‘Vicdanlı ve dürüst olmak, hesaplı olmaktan iyidir. Hesap, insanı makam sahibi yapar da, vicdan daha önemli bir işe yarar. İnsanı insan yapar.’ F.Nietzsche‘
İnsan yazdığıyla değil okuduğuyla var olur’ diyor Arjantinli büyük yazar ve şair Jorge Luis Borges. Ben de okuduklarımla var olduğumu düşündüğüm için hemen her gün okuyan bir insanım. Neler mi okuyorum? Hem yeni çıkan kitapları takip ediyor, bunların içinde ilgi alanıma girenleri ediniyor ve okuyorum. Hem de daha önce okuduğum kitapların arasından seçtiklerimi yeniden okuyor, ikinci kez okuduğum bu kitapların bir kısmını ise, burada, bu blogda zaman zaman sizinle paylaşıyorum.
Yeniden okuduğum ve sizinle paylaşmak istediğim kitap, La Fontaine’nin ‘Bütün Masallar’ isimli eseri. Kitabı usta edebiyatçımız ve çevirmenimiz Sabahattin Eyuboğlu, Fransızcadan Türkçeye çevirmiş. Hem de büyük bir ustalıkla, eserin tam hakkını vererek yapmış bunu.
Fransız edebiyatının altın çağındaki devlerinden birisi olan, yalanla gerçeği hayvanlar dünyasından alıp insanlar dünyasının ayıplarına ders olarak taşıyan La Fontaine, bu büyük eserini, bizim edebiyatımızın yabancısı olduğu bir tarzda, fabl tarzında yazmış.
Kökü Latince ‘fable’ sözcüğü olan fabl, hikaye/masal anlamına geliyor. Bu masallar, ustaları tarafından bazen nesir tarzında, bazen de nazım/şiir tarzında anlatılıyor. Mesela, La Fontaine fabllarını manzum tarzında yazmıştır. O nedenle, onun eserleri, aslında şiire dökülmüş masallardır.
Ahlak dersi vermeyi amaçlayan ve o nedenle didaktik olan fabl masallarının kahramanları, çoğunlukla hayvanlardır. Fabllarda, bu hayvanların en önemli özelliği insanlar gibi düşünmeleri, konuşmaları ve davranmaları olarak sunulur. O nedenle, fabllar, nitelikleri itibariyle bir tespit, teşhis ve intak, yani insan dışındaki varlıkları konuşturma sanatıdır. Anlatımın sonunda kıssadan hisse alınabilecek bir dersin, bir ahlak dersinin verilmesi, fablları masallardan ayıran en önemli özelliktir.
Biz yetişkinler, fablların ya da masalların çocuklar için yazıldığını düşünürüz, oysa bu düşüncemiz doğru değildir. Zira fabllar olsun, masallar olsun, gerçekte çocuklar için değil, biz yetişkinler için yazılmıştır. Biz yetişkinleri anlatan, biz yetişkinlere ayna tutan bu fablların, masalların her biri, aslında bir ders, ahlak dersi niteliğindedir. Sadece ahlak dersi değil, aynı zamanda bir davranış bilimi dersi ve bir terbiye etme şeklidir. Elbette ders almasını bilenler, terbiyeli olmayı değerli bulan, önemseyen ve isteyenler için bir derstir bunların tamamı.
Nitekim La Fontaine ‘Masallar’ isimli bu büyük eserine yazdığı önsözde, ‘masallar sadece ahlak dersi değil, birçok bilgiler de verir bize. Hayvanların özelliklerini, değişik karakterlerini öğretir… Böylece kendimizi de tanıtmış olurlar bize; çünkü biz insanlar, akılsız yaratıklarda iyi kötü ne varsa hepsinin toplamıyız… Kısacası masallar öyle bir resimdir ki, içinde hepimiz kendimizi buluruz…’ diyor.
Çağdaşları olan Moliere ve Rochefaucaoult gibi, toplumsal ahlakın doruklarındaki insanın hayal olduğunu, gerçeğin acısının ve sevincinin yaşamda biçimlendiğini savunan La Fontaine, evrensel değerlerin özünün akla, ahlaka ve erdemli olmaya dayandığına inanır. Bu açıdan bakıldığında, onun anlattığı hayvanlara dair masalların tamamı, aslında geniş bir insanlık komedyasına ait birer sahneden ibarettir. Öyle olduğu için de, onun komedyalarının içinde iyi veya kötü her çeşit insan vardır. Hayatın, hayatımızın içinde de rol ve yer değiştirerek var olan bu insanlar, onun masallarında bazen kurt, bazen tilki, bazen aslan, bazen eşek, bazen ayı, bazen horoz olarak ortaya çıkarlar. Biz insanlara dersimizi verirler ve sonra sahneden çekilirler.
Kitabın çevirisini yapan Sabahattin Eyuboğlu’na göre, La Fontaine, hayvan suretinde sunduğu bu insanların hepsini bir kuklacı ve bir tiyatro ustası gibi yukarıdan yönetir. Onun her masalın başında veya sonunda verdiği öğütler, taraf tutmadan daha çok, sahneye konulan oyunun bir özetidir. Eyuboğlu’na göre, iyilerden çok kötülerin sahne aldığı bu komedyaya, kurtluğun, tilkiliğin insanlar arasında bulunduğu dünyanın bu haline, elbette La Fontaine’de kızar, ama o bu kızgınlığını şairce, vaizce, hatipçe değil, insanca, insan olarak, son derece sadelik, açıklık içinde ve gerçekçi bir şekilde sunar.
Nasıl mı? İşte bir örnek! ‘TİLKİYLE LEYLEK’ Okuyalım:
Tilki hocanın iyiliği tutmuş bir gün.
Hacı leyleği yemeğe buyur etmiş.
Ama demiş tilki; bizde misafir
Umduğunu değil, bulduğunu yer.
Meğer tilkinin cimrisi hepsinden betermiş:
Bir çorba çıkarmış topu topu,
O da sulu mu sulu.
Hem nasıl getirse beğenirsiniz? Tabakta!
Leylek gagasıyla uğraşadursun,
Tilki bitirmiş hepsini bir solukta.
Leylek kızmış, ama sineye çekmiş.
Bir zaman sonra,
O da tilkiyi buyur etmiş yemeğe.
Hay hay, demiş tilki; nasıl gelmem?
Ben dostlara naz etmesini sevmem.
Tam saatinde gelmiş.
Leyleğe türlü diller dökmüş.
Şu güzel, bu güzel,
Hele yemeğin kokusu, harika,
Gel iştahım, gel!
Gerçi tilkilerin iştahı
Pek nazlı değilmiş ama,
Et kokusu başka şeymiş:
Kuşbaşı galiba, demiş;
Bayılırmış etin böylesine,
Hele kıvamında pişmişine.
Derken yemek pişmiş ve sofraya gelmiş,
Gelmiş ama, nasıl?
Kokusunu al, eti ara da bul!
Dar boğazlı, upuzun bir çömlek içinde,
Tam da leyleğin gagasına göre.
Tilki burnunu burgu etse nafile.
Kırmış kuyruğunu ve evine dönmüş.
Aç kaldığına mı yansın,
Bir kuşa rezil olduğuna mı?
El alemi aldatanlar, Bu masal size:
Bir gün sizi de sokarlar
Kurduğunuz kafese.
Hayatta da böyle olmuyor mu? Aldatanlar, küçük büyük aldatmalarla, küçük büyük bir şeyler kazananlar, gün gelip birileri tarafından aldatılmıyorlar mı? Eee, etme bulma dünyası! Kimsenin yanına kar kalmıyor yaptıkları. Men Dakka Dukka yani!
‘İnsanlarla, heykeller arasındaki fark şudur: Heykeller yanlarına yaklaştıkça büyürler, insanlar ise kendilerine yaklaşıldıkça küçülürler.’ Bu veciz söz, özel hayatında olsun, siyasi hayatında olsun yanına, yakınına yaklaştıkça küçülen insanlar, maskeli insanlar tanıyan Churchill’e ait.
La Fontaine’de, hayvanların dünyasından böylelerine örnek verir, bu bağlamda insanlık komedyasına ait bir masal anlatır. Tam da ‘kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla‘ misali. Mesela, ‘TİLKİ İLE HEYKEL’ masalı. Okuyalım:
Büyüklerin çoğu, yakından görülünce,
Birer kalıp, birer maskedir sadece.
Kaba halk görünüşe aldanır.
Neden dersen, onun istediği
Bir put bulup tapmaktır.
Eşek gördüğüyle yetinir,
Tilkiyse koklar, yoklar neyi görse,
Bir o yana çevirir, bir bu yana,
Sonunda çakar, köpoğlu,
Gördüğünün gösteriş olduğunu.
Tilkinin biri bir heykel kafası görmüş;
Kocaman bir kafa,
Ama bakmış içi boş:
Aferin yapana, demiş tilki;
Öyle güzel bir kafa yapmış ki!
Kelle kulak yerinde,
Bir beyni eksik.
Nice ağalar, beyler
Tıpatıp bu heykele benzer.
Hepimizin tanıdığı insanlar vardır, arkadaşı vardır hepimizin, peki çoğumuzun dostum diyebileceği kaç tane insan vardır? Belki birkaç tane, belki de hiç yoktur. Neden mi? Dostluk zor zanaattır da onun için! Öyle olduğundan olsa gerek, bilge insanlar, yazdıkları şiirlerde, yazılarda, söyledikleri şarkılarda, türkülerde, sözlerde, bunun zorluğuna işaret etmişlerdir hep.
Mesela Aşık Veysel o güzel türküsünde ‘Dost dost diye nicesine sarıldım / Benim sadık yarim kara topraktır / Beyhude dolandım boşa yoruldum / Benim sadık yarim kara topraktır / Nice güzellere bağlandım kaldım / Ne bir vefa gördüm ne de faydalandım / Her türlü isteğimi topraktan aldım / Benim sadık yarim kara topraktır…’ demiştir. Mesela Can Yücel’de o unutulmaz dizelerinde: ‘Dostlar ırmak gibidir / Kiminin suyu az, kiminin çok / Kiminde elleriniz ıslanır yalnızca / Kiminde ruhunuz yıkanır boydan boya…’ diye yazmıştır.
Peki, neden? Dostluk gerçekten zordur da ondan dolayı. Özellikle ‘al gülüm, ver gülüm’ ilişkilerinin çok daha yoğun ve baskın yaşandığı, ‘kullan at‘ kültürünün egemen olduğu günümüzde, çok daha zor bir şeydir de onun için.
La Fontaine’ de ‘SOKRATES NE DEMİŞ?’ isimli fabllında buna işaret eder ve şöyle yazar:
Sokrates bir ev yaptırmış nasılsa;
Eş dost başlamış kusur bulmaya:
Kimi içini beğenmemiş;
Kızmayın ama, demiş;
Şanınıza layık değil odaları,
Kimi cephesine çatmış:
Karşıdan görünüş berbat demiş.
Hepsine göre de çok darmış bu ev.
Kim sığarmış bu kulübeye?
Ah, demiş koca filozof;
Keşke bu evi dolduracak kadar
Gerçek dostum olsa!
Sokrates’in sözü yerinde:
Bir ev dolusu gerçek dost nerde?
Sözde herkes dost, ama gel de buna inan.
Dosttan bol şey de yok dünyada,
Dosttan bulunmaz şey de.
Hepimiz bunun böyle olduğunu biliriz. Ama yine de her birimiz gün gelir bir Aşık Veysel oluruz ve belki dostumuz, dostlarımız vardır diye giderayak onlara: ‘Ben giderim adım kalır / Dostlar beni hatırlasın. / Düğün olur bayram gelir /Dostlar beni hatırlasın…’ diye çağrıda bulunuruz. Peki, hatırlarlar mı? Sanmam. Pek artık öyle dost yok çünkü ortalıkta. Kaldı ki sen ya da ben bu dünyadan göçüp gittikten sonra, hatırlasalar ne olur, hatırlamasalar ne olur?…
‘Yanılmıyorsam, saygılarla yalnızdım. / Saygılar duymasaydım, yanılmazdım…’ Bu dizeler Özdemir Asaf’a ait. Saygılarla yalnız olan, saygılar olmasaydı belki de yanılmayacak olan insanlar, daha ziyade mevki, makam, iktidar sahibi olan insanlardır. Bu insanlar gücünü, iktidarını, kişiliğini, değerini bulunduğu mevkiden, makamdan almasalar, kendi başlarına birer değer olsalar dahi, çoğu zaman bu böyledir. Zira bu davranış şekli, mevki ve makam sahibi olan kişilerin davranışlarından, kişiliklerinden daha çok, onların çevresindeki samimiyetsiz, vefasız, çıkarcı, ikiyüzlü, kirli insanların var olmasından kaynaklanır. Voltaire’in ‘Belki yağmura da gerek kalmazdı, insanlar bu kadar kirli olmasaydı’ demesi, yine Neyzen Tevfik’in ‘Ne utanmaz köpekleriz, kimi görsek etekleriz’ diye yazması bundandır, bundan dolayıdır.
La Fontaine’de, bu insanlık durumuna, dramına, trajedisine ya da komedisine kayıtsız kalmaz ve ‘PUT TAŞIYAN EŞEK’ isimli masalında, hem hak etmeden mevki makam sahibi olan eşekler için, hem de hak etmiş olsalar dahi, kendilerine gösterilen saygının aslında kendilerine değil, makamlarına gösterildiğini anlatır. Hem de dalgasını geçerek ve biraz da ironi yaparak anlatır. Okuyalım:
Eşeğin birisine put yüklemişler:
Herkes yere kapanır olmuş önünde.
Eşek kendisine tapıyorlar sanarak,
Tütsüleri, duaları benimsemiş
Ve başlamış kasılmaya,
Alçak dağları ben yarattım demeye.
Adamın biri farkına varmış işin:
Eğilip kulağına demiş ki eşeğin:
Eşek Hazretleri, bu çılgınca sanrıyı
Hemen kafandan sil:
Gördüğün saygılar, secdeler sana değil,
Sırtındakine.
Cahil devletlinin de,
Nesine selam verirler?
Cübbesine!
İtalyan Marksist, gazeteci, sendikacı ve siyaset felsefecisi Antonio Gramsci, ‘Hapishane Defterleri’ isimli eserinde aydınları ikiye tasnif eder. ‘Organik aydınlar, inorganik aydınlar’
Gramsci’nin bu sınıflandırmasına göre organik aydınlar: ‘Hiçbir düşünceye memur olmayan, topluma aktif olarak katılan, aynı yerde oturup kalmayan, her zaman hareket halinde olan, sürekli eylem ve düşünce üreten, tabulara esir olmayan aydınlardır.’
Gramsci’nin inorganik aydın dedikleri ise ‘Bir düşünce üretip bununla ünlenen, bunun arkasına geçen ve hep bundan beslenen, doğrudan doğruya veya dolayısıyla iktidara ya da başkaca güç odaklarına yaslanarak bunlardan geçinen aydınlardır.’ Bunlara plastik aydınlar da diyebilirsiniz.
Fransız düşünür Julien Benda ‘Aydınların İhaneti’ isimli özgün eserinde, ister sağda, isterse solda olsun, ırkçı olan, siyasi dogmalara, statü, makam, mevki vs. gibi her türden çıkara teslim olan ve o nedenle hakikat duygusuyla adalet standartlarını yitiren bu aydınların, hakikate karşı yaptıkları ihaneti ‘çıkara dayalı bağlanma’ olarak nitelendirir ve aydının asli görevini ‘hiçbir düşünceye, hiçbir kişiye, hiçbir makama, dünyevi hiçbir çıkara bağlanmamak’ olarak açıklar.
Benda’ya göre günümüz aydınlarının en önemli sorunu, ‘sahip oldukları ahlaki otoriteyi, sekterlik, kitle dalkavukluğu, milliyetçi çığırtkanlık, sınıf çıkarları gibi kolektif duyguların örgütlenmesi adını verdiği şey veya şeylere devretmiş olmalarıdır.’
Filistin asıllı Amerikalı edebiyat adamı ve siyasi düşünür Edward W.Said, gerçek aydını/entelektüeli, Reith Konferansları’ndan derlediği ‘Entelektüel/Sürgün, Marjinal, Yabancı’ isimli kitabında şu şekilde tanımlar; ‘Ne koruyacak makamları ne de başında nöbet tutup güçlerine güç katacakları toprakları olmayan entelektüellerde bazılarını çok rahatsız eden bir şeyler vardır; kendini beğenenleri de yok değildir ama onlar daha çok kendileriyle dalga geçerler, mesela lafı eveleyip gevelemektense dobra dobra konuşurlar. Ama şu gerçekten kaçış yoktur: kendilerini böyle gören entelektüellerin ne yüksek mevkilerde eşleri dostları, ne de resmi makamlarda itibarları olur. İnsan yalnız kalır, doğru; ama her zaman sürüye uyup mevcut duruma hoşgörü göstermekten iyidir yalnızlık.’
La Fontaine’de anlattığı masallarda, Gramcsi’nin sözünü ettiği plastik aydınlara, Benda’nın ve Edward W.Said’in tarifini yaptığı sözde aydınlara iki ayrı masalında yer verir. Bunlardan birincisi ‘ASLAN POSTU GİYEN EŞEK’, ikincisi de ‘ASLANLA AVCI’ isimli fabllardır. Okuyalım:
ASLAN POSTU GİYEN EŞEK
Eşeğin biri aslan postu giymiş,
Millet evinden çıkamaz olmuş.
Eşek hep o eşek,
Ama gören korkudan ölecek.
Bir gün aksilik etmiş kulakları,
Uçları çıkıvermiş posttan dışarı.
Açıkgözün biri görmüş,
Eşeğin şakası sona ermiş;
Vurmuş sopayı beline,
Sürmüş aslanı değirmene.
Şaşıra kalmış görenler,
Aslanı eşek etti sanmışlar.
Fransa’da çok böyle aslan,
Nice babayiğitlerimize
Bu masal biçilmiş kaptan.
Posta kanarsak yuf bize!
ASLANLA AVCI
Av meraklısı bir kabadayı,
Soylu köpeği yok olunca ortadan,
Aslan yemiştir diye çobana gitmiş:
Nerde yatar, demiş, o hırsız aslan?
Söyle de gidip geberteyim şunu.
Şu karşı ki dağda, demiş çoban;
Ben her ay bir koyun verip ona,
Korkusuz dolaşırım buralarda.
Tam sözünü bitirirken çoban,
Koşar adım sökün etmiş aslan.
Kabadayı sıvışmış yel yaparak,
Aman Zeus, bir sığınak! Diyerek.
Gerçek yiğit dediğin
Bela karşısında gösterir kendisini
Önceden cart curt edenlerin
Çok gördük savaştan tüydüklerini.
Şimdilik bu kadar. Zira oldukça uzun yazdık ve dolayısıyla epeyce yorduk sizi. İleride bir başka zamanda, belki bir daha yazarız La Fontaine ile onun hayvanlar, pardon insanlar resitali üzerine! Kim bilir, belki de Ezop ya da Beydaba’nın Kelile ve Dimne’si üzerine yazarız. Şimdilik hoşça kalın.