Hani Cemal Süreya o duygulu şiirinde “Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü kör oldum” diyor ya. Ben de ondan esinlendim. Onun için bu yazının başlığını ‘Sizin hiç köpeğiniz öldü mü?‘ diye koydum. Benim can dostum Tarçın bugün öldü. Ve ben kör oldum!  Sadece köpeğimi kaybetmedim, en iyi, en vefalı, en can arkadaşımı kaybettim zira. O şimdi Esenboğa’daki Melekler Bahçesi’nde ve diğer Melekler ile birlikte, yani Cennet’te.

On üç yıldır bizimle beraberdi ve adeta evin bir ferdiydi. İrlanda Seter’i ve av köpeği olan Tarçın on beş yaşındaydı. İnsan yaşıyla yüz beş yaşındaydı yani. Tarçın’ın, Tarçın rengine yakın kızıl tüyleri vardı. Adını da renklerinden alıyordu. Cinsi itibariyle normal yaşama süresi on bir, on iki sene olmasına rağmen, bizim sevgimizle, iyi bakımımızla, özellikle eşimin ve kızımın sevgisiyle, ilgisiyle yaklaşık üç dört sene daha fazla yaşadı. Son zamanlarda yaşlılığı nedeniyle yürümekte biraz zorluk çekiyor, yürürken durup dinleniyordu. Başkaca bir sıkıntısı yoktu.

Ama her şey birdenbire oldu ve çok hızlı gelişti. Karnındaki şişlik nedeniyle geçen hafta Cuma günü Köpek Hastanesi’ne götürdük. Dalağında iç kanama ve kanser tanısıyla derhal ameliyata aldılar. O gün akşam hastaneye ziyarete gittik. Çok iyiydi. Cumartesi Günü tekrar gittik. Giderken çok sevdiği köpek bisküvisi ile Düveroğlu’ndan aldığımız dürüm döneri götürdük. İştahla ve afiyetle yedi. Pazar ve Pazartesi günleri de ziyarete gittik. Giderken yine bisküvi ve yanında tavuk fileto götürdük.

Salı günü, yani bugün benim duruşmam vardı, sabah erkenden Adliye’ye gittim. Duruşmadan çıktıktan sonra ziyarete gitmeyi planlıyordum. Telefonumu evde unutmuştum. O arada Baro personeli bir arkadaşımız yanıma geldi, eşimin aradığını, kendisini aramamı istediğini söyledi. Yanımda meslektaşım Ediz Yoraz vardı. Onun telefonundan eşimi aradım. Eşim ağlayarak “Tarçın öldü” dedi. Fena oldum, içimden, yüreğimden bir şeyler aktı gitti. Adliye’de ağlamamak için zor tuttum kendimi. Ama yine de ağladım, gözyaşı göstermeden ağladım. İçimdeki o acıyla duruşmama girdim çıktım. Hastaneye gitmek için arabama bindiğimde, gözümden yaşlar dökülmeye başladı. Neredeyse annemin, babamın, kardeşimin, sevdiğim arkadaşlarımın ölümünde, şehit haberleri geldiğinde duyduğum acı kadar acı hissettim. Çünkü o benim en vefalı arkadaşımdı, can dostumdu. Öyle ki, nice arkadaş bildiklerim, dost bildiklerim beni ısırmış iken, o beni hiç ama hiç ısırmamıştı. Onun için Freud: “Köpekler arkadaşlarını severler, düşmanlarını ısırırlar. İnsanlar ise tamamen farklıdır: Saf ve karşılıksız sevgiyi beceremezler. Kişisel ilişkilerinde ise, sevgiyi ve nefreti hep birbirine karıştırıp dururlar” demiştir.

Hastaneden aldık, ona olan son borcumuzu ifa etmek için, onu Esenboğa’da adını Melekler Bahçesi olarak koydukları Köpek Mezarlığı’na defnettik. Toprağa vermeden önce son bir defa yüzüne baktım. Huzur dolu bir ifade vardı yüzünde. Adeta “Sizinle çok mutlu bir hayatım oldu. Bana çok iyi baktınız, Hiç kötü muamele yapmadınız. Hiç üzmediniz beni. Bunun için size minnettarım. Fiziksel olarak hiçbir acı hissetmedim. Hiçbir pişmanlığım yok. Tek üzüntüm, tek acım sizden ayrılmak. Ama siz üzülmeyin. İyi bakın kendinize” der gibiydi. Veya bana öyle geldi. Gerçekten ona iyi bakmış, hiç ama hiç kötü muamele etmemiştik. Evin şımarık kızıydı o ve çok mutluydu.

Eve geldim sonra. Hayali gözümün önünden hiç gitmiyordu. Onsuz ev bomboştu. Ben evden giderken sessiz bir şekilde, ama üzüntülü, ama hüzünlü bakışlarla beni uğurlaması, eve geldiğimde kapıda beni havlayarak ve mutluluktan kuyruğunu sallayarak karşılayan halleri geldi gözümün önüne. Mama ve su kapları mutfaktaki yerinde içlerindeki mamalarla ve suyla olduğu gibi duruyor ve hüzünle bana bakıyorlardı. Daha da bir üzüldüm. Evde daha fazla duramadım, kendimi dışarıya attım. Ankara’nın dışına, uzağına, kırlara gittim. İçimdeki acıyı, sıkıntıyı dağıtmak için açık ve temiz havada yürüdüm biraz. Daha sonra, son zamanlarda çok sık gittiğim Kurabiyem Kafe’ye geldim ve Tarçın’ın anısı için bu yazıyı yazmaya başladım. Biraz yazdım. Sonra kilitlendim. Bir şeyler düğümlendi boğazımda. Yazamadım. Eve döndüm, biraz topladım kendimi ve yazmaya devam ettim. Ve sonunda bitirdim.

O arada, haber alan arkadaşlar, Tarçın’ı tanıyan tanımayan dostlar, sağ olsunlar başsağlığı için aradılar. Twitter’dan, WhatsApp’tan attıkları mesajlarla acımı paylaştılar. Duygulandım çok.

Onunla en son Perşembe Günü sabahleyin ve akşamüzeri gezmek için dışarıya birlikte çıkmıştık. Öylesine akıllı, bize öylesine bağlı ve vefalıydı ki. O güzel gözleriyle gözlerimizin içine o kadar güzel, o kadar sevgiyle ve minnetle bakardı ki. Ben hiçbir köpekte, bırakın köpeği, birçok insanda, üstelik iyilik yaptığım pek çok insanda görmedim öylesine güzel, öylesine sevgi ve teşekkür dolu bakışı.

İşlerimin yoğun, üstlendiğim görevlerin ağır olduğu zamanlarda, onunla ilgilenmeye çok fazla zaman bulamamıştım. Ama kreşendo günlerimi yaşadığım son üç dört yılda, onunla daha çok beraber, evde onunla birlikte daha çok vakit geçirir oldum. Zira insanlardan sıkılmış, bir Tarçın’a, bir de kitaplara, müziğe ve yazı yazmaya sığınmıştım. Onun için, özellikle son üç dört yıl içinde onunla çok daha bir arkadaş, çok daha bir dost, çok daha bir ahbap olmuştuk.

Evde çalışma odamda ben çalışırken, o da benim yanıma gelir, hiç sesini çıkarmadan yanımda yatardı. Bazen çenesini dizime koyar, gözlerimin içine, ta içine bakardı sevgiyle. Seveyim, okşayayım diye patilerini uzatırdı. Sabahları çok erken kalkan ben, kendime kahve yapmak için mutfağa gittiğimde, hemen arkamdan o da gelir, gözlerini gözlerime diker, adeta ‘bana bir şey vermeyecek misin’ der gibi bana bakardı. Bu ikimizin arasında hemen her sabah tekrarlanan bir ritüel olmuştu adeta. Her market alışverişinden sonra eve geldiğimde beni o karşılar, ‘benim için bir şeyler aldın mı’ der gibi bana bakar, onun için düzenli olarak aldığım bisküvilerden birkaç tanesini ona verdiğimde mutluluktan kuyruğunu sallardı.

Evin balkon ve pencere parapetlerine çok sık koyduğum darı, mısır, bulgur tanelerini yemek için gelen güvercinlere hiç tahammülü yoktu. Onları görünce havlamaya başlar ve güvercinler korkularından kaçarlardı. Artık Tarçın yok. Onların kaçmaları için de bir neden kalmadı. Ama inanıyorum ki, onlar, Tarçın yaşasaydı da, biz yine o parapetlere gelsek, Tarçın havlasa ve biz korkup kaçsak diye düşünüyorlardır.

Tarçın’ın en çok sevdiği yer Alanya idi. Her sene Nisan, Mayıs, Eylül, Ekim aylarında benimle birlikte o da gelirdi Alanya’ya. Orayı sevmesinin nedeni, orada özgür olmasıydı. Alanya’da evin ön balkonunda oturduğum zamanlarda ona tasma takmazdım. Ben orada otururken, o sitede özgür şekilde dolaşır, ara sıra beni kontrole ve ben Tarçın diye seslendiğimde koşarak yanıma gelirdi. Evin kapısının önünden her kim geçse havlar, bizim buralarda ne diye dolaşıyorsunuz demek isterdi adeta. Geceleri benim yatağımın bulunduğu odada yerde yatardı. Onu çok sık gittiğim Mahmutlar’daki kafeye, Hancı’ya götürürdüm. Ben çalışırken ayaklarımın dibinde sessizce yatardı. Bazen birlikte deniz kenarına giderdik. Sahilde sularla oynar, kumların üzerinde koşar, sonra kumlara uzanır yatardı. En son bu Mayıs ayında benimle beraberdi Alanya’da. Birlikte çok keyifli günler geçirdik orada. Ama ne yazık ki bir daha benimle birlikte gelemeyecek Alanya’ya.

Hayat böyle bir şey işte! Her şey pamuk ipliğine bağlı ve bir varmış, bir yokmuş gibi bir şey yani. Tarçın dün vardı, bugün yok. Ben bugün varım, belki yarın olmayacağım. Giderken bizi ne kadar üzdü ise Tarçın, yaşarken de bizi o kadar mutlu etti. “Mutluluğu satın alamazsınız diyenler, köpekleri unutmuşlar” diyor Amerikalı yazar Gene Hill. Şimdi çok daha iyi anlıyorum ki, biz Tarçın’la birlikte hiç farkında olmadan mutluluğu da satın almışız. Elbette tüm hayatımız Tarçın’dan ibaret değildi. Ama şu bir gerçekmiş ki, hayatımızı o tamamlıyormuş. Onun hayatımızda doldurduğu yer boş artık. Ne diyeyim başka?  Bu da geçer diyorum sadece. Bu da geçer! Rusların dediği gibi “Bu kurt ne kışlar gördü.” Nasıl olsa bu kış da geçer, sonra bahar gelir, yaz gelir! Ve bir gün gelir, biz de göçer gideriz bu dünyadan.

Bize yıllarca verdiği mutluluk, yaşattığı keyif için ona minnettarım. Onu hiç ama hiç unutmayacağım, her zaman arayacağım ve yüreğimin en sıcak yerinde onu ve onun aziz hatırasını hep koruyacağım. Hani Orhan Veli o güzel şiirinde “Beni güzel hatırla/Bunlar son satırlar/Farzet ki bir rüyaydım esip geçtim hayatından/Ya da bir yağmur sel oldum sokağında/Sonra toprak çekti suyu kaybolup gittim/Belki de bir rüyaydım/Senin için../Uyandın ve ben bittim/Beni güzel hatırla” diyor ya. O da bizim için bir rüyaydı. Başka güzel rüyalar gibi bir rüyaydı. Esti esti ve bir rüzgar gibi geçti gitti hayatımızdan. Sağ olasın Tarçın. Her şey için, bize verdiğin mutluluklar, yaşattığın küçük büyük keyifler için sana teşekkürler, binlerce, on binlerce teşekkürler. İyi ki doğdun, iyi ki yaşadın, iyi ki hayatımıza girdin, iyi ki bizim köpeğimiz oldun. Seni çok ama çok özleyeceğiz ve hep güzel hatırlayacağız!

06 Haziran 2017 günü yazdığım ve Blog’umda yayımladığım bu yazıyı bugün neden mi bir kez daha yayımlıyorum? Köpek düşmanlarına dert olsun, kapak olsun diye yapıyorum bunu.  

Son bir söz. Onu da Muhammed İkbal söylüyor ve şöyle diyor: “Hiçbir köpek görmedim ki, başka bir köpeğin karşısında baş eğsin!

NOT: 09 Haziran 2017 günü sabahleyin Tarçın’ın terekesi kapsamında bulunan, yani mirasının tamamı olan normal ve özel takviyeli iki torba mamasını, vitamin tabletlerinin bulunduğu kutuyu, o çok sevdiği bisküvilerden arta kalanları, su ve mama kaplarını, Bilkent’teki Real Alış Veriş Merkezi’nin sağ giriş kapısının sağ tarafına özel olarak yaptırılan ve sokak hayvanlarına verilmek üzere içine mama konulan kulübeye “vasiyeti mutlaka böyledir” düşüncesiyle bıraktım.

Bugün, yani 11 Haziran 2017 günü eşimin “Tarçın’ın Ruhuna Ulaşsın” diye yaptığı irmik helvasını komşulara dağıttık. Diliyor ve öyle inanıyorum ki, O bunu hissetsin ve bu O’nun aziz ruhuna ulaşsın.

Av. Vedat Ahsen COŞAR

Av. Vedat Ahsen COŞAR