“Gerçek suçlu günahı işleyen değil, karanlığı getirendir.”

Victor Hugo, Sefiller

Tarihsel dönemleri coğrafi keşiflere, bilimsel gelişmelere, aklın kullanımına göre birbirinden ayırmak mümkün olsa bile, herhangi bir coğrafyada belli bir an itibariyle işlenen ağır cürümlerin sayısı veya insanın insana zulmü bakımından bir karşılaştırma yapacak olsak herhalde elimizde kesintisiz ve birbirinden ayrılamaz yekpare bir tarih olurdu. İnsanlık tarihini savaşsız, zulümsüz, kavgasız ve sömürüsüz okumak neredeyse mümkün değildir. Bu anlamda günümüz geçmiş çağlardan daha masum yahut daha gaddar olamaz. Kendi çağımız için sadece geçmişteki insanlara göre daha talihsiz olduğumuz söylenebilir.

Bizler çok talihsiziz çünkü düne nazaran çok daha küçük bir dünyada yaşıyoruz. Teknolojik gelişmeler sayesinde dünyanın bir ucundaki zulme neredeyse hemen o anda şahit oluyoruz. Belki eski dönemlerdeki insanlar bu anlamda bizden daha talihliydiler; çünkü yakınlarında olmayan hiçbir zulme haberdar olmadıkları için tanıklık da etmemişlerdi. Günümüzün iletişim imkanları sayesinde eskisinden daha fazla günahkarız. Çünkü daha fazla günahtan haberdarız. Böyle bakıldığında zulme şahit olup hiçbir şey yapamamak zulmün kendisi kadar olmasa da çok büyük bir zulümdür.

İnsan ahlaki bir varlıktır. Her insan ahlaklı olmasa dahi insanlar, daima yargılar, değerlendirir, hükümde bulunur ve hatta onaylar veya reddeder. İnsanın insana karşı işlediği suçlar arttıkça buna şahit olan bizlerin omuzlarındaki ahlaki sorumluluğun yükü de artmakta. Çünkü şahit olduğumuz kötülüğe karşı olan tavrımız, yargımız, hükmümüz, itirazımız ölçüsünde ahlaki değerimizi muhafaza etmekte yahut yitirmekteyiz. Çok iyi biliyoruz ki harekete, yani eyleme geçmeyen hiçbir yargı esasında ahlaken değerli değildir. Dolayısıyla bugün hepimiz ekranlarda izlediğimiz olaylar karşısında yargıda bulunmak, hüküm vermek, isyan etmek, şikayet etmek zorunda kalırken aslında bu olayların gidişatına son vermek için harekete geçmek veya geçmemek konusunda da bir karar vermeye mecburuz. Sadece sosyal medya hesaplarımızdan birilerini lanetleyerek harekete geçmiş olmayacağımız aşikardır. Fakat harekete geçmek de çoğu zaman insanın konforunu tehdit edecek kadar ağır bedeller ödemeyi gerektirebilir. Dolayısıyla günümüz insanı kendi günlük yaşamını etkilemeyen doğrudan kendisine veya yakınlarına tehdit teşkil etmeyen pek çok mesele hakkında harekete geçip bedel ödeme riskinin tedirginliği ile seyirci kalıp ahlaki sorumluluk yükünün altında ezilmenin arasında tedirgin bir yaşam sürmeye mahkumdur.

Günümüz insanının bu talihsizliğine ve belki de sıkışıp kalmış haline bir ara verip, daha zamansız bir gözlemde bulunalım. İnsan üzerine geliştirilen muhtelif fikirlerin dönüp dolaşıp tartışmak zorunda kaldığı en önemli husus insanın özünde iyi mi kötü mü olduğu meselesidir. Bir insan doğası tartışmasını burada etraflıca yürütmek mümkün değil ama argümanlarımız ne olursa olsun kabul etmek zorunda kaldığımız ve belki de bütün bu tartışmaları yapmaya bizi sevk eden şey, iyiliği de kötülüğü de aynı anda insanda bulabilmemizdir.  Bu yazıda asıl derdimiz ötekinin acısına kayıtsız kalınması sorunu olduğundan tartışmayı bu bağlamda yürüteceğiz.

İnsanın iyi olduğuna dair görüşler onun sosyalliğini öne çıkarır. Bu bağlamda sosyallikle kastedilen şey diğer insanlarla en azından karşılıklı fayda temin edecek şekilde ilişkiler kurabilmektir. Buna ilaveten hemcinslerini sevmek, onların ihtiyaçlarını gidermek, onlara zarar vermemek, onlara verilecek zararı engellemek iyiliğin ilave göstergeleridir.

İnsanın kötü olduğunu savunan görüşler ise, herkesi bencil görür. İnsan kötüdür çünkü kendi menfaatini sağlayabilmek için başkalarına zarar vermekten çekinmez. Ama mesele sadece bencillik değildir. Çünkü insan kimi zaman hemcinslerine herhangi bir anlaşılabilir neden olmaksızın da zarar verebilir. Kurduğu iş birliği esasında sömürüye dayanır ve uzun süre devam edebileceğine dair hiçbir güvence yoktur. Başkasının çektiği acı normalde hiçbir zaman umurunda olmaz, başkasının uğradığı zulüm sadece kendi menfaati de etkilenecekse önem taşır.

Ne var ki hiçbir insan ve hiçbir topluluk yukarıda çizilen siyah beyaz karşıtlığın tek bir tarafına yerleştirilemez. Ya da başka türlü söyleyecek olursak hemen herkesin karşılaştığı o kadar çok istisna vardır ki istisnaların kaideleri bozmayacağı ilkesi anlamını yitirir.

ÖTEKİ

Anlamaya çalıştığımız husus başkalarının acılarına, uğradığı zulme dikkat kesilip bunu onaylamama ve yerine göre harekete geçme kabiliyetine sahip olan bir insanın bu empati duygusunu neden her zaman işletmediği veya işletemediğidir. Gerçekten de hiç ama hiç kimseyi umursamayan insan sayısı pek azdır. Sosyopat olarak adlandırılan kişiler haricinde insan en azından sevdiği ve yakınlık hissettiği kişilerin duyduğu acıyı önemser ve bunu dindirmesi gerektiğini düşünür. Özdeşlik kurduğumuz insanlar genellikle oluşturduğumuz kimlikle yakından ilgilidir. Kimlik, kendi varlığımızı başka varlıklara nispetle tarif etmek anlamına gelir. Eğer belli bir aileye mensup olmak yegâne kimliğiniz ise o ailenin mensubu dışındaki herkes ötekidir.

Öteki, insanın başlangıçtan bu yana gündeminden hiç düşmeyen kadim bir problemidir. İnsanın kendisinden “ben” diye bahsettiği anda ona eşlik eden bir “ötekisi” daima vardır. “Öteki”, “ben”in gölgesidir. “Ben” ve “öteki” kendini tanımlayabilmek ve kendi ayakları üzerinde durabilmek için birbirine ihtiyaç duyan siyam ikizleridir. “Öteki”, “ben” olmayandır. Bu anlamda “öteki”, “ben”in Camera Lucida’daki ters imajıdır. “Öteki”, ”ben” e hiç benzemediği için daima bir tehdittir. ”Öteki” yabancıdır, bilinemezdir, meçhuldur ve insan daima kendisine benzemeyenden, hakkında bir şey bilmediğinden korkar. Korkmuş insan belki de hayvanların en korkuncudur. Korkan insan korktuğu şeyi yok etmek ister ve bunun için de hırçınlaşıp saldırganlaşır. Dünya tarihi insanın “öteki”den korktuğu için ötekini yer yüzünden silme mücadelesinin kanlı tarihi olarak da okunabilir. Öteki”ni yok etmekle amaçlanan “ben”in daha konforlu, düzenli ve tanıdık bir hayat inşa etmesidir. Maalesef bu korku bazen bazı toplulukları öldürerek yok etmeye yol açar. İkinci Dünya Savaşındaki Almanların Yahudilere yaptıkları, Yugoslavyanın dağılmasından sonra Sırpların Boşnaklara yaptıkları ve bu yazı yazılırken dahi hala devam eden İsrail’in Filistinlilere yaptıkları işte hep “ben”in “öteki” karşısındaki bu korkusundan kaynaklanır.

Öteki sizi öteki olmakla var ettiğinden onun kendi ötekiliği içerisinde kalması sizin açınızdan bir varlık meselesidir. Böylece her türlü ilişkinizi öteki ile karşıtlık içerisinde kurarsınız. Öteki esasında sizin hemcinsiniz sayılmadığından ona karşı hiçbir sevgi, yakınlık ve yükümlülük hissetmezsiniz. Karmaşık toplumlarda kimlik meselesi yukardaki örnek kadar basit değildir. Kişinin birden fazla kimliği olabileceği gibi çok sayıda insanı kapsayacak bir kimlik de inşa edilmiş olabilir. Ama belirleyici olan husus ötekinin karşıtlığına dayanan bir kimlik inşası halinde ötekinin her daim ahlaki yükümlülükler alanı dışında kalacağıdır. Dolayısıyla ötekinin maruz kaldığı herhangi bir acı zaten zulüm olarak da nitelenmeyecek, rahatlıkla kayıtsız kalınabilecek ve bu kayıtsızlık ahlaki bir kaygı veya yükümlülük yaratmayacaktır.

Ben ile öteki arasındaki bütün ayrımları silecek bütün insanları tek bir kimlik altında toplayacak her zaman her yerde geçerli olan evrensel ahlak kriterlerinden bahsedemeyiz. Bunun için insanın olduğu her yerde daima bir öteki de olacaktır. Her ne kadar elimizde “Öldürmeyeceksin” ”Çalmayacaksın” “zina yapmayacaksın” gibi genel geçer ahlaki kriterler olsa bile hayatın karmaşasında insanın bu prensipleri görmezden geleceği sayısız komplike durum vardır. Bu nedenle insanlar çoğu kez bu genel geçer ahlaki prensipleri çiğnediklerinde dahi kendi eylemlerini meşrulaştırmayı bilirler. Ahlakın temel karakteristiği formüle edilememesi ve standartlaştırılamamasıdır; ahlak kendisini daima eylemde, her bir koşulun biricikliğinde sergilenen tavırda gösterir. Bu yüzden ”ben” ile “öteki” arasındaki bu kadim karşıtlığın üstesinden gelecek evrensel bir ahlak önermek mümkün değildir. Bu durumda yapılabilecek en iyi şey erkek-kadın, beyaz-siyah, dost-düşman, bizler-onlar, müslüman-yahudi gibi pek çok ayırıcı ve fark yaratıcı kimliklerimize rağmen bütün bu ayrımların öncesinde insan olmaklığımızda birleşebileceğimizi hatırlamaktır.

O vakit zulüm görenin kim olduğu veya öldürülenin kim olduğu sorusu, zulme veya katliama dair tepkimizi veya tepkisizliğimizi belirliyorsa burada tartışmasız bir ikiyüzlülük ve çifte standart vardır. Keza zulmedenin yahut öldürenin kim olduğuna göre reaksiyonumuz yine değişecekse ahlaki açıdan tavrımız yine ikiyüzlüdür ve yine çifte standart batağına saplanmıştır. Bir yerde zulüm veya katliam varken insanların çektikleri acılara bizden olup olmamalarına yahut öteki olup olmamalarına göre bir tavır sergilenemez. Zulüm herkes için her yerde ve her zaman zulümdür. Sadece zulme uğrayanlar ve ölenler bizdenken harekete geçmek çok ahlaklı ve çok anlamlı değildir. Asıl anlamlı ve ahlaklı olan eylem zulme uğrayanlar bizden değilken de sesimizi yükselterek bu zulme karşı çıkmaktır.

Türkçe'de “Ateş düştüğü yeri yakar” diye bir atasözü vardır, ki bu söz neredeyse bütün insan toplulukları için geçerli evrensel bir hakikate işaret eder. Hakikaten de çoğu insan için problem ne kadar büyük ne kadar vahim olursa olsun kendisinden uzaklaştıkça ona dair ilgisi, acısı ve üzüntüsü de azalır. Bir problem karşısındaki reaksiyonumuzun boyutu çoğu kez problemin büyüklüğünden ziyade bizim problemin yaşandığı yere olan mesafemizle ilgili olarak azalır ya da artar. Yani daha yakınımızda olan daha küçük bir hadise bizi daha çok etkilerken, bizden daha uzakta olan daha büyük bir hadise bizi o kadar etkilemeyebilir. Burda mesafeyle kastedilen şey hem düz anlamında coğrafi mesafe hem de yan anlamında kültürel mesafedir. Oysa ahlak mesafe tanımaksızın bütün acılara karşı aynı hassasiyeti göstermeyi gerektirir. Ahlakın bir sınırı, vatanı yoktur.

Böyle bakıldığında belki de çifte standart, insanın temel karakteristiklerinden ve zaafiyetlerinden birisidir. İnsani bir zaaf olarak çifte standart, insanı kendi acıları karşısında daha hassas ve başkalarının acıları karşısında daha umursamaz yapar. Oysa acının ötekisi veya başkası olamaz. Başkalarının acısını kendi acılarından daha değersiz gören çifte standart, başkalarının acısına karşı kör ve sağır olduğu için kesinlikle ahlaksızlıktır.

Uluslararası politika açısından bakıldığında bu çifte standart meselesi Birleşmiş Milletlerde atılan bütün o tumturaklı evrensel barış nutuklarına rağmen uluslararası politikanın prensiplerden çok güç, iktidar ve çıkar ilişkileriyle şekillendiğine işaret eder. Birleşmiş Milletlerde Ruanda, Filistin ya da Uygur Türkleri hakkında yapılan görüşmelerde neredeyse istisnasız her ülke ahlaki prensipler ve insan haklarının evrenselliğini savunuyor görünse de aslında uluslararası politikada daima başka hesaplar vardır. Prensipleri değil de bu güç, iktidar, çıkar, para ilişkilerini takip edenler bu ilişkilerin gerekleri değiştikçe kendi pozisyonlarını da değiştirirler. Oysa bir insan hayatı Filistinli yahut Ruandalı olduğu farketmeksizin bütün bu güç, iktidar ve para ilişkilerinden daha kıymetlidir fakat bu görüş ancak evrensel insani değerlerin mevzisinden savunulabilir.

Oysa reel politikada uluslararası arenada daima güçlü olanın sözü geçer. Bu ilişkiler içerisinde aşağıda kalanların sesleri maalesef çok duyulmaz. Uluslararası arenada yardım taleplerinin aciliyeti bile bu güç ve çıkar ilişkilerinin arasında müzakere ve ateşkes görüşmelerinin içerisinde kaybolup gidebilir. Bu da bize uluslararası hukuk standartları kadar ve hatta ondan çok daha önemli olan şeyi, uluslarası hukuk standartlarının tavizsiz bir şekilde uygulanması için bu prensiplerin arkasında duracak ve onları uygulayacak bir güç, yaptırım olmasının gerektiğini gösterir. Ancak bu sayede bir takım tavsiye kararları almaktan öteye gidilerek güçsüzlerin çektikleri acılara bir son verilebilir.

Modern dönemin bütün kimlikleri kuşatan şemsiye kimliği milliyetlerdir. Ulus devletler milliyet çatısı altında insanları birleştirmiş diğer olası kimlikleri kendi içinde eritmiş, kurmuş olduğu idari ve hukuki mekanizmalarla bu kimliği destekleyerek güçlendirmiştir. Kimliğin güçlü bir iktidar çerçevesinde yapılanması sonucunda muazzam ama hayli yıkıcı bir gücün ortaya çıktığını iki dünya savaşı tek başına göstermeye yeter.

Post modern çağ olarak da anılan dönem esasında modern dünyanın yarattığı kimliklerin aşınarak parçalanması ve parçalanarak çoğalması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla paradoksal bir şekilde bu dönem bir taraftan kimlikler çokluğuyla anılırken, diğer taraftan da etkisi bakımından bir kimliksizleşmeden bahsetmek mümkündür. Çünkü kimlik enflasyonunun arttığı yerde kimlikler değerlerini ve anlamlarını yitirmektedirler.

KOLPA YADA ÇİFTE STANDART

Çifte standardın insanın en temel ve en yaygın zaafiyetlerinden birisi olması ahlak konusunda söylenen pek çok şeyin dönüp dolaşıp bu noktaya bağlanmasına neden olur. Ahlak “dosdoğru ol” derken, “doğrudan ayrılma” der ama besbelli ki vurgu doğrudan hiç ayrılmamayadır. Ahlak “dürüst ol” derken bunu bizden her zaman ister. Ahlak insanlara iyilik etmemizi isterken bir kaç kişi için değil, bunu herkes için talep eder. Dolayısıyla her türlü ahlaki talep esasında ayrım gözetmeksizin, kurduğumuz her türlü ilişkide yahut tanık olduğumuz her olayda iyi olmaktır. Bütün ahlaki kaygılar, bütün ahlaki ikilemler, önünde sonunda çifte standartla alakalıdır. Ama bu zaafiyet o kadar güçlüdür ki, tarih aynı zamanda çifte standardın meşrulaştırılmasının tarihidir.

Çifte standarda karşı kesin bir çözüm olmasa bile yine de bir nebze işe yarayacak şey eşitliktir. Çünkü en basit bireysel ilişkilerden en kapsamlı toplumsal hatta uluslararası ilişkilere kadar giden düzeyde çifte standart çoğu kez ya eşitliği bozmaktadır ya da eşitsizlikten kaynaklanmaktadır. İki kişi arasındaki ilk bakışta çok basit gibi görünebilecek eşitsiz ilişki bu nedenle hızla eşitsizliğin menfaat sahibi olan tarafında bir çifte standardın uygulanmasıyla sonuçlanabilir.

2019 yapımı “Platform” filmi bu eşitsizlik halinde insanların hızla farklı konumlar edinebilirliğini göstermesi açısından çarpıcı bir eserdir. Yüzlerce kattan oluşan bir hapishanede mahkumlar kendileri için hazırlanan ziyafet sofrasını sırayla ama kısa sürelerle paylaşmaktadırlar. Mahkumların bulundukları kat belli periyotlarla değişmekte böylece herkes bazen daha aşağı bazen daha yukarı katlarda ziyafet sofrasıyla üst katlarda olanlar dolu sofrayla karşılaştıkları için şanslıdırlar ama sofra aşağıya doğru gittikçe yiyebileceğiniz yemek miktarı azalmaktadır. Mahkumların özellikle de üst kattaki mahkumların karşılaştığı ahlaki soru sofradan ne kadar yemek yiyecekleridir. Yemek yerken, aşağıdakileri düşünerek ölmeyecek kadar mı yemelidirler yoksa bir gün aşağı katlara düştüklerinde yiyecek bir şey bulamama ihtimalini gözeterek, mümkün olduğunca çok mu yemelidirler? Filmin bize sunduğu yakıcı gerçek insanın genellikle başkasına olan güvensizlikle birlikte o an için en fazla faydayı sağlamaya meyilli olduğudur. Çifte standart açısından ise gördüğümüz husus, aşağı kattayken yukarıdakilerden kendilerini düşünmesini isteyen mahkumların, gün gelip üst katlara çıktıklarında aşağıdakileri hiç düşünmedikleri ve bunun içinde türlü gerekçeler bulduklarıdır. Üst kata gelenler neden üst katta olduklarını bilmedikleri halde ve yine bilmedikleri bir sebeple yerlerinin değişeceği kesin olmasına rağmen, o an için bulundukları konumu hak kabul etmektedirler.

Gündelik yaşam bu çifte standardın trajikomik örnekleriyle doludur. Hasbelkader bir apartmanın orta katlarında ev sahibi veya kiracı olarak oturmaya başlayan kişi balkonda halı silkerken aşağı kattakilerin bundan ne kadar rahatsız olabileceğini önemsemezken üst kattan gelen çocuk sesleri için pekala kavga çıkarabilir. Bu komşumuzun komşuluk ilişkilerine dair hiçbir ilkesi yoktur. Halısını silkmesi gerektiğini düşünüyordur ve alt kattaki komşusu onun bu ihtiyacı karşısında sabırlı olmak zorundadır. Çünkü kader onu bu komşumuzun alt katına yerleştirmiştir. Ama üst katındaki çocuklar onu rahatsız etmemelidir. Çünkü onun alt katta da olsa huzurlu bir şekilde evinde yaşama hakkı vardır. Keza çalıştığı şirkette maruz kaldığı mobingten sürekli şikayet eden beyaz yakalı, gittiği restoranda kendisine hizmet eden garsona veya ev işlerini gören gündelikçiye kök söktürmekte hiçbir çelişki görmez. Kendisine garsona veya gündelikçiye neden bu kadar kötü davrandığı sorulsa belki de herkesin işini mükemmel yapması gerektiğini işverenin ya da hizmet alanın taleplerini tartışmaya açık olmadığını söyleyecektir. Hatta belki bunun hayatın kuralı olduğunu kendisinin de öyle bir muameleye maruz kaldığını anlatacaktır. Ama iş kendi işyerindeki yakınmalarına gelince alttakiler için bir gerekçe olarak sunduğu konu her nedense bu durumda geçerliliğini yitirir ve insanlıktan, adaletten bahis açılır. Dolayısıyla bu çifte standart kişinin mensubu olduğu muhtelif kimliklerin içine düştüğü her türlü eşitsiz durumda tekrarlanır. Kendi milleti için istediğini başka millet için gereksiz görür. Kendi dinine hak saydığını başka dine yasak görür. Kendi tuttuğu takım aleyhine verilen kararı yanlış bulurken aynı koşullarda lehine verilen karar için hakemi alkışlayabilir.

Çok büyük zulümler söz konusu olduğunda çifte standardı tespit etmek ve eleştirmek nispeten daha kolay olabilir. Ama çifte standart yaşamın her anına eşitsiz koşullar çerçevesinde nüfuz etmiş büyük bir meseledir. Ve tekil olaylardan bağımsız genel bir perspektif sorunudur. Ne yazık ki genel bir perspektif sorunu olması sebebiyle çifte standardı sadece bazı meselelerde ciddiye alıp ortadan kaldırmaya çalışmak büyük bir hata olacaktır. Üstelik stratejik olarak da parçalı bir çifte standart söylemi sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Bir konuda bir başkasını çifte standartla suçlayan kişi bu eleştirisinin hem haklı hem de etkili olabilmesi için kendisinin de çifte standarttan uzak olması gerekir. Dolayısıyla dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir zulmü gündeme getirirken başkalarını çifte standartla suçlayan kişi öncelikle kendisinin mesela bütün zulümlere aynı ciddiyetle yaklaşıp yaklaşmadığının hesabını en azından kendisine vermek zorundadır.  Katmerli çifte standart diyebileceğimiz günümüzün ironisi tam da burada yatmaktadır. Çifte standart eleştirisi yapanların pek çoğu esasında kendileri de çifte standart uygulamaktadır. Dahası gündelik hayatın tam bir çifte standart cenneti olduğu bir durumda seçmece eleştirilerimizin tutarlılıktan yoksun olduğu o kadar açıktır ki pek çoğumuz içten içe eleştirilerimizi en iyi ihtimalde utanarak aymazlıkla dile getiririz.

Çifte standart hep başkasına bir eleştiri olarak gündeme getirilir. Ama görünen o ki bu eleştirinin anlamlı bir etki yaratabilmesi için kendisinin de çifte standarttan muzdarip olmaması gerekir. Yazıya Victor Hugo’nun “Gerçek suçlu günahı işleyen değil, karanlığı getirendir” sözüyle başlamıştık. Elbette bu sözü çok farklı şekillerde yorumlamak mümkün. Fakat yaptığımız tartışma bakımından bize söyleyeceği iki şey var:

Birincisi: Somut bir olayda kötülüğü yapan pek az kişidir. O kötülüğü mümkün kılan ise sesini çıkarmayan kalabalıklardır. Kalabalıkların sesini çıkarmamasının en büyük nedenlerinden biri insanların ses çıkarma ya da tepki verme kriterlerinde çifte standart olmasıdır.

İkincisi: Çifte standart kalabalıkların da günahıdır. Kalabalıklar kolpadan yaşadıkları hayatta sürekli canlı tuttukları eşitsizlik hali ve çifte standartla sayıca az ve toplamda esasında çok da güçlü olmayan kötülerin rahatça hareket etmesine imkan sağlamaktadır. Çifte standarttan vazgeçmedikçe, eşitsizlik meşruiyetten kurtarılmadıkça kalabalıklar zulme karşı çıkardıkları cılız seslerle ezilmeye devam edeceklerdir. O yüzden öteki tasavvurunu yeniden gözden geçirip her ezilenle kardeşlik kurup Doğu Türkistanda Uygur Türk’ünün, Mısırda Kıpti Hıristiyanın, sinagog saldırısında Yahudinin, İsrail’e karşı Filistin’in sadece sözle değil aynı zamanda eylemlerimizle yanında olmak gerekir.