Buraya kadar sorun gözükmüyor. Sorun, bunların pratiğe geçirilmesi sırasında ortaya çıkıyor. Demokrasiyi sadece seçim ve sandıktan ibaret görüp de, gerçek anlamının ifade hürriyeti ve çoğulculuk olduğunu, çoğulculuğun da düşünceyi açıklama ve anlama hakkının tanınması ile mümkün olduğunu unutursan, cebir ve şiddet kullanıp, bunda dozu artıranın ve şantaj vasıtası olarak kullananın, hukuku hiçe sayanın yanına işledikleri suçları ve tehdit dolu sözleri kar bırakırsan, toplantı ve gösteri yapana, protesto edene eşit davranmazsan, cebir ve şiddet kullanıp, yakıp yıkanı, Devlete karşı yapılanma ile hareket ettirenler ile edenlere sessiz kalırsan, diğer taraftan hukuku salt sınırlama aracı olarak görürsen, mülkün temeli olan adalet ve Devletin kamu kudreti kullanma yetkisi kaçınılmaz ve belki de iyileşmesi çok zor yaralar alır.
“Vatandaş” kimliği taşıyanlardan kimisi, Devlete ve erklere düşman haline gelmiş veya getirilmiş, kimisi demokrasi ve hukuku dilediğini konuşup yapmak, külfetsiz nimetlerden yararlanmak olarak görmeye, kimisi de güvensizlik, korku, ümitsizlik, bıkkınlık, yılgınlık içinde yaşamaya başlamış, gülümsemeyi ve gülmeyi düğün-dernek, yeme-içme, bireysel lükse ulaşma olarak görür hale gelip duyarsızlaşmışsa; farkındalık özelliğini yitiren devlet, millet ve ülke olarak silkinip toparlanmanın vakti gelmiş demektir. Ya “coğrafya ve insan bu, kader” der geçer ve “böyle gelmiş, böyle gider” anlayışının hakimiyetini sürdürmesini izler ya da fıtratta olan sabırla küllerinden yeniden doğarsın.
Geçenlerde “adalet.org” adlı sitede bir meslektaşım yazmıştı; “Fransa’da da birçok farklı kimlik ve dil var. Ancak Fransızlar, etnik unsurlardan hareketle kavga etmiyorlar. Fransa da bizim gibi ‘ulus devlet’ anlayışına dayalı bir cumhuriyet. Etnik kimlik taşıyanlar kendi dillerini konuşabiliyorlar, günün belirli saatlerinde kendi dillerinden yayın yapan yerel televizyonları var, fakat resmi dil ve okullarda eğitim-öğrenim dili Fransızca. Fransa, ulus devlet ile farklı etnik kimliklerin uyum sağlayabileceğine ve birlikte yaşayabileceğine güzel bir örnek. Dünya etnik temele dayalı ayrışmaya tabi tutulursa, ortada hiçbir devlet kalmazdı”. Bu tespit doğru, insanlarımız bu gerçeği görmek zorundadır.
Etnik kimlik veya mezhep anlayışına dayalı bir ayrışmanın hiçbir getirisi olmaz. Bu tür bir ayrışma çabası, emperyalist güçlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe de yaramaz. “Türk Milleti” altında birleşmiş tüm ülke ve bireylerin, bu birliğe, dayanışmaya ve ulus ruhuna sahip çıkması şarttır. Aksi halde, ne istediği bilinmeyen, bize zarar vermesi kaçınılmaz olan mihrakların esiri olmaktan kurtulamayız. 91 yıl önce başlattığımız süreci devam ettirmeli ve millet olma inancını korumalıyız.
Bayrağın yoksa millet olamazsın, dinini de yaşayamazsın. Tarihini bilmezsen veya unutursan, insanları birleştiren ve onlara millet olma inancını aşılayan değerlerini kaybedersin. Millet için üniter yapı ve ülke kavramı, vatandaşlarını ülkenin her yerine gidebilmesi, yaşayabilmesi, işyeri kurabilmesi ve özgürce hareket edebilmesi anlamını taşır. Pazarda eşinin yanında alışveriş yapan bir subayın sırtından vurulduğu günlere gelinmişse, kimin ne kadar samimi olduğunu, timsah gözyaşı döküp dökmediğini doğru tespit etmek gerekir. Bu sebeple, Devlete başkaldıran ve kafa tutan zihniyetin önüne geçmeyi bilmek ve suç işleyene de cezasını en ağır şekilde vermek gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter bir yapıya sahip olduğu, Anayasa ve kanunların Ülkenin her yerinde geçerli olduğu, gücünü Türk Milletinden ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndan almayan hiç kimse veya hiçbir organın Devlet yetkisini ve kamu kudretini kullanamayacağı bir gerçektir.
Kişi hak ve hürriyetleri adı altında son zamanlarda; eğitim ve öğrenim birliğinin sarsıldığı, Türkçe’nin resmi dil olmaktan çıkarılmaya çalışıldığı, sözde kolluk teşkilatı ve mahkemelerin kurulduğu, özerklik çağrılarının ve kalkışmalarının birbirini takip ettiği görülmektedir. Sınır güvenliğimizin derinden sarsılması, dış destek ve tam olarak ne istediğini bilmeyen aşırı milliyetçilik, Ülkede hakim olması gereken barış, huzur ve sükun ortamını kaçınılmaz şekilde tehdit etmektedir.
Milletin fıtratında sabır olduğu muhakkaktır. Ancak bu sabrın tükenmek üzere olduğu görülmektedir. “Çözüm süreci” adı ile başlatılan, ana hedefi akan kanı durdurmak ve Ülkeye huzur getirmek olan bir anlayışa sürekli darbe vurularak test edilmesi, bu konuda iyiniyet gösterilmemesi, cebir ve şiddetin teamüle dönüşen bir yöntem olarak kullanılması, hukuk ve düzenin hiçe sayılması kesinlikle haklı görülemez. Milli beraberlik ve bütünlüğün korunması için, Ülkenin kuruluş felsefesine bağlı hareket etmek şarttır.
Yaşanan sorunların sebebini, sadece körüklenen aşırı milliyetçiliğe, geçmişe dayalı kin ve gareze, ayrışma duygusuna bağlamak mümkün olabilir mi? Bence değil. Eğitim-öğrenim düzeyi, hukuk bilinci ve inancının yerleştirilememesi, can ve mal güvenliğinde yaşanan sorunlar, adaletin sağlanamaması ve güvensizlik, insanlarda oluşan ayrı muameleye tabi tutulma duygusu, sorunlara kaynaklık eden diğer sebepler arasında sayılabilir. Kanaatimce bu gidişat, toplumun etnik kimlik ve bölgecilik kavramlarına dayalı aidiyet duygusunun zedelenmesine, beraberinde kısmi kopmalara ve telafisi mümkün olamayacak ayrışmalara yol açabilir.
Peki çözüm nedir?
En başta, birlikte yaşama, aynı bayrak altında toplanıp aynı dili konuşabilen, ortak duygu ve düşünceleri paylaşma istek ve inancı olmalıdır. Önce üniter yapıyı zayıflatıp, ardından milli birliği parçalayacak bölünmeyi savunan anlayışa karşı, ısrarlı şekilde ve sabırla bir ülke ve millet olmanın önemi anlatılmalıdır. Aynı ülkede iki millet ve iki dille yaşanamayacağı, ayrı etnik ve dini kimlikler taşınsa da, bir millet halinde yaşamanın önemi ortaya koyulmalıdır. İstenen nedir? Etnik kimliğe dayalı ayrıcalık ve hatta bölünme cevabı verilebilir. Bu coğrafyada eşitliğe ve birliğe aykırı bu zihniyette yaşayıp ayakta kalabilmek mümkün müdür? Kocaman bir hayaldir, pratiğe dönüştürülüp uzun süre ayakta kalınabilmesi de imkansızdır. Özerkliği veya bölünmeyi hedefleyen ne istiyor? Bu kopuşun kendilerine faydası ne olabilir? Bunun bir cevabı vardır, o da etnik kimliğe dayalı büyük bir devlet olabilmektir. Bir kısım insanın peşinden koştuğu bu hayal gerçekçi değildir, sonuçları çok sancılı ve bedelleri tahmin edilemeyecek ağırlıkta olabilir. Bu coğrafyanın etnik farklılığa ve mezhepçiliğe dayalı ayrışmayı kaldıramayacağı ve hazmedemeyeceği muhakkaktır.
Sıra hukuk düzenine geldiğinde;
Bir milletin ve insanının gelişmişliği, hukuk bilinci ve inancının ulaştığı seviye ile doğru orantılıdır. Herkesin deyim yerinde ise topu birbirine attığı, kusur ve sorumluluğu kabul etmediği, gerçeklerle yüzleşmek yerine bahane üretip yaşanan trajedileri örtbas etmeye çalıştığı ortadadır. İşte toplumun hukuk bilinci ve inancı burada devreye girmeli ve hesap sormalıdır. Hukuksuzluk, hiçbir nedenle gözardı edilmemeli ve karşılıksız bırakılmamalıdır. Hiçbir sıfat ve siyasi tercih, “hukuk devleti” ilkesinin kabul edildiği yerde keyfiliği, hukukun evrensel ilke ve esaslarına ters düşen uygulamaları haklı kılmaz. Her mesele, toplumsal mutabakatla oluşturulduğu kabul edilen devletin de bağlı olduğu hukuk kuralları çerçevesinde çözülmelidir. Bu usulün dışına çıkıldığında kontrol kaybı yaşanabilir, eşitlik ve adaletten tavizler verilebilir ki, bu tür eğilimlerin kaotik yapıya kaynaklık etmesi pek muhtemeldir.
Her hak ve hürriyetin beraberinde getirdiği külfet ve sorumluluklar vardır. Sabah erken kalkanın “her işi yaparım, her konuda bilgim var, her konuda konuşurum” dediği, liyakat, bilim, bilgi ve tecrübeye önem verilmediği veya önemin azaldığı yerde sorumsuzluk, vurdumduymazlık ve hatalı şekilde kullanılan kaderci yaklaşım ön plana geçer. Oysa kader, keyfi hareket etmek ve meydana gelen olumsuzlukları “elden ne gelir” olarak anlamak değildir. Aklı ile hareket eden insan, gerekli tüm tedbirleri almak, sorumluluklarının gereğini yerine getirmek ve bilinçli hareket etmek zorundadır. Kader diyerek hataları örtbas edip sorumluluktan kaçmak, birbirimizi kandırmaktan ve yeni facialara davetiye çıkarmaktan başka bir işe yaramaz.
“Kader ve kaza” kavramları, insanın günahtan ve sorumluluktan kurtulmasının gerekçesi olamaz. Aksi halde; günah, kusur, sorumluluk ve ceza gibi kavramların bir anlamı ve gereği olmazdı.
Sonuç olarak; insan ve toplum hayatında hukuk kuralları, bu kurallar ile tespit edilen emir ve yasaklar, bunlara uyulmaması halinde tatbik edilecek cezalar daima olacaktır. Önemli olan, bu kuralların düzgün çıkarılması ve uygulanmasıdır. Adalet mülkün temelidir. Adaletin sağlanmadığı yerde, aidiyet duygusunda azalma, güvensizlik ve aynı kaderi paylaşma inancında zayıflama kaçınılmazdır.
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)