeple aile bireylerinin dışında kalan bir üçüncü kişinin suça konu fiilden zarar gördüğü durumda, TCK m.22/6’da değişikliğe gidilmeden faile cezasızlık veya indirim tatbik edilemeyeceği fikrinin baskın görüş olarak görüldüğünü belirtmek isteriz.
.
Prof. Dr. Ersan Şen
Stj. Av. Filiz Demirbüker
.
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)
-------------------------------
[1] Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 29.04.2014 tarihli, 2013/9-104 E. ve 2014/216 K. sayılı benzer kararına göre; kanun koyucunun; "münhasıran failin kişisel ve ailevi durumundan söz ederek, "kişisel" ile "ailevi" kelimeleri arasına "ve" bağlacını koymuş olması, ikinci şartın gerçekleşebilmesi için, her üç hususun da birlikte bulunmasının zorunlu olduğunu göstermektedir. TCK’nın 22. maddesinin 6. fıkrasında "münhasıran failin kişisel ve ailevi durumu" ibaresinin kullanılmış olması karsısında, taksirli fiili sonucunda failin kendisi veya ailesinden birisi dışında başkalarının da zarar görmüş olması durumunda; örneğin failin bir yakınının ölmesi veya yaralanması ile birlikte başkalarının da mağduriyeti veya zarar görmesine neden olunmuşsa altıncı fıkra hükmü uygulanamayacaktır.
[2] Aynı yönde; Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 29.04.2014 tarihli, 2013/9-104 E. ve 2014/216 K. sayılı kararına göre, “bilinçli taksirle altıncı fıkra kapsamında değerlendirilebilecek bir yakınının ölümüne ya da yaralanmasına neden olan fail hakkında, anılan fıkradaki şahsi cezasızlık sebebi değil, yalnızca cezasında indirim hükümleri uygulanacaktır”.
[3] Aynı görüş öğretide de paylaşılmaktadır. Bkz. Prof. Dr. Veli Özer Özbek, TCK Izmir Serhi, Türk Ceza Kanununun Anlamı, c. 1, 4. baskı, s.284.
[4] Bkz. Prof. Dr. Zeki Hafrzogullan, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda Taksir, s.187; Doç. Dr. Mahmut Koca, Doç. Dr. Ilhan Üzülmez, Türk Ceza Kanunu Genel Hükümler, 2. Baskı, s.230; Ursula Kilkelly, Özel Hayata ve Aile Hayatına Saygı Gösterilmesi Hakkı, AIHS'nin 8. Maddesinin Uygulanmasına Iliskin Kılavuz, Insan Hakları El Kitapları, No:1, Avrupa Konseyi Insan Hakları ve Hukuk Isleri Genel Müdürlügü, Eylül 2007, s.15.
[5] Veli Özer Özbek, Türk Ceza Kanunu Izmir Serhi, Türk Ceza Kanununun Anlamı, Seçkin Yayınevi, Ankara, c. 1, 4. Baskı, s. 284.
[6] Zeki Hafızoğluları, Türk Ceza Kanununda Taksir, Polis Dergisi Yıl:11, S. 44, Nisan-Mayıs-Haziran 2005, s. 87; Ursula Kilkelly, Özel Hayata ve Aile Hayatına Saygı Gösterilmesi Hakkı, Avrupa Insan Hakları Sözlesmesinin 8. Maddesinin Uygulanmasına Iliskin Kılavuz Insan Hakları El Kitapları, No: 1, Avrupa Konseyi Insan Hakları ve Hukuk Isleri Genel Müdürlügü, Eylül 2007, s. 15