1- Bu yazımızda bölge adliye mahkemesinin verdiği bozma kararının bozulmasına dair Yargıtay 7. Ceza Dairesi’nin 06.12.2023 tarihli, 2023/15121 E. ve 2023/10940 K. sayılı kararı incelenecektir.

Yargıtay 7. Ceza Dairesi’nin 06.12.2023 tarihli, 2023/15121 E. ve 2023/10940 K. sayılı kararında; “… 5271 sayılı CMK m.280/1-e uyarınca Bölge Adliye Mahkemelerinin duruşma açmaksızın hükmün bozulmasına karar verebileceği hallerin sınırlı olarak sayıldığı, dosya içeriğine göre, Bakırköy 2. Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesi’nin, 19.11.2019 tarihli ve 2019/443 E. ve 2019/690 K. sayılı kararı ile verilen beraat hükmüne yönelik yapılan istinaf incelemesi neticesinde, İstanbul BAM 31. Ceza Dairesi’nin 22.09.2021 tarihli, ve 2020/4481 E. ve 2021/3549 K. sayılı kararı ile duruşma açılmaksızın ilk derece mahkemesince verilen kararın bozulmasına karar verildiği, anılan karar sonrasında yapılan yargılama uyarınca, Bakırköy 2. Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesi’nin 29.12.2021 tarihli ve 2021/491 E., 2021/589 K. sayılı kararı ile sanık hakkında tekrar beraat kararı verildiği ve bu kararın da İstanbul BAM 31. Ceza Dairesi’nin, 12.05.2022 tarihli ve 2022/1024 E., 2022/2906 K. sayılı kararı ile bozulmasına karar verildiği, bu karara yönelik temyiz talebinin ise İstanbul BAM 31. Ceza Dairesi’nin, 13.06.2022 tarihli, ve 2022/1024 E., 2022/2906 K. sayılı ek kararı ile reddine karar verildiği anlaşılmakla; 22.09.2021 tarihli karardan sonra ilk derece mahkemesince yeniden verilen karara hukuken geçerlilik tanınması mümkün görülmediğinden, Bakırköy 2. Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesi’nin, 29.12.2021 tarihli ve 2021/491 Esas, 2021/589 Karar sayılı kararının, bu karara yönelik İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 31. Ceza Dairesi’nin, 12.05.2022 tarihli ve 2022/1024 Esas, 2022/2906 Karar kararı ile bu kararın temyizi üzerine verilen İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 31. Ceza Dairesi’nin, 13.06.2022 tarihli ve 2022/1024 Esas, 2022/2906 Karar sayılı ek kararın değerlendirme dışı bırakılarak, temyizen incelenmesi gereken kararın, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 31. Ceza Dairesi’nin, 22.09.2021 tarihli ve 2020/4481 Esas, 2021/3549 Karar sayılı kararı olması gerektiği gözetilerek yapılan incelemede İlk Derece Mahkemesi kararının istinaf edilmesi üzerine Bölge Adliye Mahkemesince yeniden hüküm kurulması gerektiği gözetilmeden bozma kararı verilmesi hukuka aykırı bulunmuştur.” gerekçesiyle bozma kararı verilmiştir.

Karara konu yargılamada özetle; İlk Derece Mahkemesi tarafından sanık hakkında beraat kararı verildiği, bu karara karşı sanık aleyhine istinaf kanun yoluna gidildiği, istinaf incelemesini yapan Bölge Adliye Mahkemesi tarafından beraat kararının bozulduğu, dosyanın İlk Derece Mahkemesine gönderildiği, bunun üzerine sanık hakkında İlk Derece Mahkemesi tarafından tekrar beraat kararı verildiği, işbu karar üzerine Bölge Adliye Mahkemesi Ceza Dairesinin tekrar bozma kararı verdiği, bozma kararı üzerine kararın temyiz edildiği, temyiz talebinin kararı veren İstinaf Mahkemesi tarafından 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu m.296/1 uyarınca reddedildiği, ret kararına karşı CMK m.296/2 gereğince temyiz yoluna başvurulduğu, dosya ve kararın Yargıtay 7. Ceza Dairesi tarafından incelendiği görülmektedir.

Her ne kadar incelemeye konu kararda; CMK m.280/1-e uyarınca duruşma açılmaksızın Bölge Adliye Mahkemesi tarafından bozma kararı verilebilecek haller sınırlı olduğundan bahisle bozma kararı verildiği hususu, Yargıtay 7. Ceza Dairesi’nin 06.12.2023 tarihli, 2023/15121 E. ve 2023/10940 K. sayılı kararına yansımış olsa da, ilk derece mahkemesinin kararları açık kaynağa yansımadığından ve Yargıtay kararında da bu hususa ilişkin bir değerlendirme yapılmadığından, bu yazımızda CMK m.280/1-e yönünden bir değerlendirmeye gidilmemiştir. Ancak yargılamanın içeriğinden bağımsız olarak, CMK m.286’da temyizi kabil kararların açık şekilde sayıldığı ve işbu karara konu Bölge Adliye Mahkemesi kararının esasen temyizi kabil olmadığı tartışmasızdır.

Kanaatimizce, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından en azından ikinci beraat kararından sonra duruşma açılmak suretiyle yeniden hüküm kurulması gerekmektedir. Ancak bölge adliye mahkemelerinin iş yoğunluğu gerekçesiyle veya başka bir sebeple bu yolu umumiyetle tercih etmediği ve bozma kararları verdiği görülmektedir.

Yeri gelmişken; Türk Hukuku’nda 20.07.2016 tarihinden itibaren istinaf kanun yolu fiilen uygulanmaya başlamış, bu tarihten itibaren ilk derece mahkemeleri tarafından verilen ve kesin olmayan nihai kararlara karşı öncelikle istinaf kanun yolu öngörülmüştür. İstinaf kanun yoluyla amaçlanan, çift dereceli yargılama sisteminin getirilmesidir. İstinaf kanun yolu; dosyanın sadece hukukilik denetimi ile sınırlı olmayıp, aynı zamanda maddi vaka yönünden de incelenmesini kapsamaktadır. İş yoğunluğunu artıracak dahi olsa Kanunun getiriliş amacına uygun olarak, somut olaya benzer durumlarda duruşma açılmak suretiyle hüküm tesis edilmesi gerektiğini, aksi halde istinaf kanun yolunun işlevsiz hale geleceğini düşünmekteyiz.

Yargıtay 7. Ceza Dairesi’nin yukarıda değindiğimiz kararına dönecek olursak; CMK m.280/1-e uyarınca istinaf mahkemesinin duruşma açmaksızın vermiş olduğu bozma kararının temyizi kabil değilken, bu hususun da açıkça CMK m.286/1’e aykırı olduğu gözardı edilerek, İstinaf Mahkemesinin vermiş olduğu bozma kararının Yargıtay tarafından bozulmasının yasal karşılığının olmadığını belirtmek isteriz.

Daha da ilginç olan; Yargıtay 7. Ceza Dairesi’nin bölge adliye mahkemesinin temyize konu edilen 12.05.2022 tarihli ve 2022/1024 E., 2022/2906 K. sayılı kararı hakkında herhangi bir karar vermemesi, temyize konu edilmemiş bulunan 22.09.2021 tarihli ve 2020/4481 E. ve 2021/3549 K. sayılı kararı bozması hususudur. Bozma kararında buna gerekçe olarak, Bölge Adliye Mahkemesinin ilk bozma kararından sonra İlk Derece Mahkemesince verilen karara ve bu karara dair Bölge Adliye Mahkemesinin ikinci bozma kararına hukuken geçerlik tanınamayacağı gösterilmiştir. Esasen incelenen karar bu yönü ile ilk değildir. Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 10/03/2021 tarih, 2020/3670 Esas ve 2021/3758 Karar sayılı ilamında da; “CMK 280/1-e maddesinde Bölge Adliye Mahkemelerinin duruşma açmaksızın hükmün bozulmasına karar verebileceği hallerin sınırlı olarak sayıldığı, sözkonusu dosya içeriğinde, İlk Derece Mahkemesi kararının İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 1. Ceza Dairesi’nin 22.12.2017 gün ve 2017/1092 Esas 2017/1072 Karar sayılı kararı ile duruşma açılmaksızın sanıklar aleyhine suç vasfı yönünden bozulmasına karar verildiği, oysa bu hususun sınırlı olarak sayılan bozma nedenleri arasında gösterilmediği, Bölge Adliye Mahkemesi Ceza Dairesinin duruşma açarak karar vermek yerine bozma kararı vermesinin ve bu bozmaya dayanarak İlk Derece Mahkemesinin yeniden hüküm kurmasının yasal dayanağı bulunmadığından gerek anılan bozma kararının ve gerekse İlk Derece Mahkemesince ikinci kez verilen kararın yok hükmünde sayılması gerektiği,” denilerek, hatalı bozma kararı üzerine verilen İlk Derece Mahkemesinin kararı ile bu karara dair İstinaf Mahkemesi kararının “yok hükmünde” olduğu belirtilmiştir.

Her ne kadar bölge adliye mahkemelerinin CMK m.280’de sınırlı olarak sayılan haller dışında bozma kararı veremeyeceği düşüncesinde olsak da, yasal karşılığı olmaması sebebiyle istinaf bozma kararlarının da kesin ve temyiz edilemez olduğunu ifade etmeliyiz. İncelenen Yargıtay kararında; İstinaf Mahkemesinin burada bozma kararı veremeyeceği söylenmekle birlikte, Yargıtay tarafından verilen İstinaf Mahkemesinin bozma kararının hukuki geçerliliğinin olmadığından bahisle bozulmasına karar verilmesi de usule uygun değildir. CMK m.286/1’de; “Bölge adliye mahkemesi ceza dairelerinin bozma dışında kalan hükümleri temyiz edilebilir.” hükmünün bulunduğu, düzenleme uyarınca istinaf mahkemelerinin bozma hükmüne karşı temyiz kanun yolunun kapalı olduğu, esasında somut olayda CMK m.298/1 uyarınca temyiz isteminin reddinin gerektiği nettir.

Somut olayda görülen odur ki; bölge adliye mahkemeleri iş yoğunluğu veya başka sebeplerle CMK m.280’e aykırı olarak bozma kararları vermekte, bozma kararlarının temyiz edilemez olması nedeniyle bu hukuka açık aykırılık Yargıtay tarafından denetlenememekte ve incelemeye konu kararda olduğu gibi zorlama kararlar ortaya çıkmaktadır. Bu sakıncaların giderilebilmesi için bölge adliye mahkemelerinin iş yoğunluğunun önüne geçilmesi, daire ve hakim sayılarının artırılması, bu mümkün olmuyorsa yasal düzenleme ile bölge adliye mahkemelerine bu durumlarda da bozma kararı verebilme imkanının tanınması gerekir.

2- Yargıtay kararı üzerinden yargı kararlarında yeknesaklığın, içtihat birliğinin, uyumluluğun ve usul bakımından kanunlar çerçevesinde kalmanın ne derece önemli olduğuna değinecek olursak;

Bölge Adliye Mahkemesinin ikinci bozma kararının temyiz incelemesinde; temyize konu olmayan ilk bozma kararının incelenmesi suretiyle bozmaya konu edilmesi, fakat ikinci bozma kararına değinilmemesi ayrı bir tartışma konusu yapılabilir. Belirtmeliyiz ki; BAM ceza dairelerinin bozma kararlarına karşı direnme yasağı olduğu gibi, doğrudan temyiz yoluna da gidilemez. Yargıtay; BAM ceza dairelerinin bazı kararlarının, bozma görünümlü olsa da, şeklen bozma görünümüne sahip esasa ilişkin olduğundan bahisle, farklı hukuki nitelendirmeler yapmak suretiyle bu kararlara karşı temyiz yolunun önünü açmaya çalışabilir. Elbette; yasal karşılığı olmayan bu tür Yargıtay kararlarında iyiniyet bulunsa da, Yargıtay’ın kendisini temyiz mercii olmaktan öteye geçirip yasa koyucunun yerine koyması hatalıdır. Sonuçta; BAM ceza daireleri bozma kararları vermekte ve bunda bir hata varsa, her ne kadar ilk aşamada bozma kararlarına karşı direnme yasağı olduğundan bunları BAM ceza daireleri başkanlar kurulunun önüne götürmek mümkün değilse de, sonuçta bozulup geldikten sonra ilk derece mahkemesinin bozmanın yerine getirilebilir olan gereğini yaptıktan sonra aynı kararı vermesi mümkündür ki, zaten bunun adına “bozmadan sonra serbestlik” ilkesi denir ve bu ilke yargı bağımsızlığı ile de uyumludur.

Görüleceği üzere, sürecin Anayasa m.138/1 uyarınca Anayasa ve kanunlarla bağlı olan temyiz mercii Yargıtay tarafından da 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun ilgili hükümleri çerçevesinde ve onlara uygun sonuçlandırılması gerekirken, yasal yetersizlik, boşluk veya açmaz olduğundan bahisle kendilerini yetkili olmadıkları alana taşımak suretiyle yetkili gördükleri ve BAM ceza dairlerinin bazı bozma kararlı üzerinde “yokluk” veya “hukuki değer tanınmaması” gibi gerekçeleri gösterip, bozma kararları verebildikleri görülmektedir. Son zamanlarda artış gösteren “yok sayma” veya “hukuki değer tanımama” gibi kavramların yargı camiasına yerleşmemesi ve bir alışkanlık haline dönüştürülmemesi gerekir. Zaten usule uygun kanun yolları sayesinde maddi vaka ve/veya hukuki denetimi yapılması mümkündür. Yasa boşluğu veya eksikliği veya hatası varsa, bunun da giderilmesinin yolu kanun koyucudan geçmektedir. Bunun yerine, durumdan vazife çıkarmak suretiyle izlenecek yetki aşımı yöntemleri sonuçta fonksiyon gaspına yol açabilir ve bu defa inceleyen üst makamın kararları bakımından “yok sayma” veya “hukuki değer tanımama” riskleri ortaya çıkabilir.

Burada elbette bazı kararlar ve uygulamalar bakımından kanun mu, yoksa hukuk mu tartışması yapılarak, ulvi bir konu olan kanun devleti ve hukuk devleti tartışmasının önü de açılabilir. Bizce yazılı hukukta temel politika; kanunların toplam sayısı 27 olan hukukun evrensel ilke ve esasları çerçevesinde düzenlenmesi, fakat düzenleme ile yetinmeden, bundan da önemlisi olan uygulamada tatbik edilmesidir, yani sadece iyi bir düzenleme onun yeknesak bir şekilde, doğru, dürüst ve iyi uygulandığı anlamına gelmez. Bu bakımdan, ceza yargılamasında da bazen ilk derece yargılamalarında ve kanun yollarında deyim yerinde ise kanun koyucunun yerine soyunulabildiği, bu yolla yasal eksikliklerin giderilip, hukukun öne alındığı ileri sürülebilir, ancak bunun tersi de iddia edilebilir, yani kanunun hukuka uygun olduğu, fakat uygulamanın kötü işlediği savunulabilir. “Kuvvetler ayrılığı” ilkesi açısından önemli olan, erklerin birbirlerinin yetki alanlarına müdahale etmemeleridir ki, düzgün bir sistem böyle işler. Her ne kadar iyiniyetli olarak kanundan ziyade hukukun öne çıkarıldığı ve bu nedenle yasal karşılığı olmayan müdahalelerde bulunulduğu ve kararlar verildiği söylense de, bu yolla “suçta ve cezada kanunilik” ilkesinin dışına çıkılması ve hatta “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlıklı Anayasa m.13’ün koruyucu kimliğinin genişletilmesi mümkündür.

Nimet külfet dengesine baktığımızda hangisi tercih edilmelidir? “Hukuk devleti” ilkesinden hareketle kanuncu anlayışa karşı bir duruş mu, yoksa kanuncu anlayışın kişilere tanıdığı güvence zırhının delinmesinin önüne geçilmesi mi? Bizce doğru olan kanundan sapılmamasıdır. Çok doğru bir söz vardır, “yok kanun yap kanun” anlayışı yanlıştır. Kanunlar hazırlanıp çıkarılırken de hukukun evrensel ilke ve esasları ışığında hareket eden bir kanun koyucunun varlığını gerekli kılar. Görüleceği üzere; bu bir sistemdir, ya sistemi tam olarak işletirsiniz ya da bozulmasını görmezden gelerek, bazen lehe ve bazen de aleyhe, fakat eşitsiz ve öngörülemez uygulamaların gündeme gelmesine sebebiyet verirsiniz, karar sizin, hangisini tercih edersiniz?

Prof. Dr. Ersan Şen

Av. Taner Akıncı

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)