Uzaklığa ya da üstü kapalı düşüncelere rağmen, orada ya da burada kendisiyle karşılıklı bir anlayışın hissedildiği birisini tanımak dünyayı bir bahçeye çevirmeye yeter.’ GOETHE
 

Büyük sanatçı, unutulmaz sinema yıldızı Marlene Dietrich’in anılarını anlattığı, Türkçeye Mehmet Emin Özcan tarafından “Benden Sonra Tufan” adıyla çevrilen, orijinal adı “Marlene Dietrich” olan kitap, Goethe’nin yukarıda yazdığım maksimi ile bitiyor. Marlene Dietrich, “kendisi için Pierre’ler, Paul’ler ve Jean’lar olmadığını, kitabın özel olarak hiç kimseye adanmadığını, kitabı kendisini beyaz perdede ve sahnede beğenenler, para kazanmasını, vergilerini ödemesini ve yaşamın sunabileceği geçici zevklerin sefasını sürmesini sağlayanlar için yazdığını” söylüyor ve şunu ekliyor. “Belki bu kitabı okurlar. Belki de gülüp geçerler bana.

Yıllar önce okuduğum, çok sık olarak dinlediğim Lili Marleen şarkısı üzerine anımsadığım ve yeniden okuduğum Marlene Dietrich’e ve yazdıklarına ben gülüp geçmedim. Aksine, savaşta kaybettiği annesinin tabutunu okul sıralarından bozma tahtalardan yapan, kilise bombalandığı için annesini kilisede değil, dışarıda ve yağmur altında toprağa veren bu büyük sinema ve sahne sanatçısının yaşam öyküsünü bazen gülümseyerek, bazen de içim burkularak okudum.

Marlene Dietrich’i beyaz perdede ilk kez kolejde öğrenci iken 1962 veya 1963 yılında, başrollerini Spancer Tracy, Burt Lancaster, Richard Widmark, Maximillian Schell, Judy Garland, Montgomery Cliff ile paylaştıkları “Nuremberg Duruşması” isimli filmde seyrettim.

Nazi dönemi yargıçlarının yargılandığı davayı ve yaşanmış gerçek olayları konu alan film, benim üzerimde, Marlene Dietrich’den daha fazla yargılama aşamasındaki sanıkların savunmaları ile onları yargılayan Amerikalı yargıçların, yani sanıkların meslektaşlarının yargılama biçimleriyle iz bıraktı. Savcı Tad Lawson rolündeki Richard Widmark’ın iddianamesini mahkemeye sunduğu konuşmasını bitirirken söylediği “Sanıklar, burada, görev yaptıkları dönemde başkalarından esirgedikleri adaleti bulacaklardır” şeklindeki sözlerini bugün dahi ürpererek anımsarım.

Döneminin ikonlarından birisi olan ve pek çok kişi tarafından güzel bulunan Dietrich’i ben hiçbir zaman güzel bulmadım. Ama soğuk görünüşü, uzun kirpikleri, düşük göz kapakları ve anlamlı yüz ifadesiyle Marlene Dietrich, kadın olarak bana her zaman çok çekici gelmiştir.

Marlene Dietrich’den etkilenmemin başlangıcı ve bir diğer nedeni de, ilk kez ondan dinlediğim “Lili Marleen” şarkısından dolayıdır. Fevkalade bir felsefe dili olan Almanca bana göre bir şarkı dili değildir. Ancak Marlene Dietrich’in Almanca söylediği Lili Marleen yorumu olağanüstü güzeldir. Sadece yorumu değil, Marlene Dietrich’in o buğulu, o hüzün dolu, acı dolu, o duygulu sesi gerçekten sıra dışıdır. Çok yakın arkadaşı ve hatta dostu olan Ernest Hemingway’e göre “O sesiyle kalbinizi kırabilir, sonra yine sesiyle ve bir tek sözcükle yaralarınızı iyileştirebilir.” Öylesine etkileyici bir sestir yani.

Lili Marleen aslında tek kişi değil, iki ayrı kişidir. Lili ve Marleen. İkisi de şarkının söz yazarı Hans Leip’in sevgilisidir. Rus cephesinde Alman askeri olarak savaşan, savaş alanında, kurşunların, şarapnel parçalarının havada uçuştuğu, ölümün her tarafta serserilik ettiği o zamanlarda sevgilileri Lili’yi ve Marleen’i düşünen Leip, onlar için bir şiir yazar. Adı “Das Mädchen Unter der Laterne/Lambanın Altındaki Kız” olan ve “Kışlanın büyük kapısının önünde/Büyük bir sokak lambası vardı./Ve o orada durdukça buluşacağız,/Sokak lambasının yanında duracağız./Tıpkı bir zamanlar Lili Marleen gibi” mısralarıyla başlayan şiir daha sonra Norbert Schultze tarafından bestelenir ve “Lili Marleen” şarkısı olarak ün kazanır.

Leip yazdığı şiirde her iki sevgilisi arasında ayrım yapmaz, adil davranır onlara. Önce “Gözlerini düşünüyorum Marleen,/Yalnızlık boğazıma yapıştığında ve/‘Bu dünyada hep savaş vardı düşüncesini unutmak istediğimde,/Yaşama dair bir güzellik gibi sen geliyorsun aklıma.” diyerek Marleen’e seslenir.

Daha sonra “Uzakta serin elleriyle, tutuşan öfkelerime dokunan elleri Lili’nin./İnsan bir bahar sabahı gözlerini gülerek açar ya/Ben yıllardır bahara açmadım gözlerimi/Sanki bu barikatlarda doğmuş gibiyim /Ve biliyorum bu barikatlar mezarım olacak benim.” diyerek Lili’yi anımsar ve ona seslenir. Ve şiirinin son mısraında “Tek avutucu düşüm Lili Marleen…” diyerek her ikisini birleştirir. Sevmenin sorumluluk olduğunun bilincinde ve farkında olduğu ve yine hem Lili’ye hem de Marleen’e karşı sorumluluk duyduğu için yapar bunu.

Sinemadaki ününü 1930 yılında yönetmenliğini Josef Von Sternberg’in yaptığı “The Blue Angel/Mavi Melek” filmindeki “Lola-Lola” rolüyle kazanan Marlene Dietrich, sinema setlerindeki arkadaşlarını toplama kamplarında öldüren Hitler rejimine karşı mücadele etmek amacıyla İkinci Dünya Savaşı’nda müttefikleri destekleyecek kadar siyasal bilince sahip bir insan olmasının yanı sıra, son derece başarılı bir kabare şarkıcısıdır. Keman ve piyano çalan, edebiyat ve şiirle çok yakından ilgilenen Dietrich aynı zamanda iyi bir entelektüeldir. Yani o “Lola-Lola’dan çok daha fazla bir şeydir.

Mavi Melek” filmini çok geç sayılabilecek bir zamanda, İstanbul’da öğrenci iken 1969 yılında Sinematek’te seyrettim. Seyredenler bilirler, Mavi Melek filmdeki batakhanenin/kabarenin adıdır. Film, Gymnasium’da saygın bir profesör olan Immanuel Rath’ın öğrencilerini uzak tutmak için gittiği kabarede şarkı söyleyen Lola’ya aşık olmasını, saygın bir kişi iken aşk uğruna saygınlığını yitirmesini, ihtiras, aşk ve şehvet yolundaki hazin trajedisini anlatır.

Dönelim Marlene Dietrich’in anılarına. “…Kimi güzel şeylerden vazgeçerek yaşamayı öğrettiler, ben de öğrendim” diyor Dietrich anılarında ve şöyle devam ediyor: “Eğer söyleyecek ilginç bir şeyin yoksa ağzını açma, sevdiğini yok etme. Hayat bir gül bahçesi değildir, her şey hoş, her şeyi tatlı değildir, ama öyle olması için uğraşırsan hayat güzeldir.” Dietrich, hayat senindir, onu güzelleştirmek de senin elindedir diyor yani.

Orson Welles’ten öğrendiği pek çok önemli şeyden bir tanesinin aşkla ilgili olduğunu yazan Dietrich, Welles’in kendisini “Söyleyeceklerim kulağına küpe olsun. Eğer sen mutsuzsan, ona boyun eğsen de, bir dediğini iki etmesen de sevdiğin erkeği mutlu edemezsin” diyerek uyardığını söylüyor. Bu tam da Mevlana’nın dediği gibi bir şeydir. Yani “… A yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara;/Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara” gibi bir şeydir.

Dostluk” sözcüğünün anlamını çok az kişinin bildiğini, Hemingway’in, Fleming’in,

Oppenheimer’in bunu bildiklerini ifade eden Dietrich sözlerine şöyle devam eder: “Dostluk, anne sevgisine, kardeş sevgisine, sonsuz sevgiye, düşlenen, her zaman istenen saf sevgiye yakındır; aşk örtüsü altındaki sevgi değildir, saf bir duygudur, asla hak iddia eden bir duygu değildir, sonsuz bir duygudur. En önemli insan ilişkisidir dostluk ve dostluğun hedefi aşkın hedefinden daha ileridir. Dostluk, aşktan daha çok birleştirir kişileri. Değerli ve kutsaldır. Askerleri savaşta birleştirir, direnen güçleri sağlamlaştırır, amaçlarımız karanlık olsa da hepimizi kucaklar. Benim için dostluk mülklerin en değerlisidir. Bir dostluğu yadsıyan her kim olursa olsun, kendisini dışlanmış, unutulmuş, dost çemberinden sonsuza kadar çıkarılmış bulur. Sizi aldatan dostlar ölüme mahkum olmuşlardır, onlar kendilerine seslerinin neden yankı bulmadığını sorar dururlar. Onları küçümsüyorum. Onlar tortunun tortusudurlar. İnsan bir dostunun hayır duasını aldığı zaman, onun ve dostluğun kanunlarına boyun eğmekle yükümlüdür. Sonuç ne olursa olsun bu kanunlara boyun eğmek gerekir. İster susarak, ister konuşarak, ama hep dostluk kurallarına saygı duymak için. Kolay bir iş değildir bu. Çaba gerektirir. Özveri gerektirir. Aşk gelip geçicidir. Anne sevgisi dışında aşk hep tutarsızdır ve bunun için geçerli nedenleri vardır. Ama dostluk ya vardır ya da yoktur…Dostluk size değdiği anda sizin kanatlanıp uçmanızı sağlar…Dostlar arasında el sıkışarak verilen söz unutulmaz bir yemindir. Buna sadık kalmak gerekir.

Dietrich’in yaşamında Hemingway’in çok özel bir yeri vardır. Anılarının sonunda Goethe’den alıntıladığı ve benim bu yazının en başına koyduğum sözler, yani “…kendisiyle karşılıklı bir anlayışın hissedildiği birini tanımak dünyayı bir bahçeye çevirmeye yeter” sözleri sanırım Hemingway için söylenmiştir. Sevdiği bütün insanları güzel hatırlayan Dietrich, başka şeyler de söyler Hemingway için. Mesela şöyle söyler: “O benim dostumdu. Onu hep sevdim. Platonik bir aşktı benin ona karşı duyduğum. Ona hayrandım. Onun ve benim birbirimize karşı duyduğumuz aşk saf ve mutlaktı. Kuşkularla bulanmayan, ufkun ötesinde, mezarın ötesinde bunun olmadığını çok iyi bilsem de, bir aşktı… O benim için Cebelitarık kayasıydı. Yıllar onsuz geçti, her yıl bir öncekinden daha hüzünlüydü…O, demirdi, bilgeydi, kestirip atandı, öğüt verenlerin en iyisiydi, benim özel kilisemin papazıydı. Çok şey öğretti bana…”

Marlene Dietrich dedik, Mavi Melek dedik, Lili Marleen dedik ve sözün sonuna geldik. Söze yine “Lili Marleen” diyerek nokta koyalım. Ama bu “Lili Marleen” başka bir “Lili Marleen.” Ahmet Kaya’nın bestelediği, çok da güzel, çok da hissederek yorumladığı bir “Lili Marleen.” Adı “Lili Marleen Türküsü.” Türkünün sözleri Attila İlhan’a ait. Onun aynı isimli şiirinden oluşuyor. Okuyalım:

Akşam olur mektuplar hasretlik söyler / Zagrep radyosunda Lili Marlen türküsü / Siperden sipere ateş tokuşturanlar / Karanlıkta dem çeken ishak kuşu / Bu civarlarda benim bir cennet mekanım olacak / Aslan sıfatlı Johnny, hisar boylu silahşör / Arkasında Mısır El Kahire / Ehramlar, cana can katan Nil, cüzamlı dilenci, trahomlu insan / Sağında mavi gözlü dilber Akdeniz / Solunda çöl ve balta girmemiş orman / Biz dünyalılar yemin içtik, imanımız var / Hürriyet için hürriyet aşkına / Savulacak dönem, savulacak düşman / Dehrin cefasını çektik, sefasını süreceğiz / Biz Sudanlılar, kıbleye karşı namaza duranlar /Aragon’dan bıçak gibi çekilmiş yedi mısra / Sidney’den bir muhalif rüzgar / Akşam olur mektuplar hasretlik söyler / Zagrep radyosunda Lili Marlen türküsü / Dost ağlar, karanfilim dost ağlar / Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz / Ve biz gene yıldızlara bakarız / Ve yine yıldızlar bize bakar / Duadır güneş baht olasın civan oğlum / Hürriyet için dipçik tutan el dert görmesin

Son bir söz. Onu da Ermeni sanatçı ve bestekar Aram Tigran söylüyor ve şöyle diyor: “Dünyaya bir daha gelsem; ne kadar tank, tüfek ve silah varsa hepsini eritip saz, cümbüş ve zurna yapacağım

Savaşa da, savaş çıkaranlara da, savaşı savunanlara da lanet ediyor, ülkelerini savunan ve bu uğurda ölen kahraman Ukraynalıların aziz hatıraları önünde saygı ile eğiliyorum.