I. Giriş
Cumhuriyet savcısının asliye ceza mahkemelerindeki duruşmalara katılmaması esasen güncelliğini yitirmiş bir konudur. 2011 yılında kabul edilen bir düzenlemeyle başlatılan bu uygulamaya 2020 yılında son verilmiştir. Anayasa Mahkemesi (AYM) iki ayrı kararı ile sözkonusu uygulamayı Anayasaya uygun bulmuşken, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) 20.03.2024 tarihli İmret/Türkiye kararında (B. No: 69539/12) oy birliği ile bu durumun adil/dürüst yargılanma hakkının gereklerine aykırı olduğu sonucuna ulaşmıştır. Bu kısa yazımızda İHAM’ın konuya ilişkin içtihadını ve İmret/Türkiye kararında yaptığı değerlendirmeleri ele alacağız.
II. İlgili Yasal Düzenlemeler
Asliye ceza mahkemelerindeki duruşmalara Cumhuriyet savcısının katılmaması kuralı ilk kez 31.03.2011 tarihli ve 6217 sayılı Yargı Hizmetlerinin Hızlandırılması Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile kabul edilmiştir. Bu Kanun aracılığıyla, 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’a eklenen geçici 3. maddeyle “1/1/2014 tarihine kadar, asliye ceza mahkemelerinde yapılan duruşmalarda Cumhuriyet savcısı bulunmaz ve katılma hususunda Cumhuriyet savcısının görüşü alınmaz.” kuralı kabul edilmiştir[1].
6217 sayılı Kanunun genel gerekçesine bakıldığında; devlet hizmetlerinin ve adaletin hızlandırılması, süratli, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesinin sağlanması, mahkemelerin iş yükünün azaltılması, yargılama faaliyetinde zaman ve emek kaybının önlenmesi amaçlarının izlendiği görülmektedir. Savcılar özelinde yapılan düzenlemeyle, Cumhuriyet savcılarının soruşturma işlemlerini daha etkin ve süratli bir şekilde yerine getirmelerinin amaçlandığı ifade edilmiştir. O dönemki savcı sayısının yetersizliği, sözkonusu düzenlemenin esas varlık sebebini oluşturmuştur.
İlk aşamada üç yıllık bir zaman dilimini kapsaması düşünülen bu uygulama 02.12.2014 tarihinde kabul edilen 6572 sayılı Kanun ile 31.12.2019 tarihine kadar uzatılmıştır. 2019 yılı Yargı Reformu Strateji Belgesinde, asliye ceza mahkemelerindeki duruşma savcılığı uygulamasına yeniden geçileceği belirtilmiş, 24.12.2019 tarihli ve 7201 sayılı Kanunla son kez süre uzatımına gidilerek 01.09.2020 tarihine kadar bu uygulamanın sürdürülmesi kararlaştırılmıştır. Duruşma savcıları bu tarihten itibaren asliye ceza mahkemelerindeki duruşmalara girmeye başlamıştır.
III. Anayasa Mahkemesi’nin Norm Denetimi Kararları
AYM 2012 (Kanun ilk çıktığında yapılan inceleme) ve 2015 (Kanun hükmü bir başka Kanunla uzatıldığında aynı konuda yapılan ikinci inceleme, fakat Kanun farklı) yıllarında verdiği iki kararla Cumhuriyet savcısının asliye ceza mahkemelerindeki duruşmalara katılmayacağı kuralını Anayasaya uygun bulmuştur[2]. Anayasaya aykırılık iddiasında; Cumhuriyet savcısının duruşmalara katılmamasının “çelişmeli yargılama” ilkesine aykırı olacağı, ayrıca Cumhuriyet savcısının bulunmadığı bir yargılamada delil toplanmasına karar verecek bir makamın bulunmayacağı, bu durumda tarafsız olması gereken hakimin delil toplamak zorunda kalacağı ifade edilmiştir. AYM aşağıdaki gerekçelerle itiraz konusu kuralın Anayasaya aykırı olmadığı sonucuna ulaşmıştır:
“İddia makamı olarak Cumhuriyet savcısı, ceza muhakemesinin gayesini gerçekleştirmek için sanığın lehine ve aleyhine deliller toplayan, ileri süren, kamu adına taleplerde bulunan ceza muhakemesi süjesidir. İddia makamının bu görevini yerine getirmesi için duruşmalara katılması zorunlu değildir. Bu görev, maddi gerçeğin araştırılmasını amaç edinen bir soruşturma yapılması, böyle bir soruşturmadan elde edilen sanığın lehindeki ve aleyhindeki bütün delillerin hakim veya mahkemeye sunulması, bu delillerin tartışılmasının sağlanması ve kararlara karşı kanun yollarına gidilmesi suretiyle de yerine getirilebilir”.
“Ceza muhakemesinde mahkeme, dava açıldıktan sonra pasif konumda olmayıp, hüküm vermek için yeterli kanaate ulaşıncaya kadar maddi gerçeği araştırmaya devam etmek zorundadır. Maddi gerçeği resen araştırma ilkesi uyarınca mahkemeler, Cumhuriyet savcısının ortaya koyduğu delillerle bağlı olmadıkları gibi hüküm için gerekli tüm araştırmaları kendiliğinden yapmak ve tarafların haklarını korumakla yükümlüdürler. Bu nedenle, Cumhuriyet savcısının duruşmada bulunmaması ve katılma hususunda görüşünün alınmaması, adil yargılanma ilkesi ile mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkelerine aykırılık oluşturmamaktadır[3]”.
IV. İHAM içtihadı ve İmret/Türkiye Kararı
AYM’nin, 2012 ve 2015 yıllarında verdiği kararlarda İHAM içtihadına atıf yapmadığı görülmektedir. Oysa İHAM 18.05.2010 tarihli Ozerov/Rusya kararında, savcıların duruşmalara katılmaması meselesini mahkemelerin tarafsızlığı bakımından ele almış ve önemli tespitlerde bulunmuştur[4].
Bu karara konu olayda; ilk derece mahkemesi, iddianameyi duruşmada okumuş, suçsuz olduğunu beyan eden sanığı, ayrıca mağdurları ve diğer tanıkları dinlemiştir. Mahkeme, bunlara ek olarak, iddianamede adı geçmeyen bir tanığı re’sen çağırıp dinlemiş ve bu kişinin sanık hakkındaki suçlayıcı ifadelerini hükme esas almıştır. Nihayet mahkeme, iddianamede bulunan diğer delilleri incelemiş ve bunlardan bazılarını hukuka aykırı yollarla elde edildiği gerekçesiyle reddetmiştir. İHAM’a göre; ilk derece mahkemesi -Hükümetin savunmasında belirtilenin aksine- iddianamede yer alan delilleri incelemekle yetinmemiş, yeni delil elde etmek ve mevcut delillerin bir kısmını elemek suretiyle başvurucunun mahkumiyetine esas alınan delillerde değişiklik yapmıştır. Üstelik savcılık makamı bu değişiklikler hakkında herhangi bir değerlendirme yapma imkanına sahip olmamıştır. İHAM’a göre; ilk derece mahkemesi bu şartlarda hakim ve savcı rollerini karıştırarak objektif tarafsızlığı hakkında haklı kuşkulara yol açmıştır (§ 53-55).
Yeri gelmişken Türk Hukuku bakımından şu hususu belirtmek gerekir:
Hakimin sübjektif, içsel tarafsızlığı kadar, objektif, yani dışsal tarafsızlığı da çok mühimdir. Bu tarafsızlığı kaybettiği ve deyim yerinde ise savcının görevine soyunduğu anda, davanın tarafında hakimin yansızlığına ilişkin ciddi bir kuşku uyanır. Nitekim bu sorun Türk Hukuku’nda Cumhuriyet savcılarının iddia makamı sıfatıyla iştirak ettiği duruşmalarda da fazlasıyla yaşanmaktadır. 1412 sayılı mülga Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 237. maddesinin 3. fıkrasında öngörülen mahkemeye ve hakime tanınmış re’sen delil toplama yetkisi, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda hakimin yansızlığının korunması ve soruşturmaların en iyi şekilde yapılması amacıyla yer almamış, konuyu düzenleyen CMK m.206 ve m.207’de mahkemenin ve hakimin re’sen delil toplama yetkisine yer verilmemiştir. Ancak mahkemenin ve hakimin, tarafların usule uygun bildirdiği delilleri toplama yetkisi devam etmektedir, hatta taraflar anlaşsa bile mahkemenin ve hakimin müsaadesi olmadan delilden vazgeçilmesi mümkün olmaz, bu durumda da mahkeme ve hakim CMK m.206’da gösterilen prosedüre uygun olarak delilin ortaya koyulmasını sağlayabilir. Ancak mahkemenin ve hakimin re’sen delil toplama yetkisi olmamasına rağmen, uygulamada mahkemenin ve hakimin taraf yerine geçtiği, delil topladığı, Cumhuriyet savcısı, katılan yerine hareket ettiği görülmektedir. Belki bu imkan, suçsuzluk/masumiyet karinesi altında yargılanan sanığın suçsuzluğunu gösteren, fakat dosyaya sunulmayan bir delil bakımından dürüst/adil yargılanma hakkının korunması adına mahkemeye ve hakime tanınmış sayılabilir, fakat bu istisnayı artırmamak ve abartmamak gerekir, aksi halde mahkemenin ve hakimin objektif yansızlığını yitirme ihtimali ortaya çıkar.
İHAM, Ozerov/Rusya kararında benimsediği yaklaşımı benzer konulu başka kararlarında da uygulamıştır. İHAM, bu kararlarında, bir suç isnadının esası hakkında karar verilmesi amacıyla görülen bir duruşmada iddia makamının bulunmasının mahkemenin tarafsızlığının sağlanması bakımından gerekli olduğunu, tarafsızlık koşulunun isnat edilen suç için öngörülen cezanın niteliği ve miktarına göre esnetilemeyeceğini, savcının rol almadığı bir yargılamada “çelişmeli yargılama” ilkesinin sanığa sağladığı güvencelerin korunamayacağını ifade etmiştir[5]. Adil/dürüst yargılanma hakkının ihlali tespitiyle sonuçlanan bu başvuruların ortak yönü, savcıların hiçbir duruşmaya katılmamış olmaları ve mahkemenin veya hakimin iddia makamının rolünü de üstlenecek şekilde hareket etmiş olmalarıdır. Bu koşulların bir araya gelmediği durumlarda, yani savcının bazı duruşmalara katılmaması ve bu duruşmalarda mahkemenin savcılık tarafından yerine getirilebilecek görevleri üstlenmemesi durumunda mahkemenin objektif tarafsızlığına gölge düşmediği kabul edilmektedir[6].
İHAM’ın 20.02.2024 tarihli İmret/Türkiye kararında incelenen başvuru yukarıda aktarılan Ozerov/Rusya başvurusu ile büyük benzerlik taşımaktadır. Bu vakada başvurucu, Batman Asliye Ceza Mahkemesi’nde yapılan bir yargılama sonucunda elektrik sayacının mührünü bozma suçundan (TCK m.203) adli para cezasına mahkum edilmiştir. Başvurucu, duruşmaların Cumhuriyet savcısının yokluğunda gerçekleşmesi nedeniyle yargılamanın adil/dürüst olmadığını ileri sürmektedir.
İHAM yaptığı incelemede; hakimin duruşmalarda iddianameyi okuduğunu, sanığın savunmasını aldığını ve savcılık tarafından sunulan delilleri incelediğini ancak bununla yetinmeyerek resen delil topladığını ve mahkumiyet kararında bu delillere dayandığını tespit etmiştir. Gerçekten, hakim, ilk duruşmadan önce olay yerinde inceleme yapılmasına karar vermiş, inceleme sırasında başvurucunun kaçak elektrik kullandığı yönünde tutanak tutan bir görevlinin beyanını almıştır. Başka bir suçtan tutuklu bulunan başvurucuya keşif hakkında bilgi verilmemiştir. Buna ek olarak; keşifte hazır bulunan bir uzman, başvurucunun sayacını incelemiş, birtakım notlar almış ve bunlara dayanarak içinde başvurucuyu suçlayan ifadeler bulunan bir bilirkişi raporu mahkemeye sunmuştur. Yargılamanın sonraki aşamalarında davaya dahil olan başvurucu müdafi, bilirkişinin duruşmada dinlenmesini talep etmişse de bu talep yargılamanın sonucuna etki etmeyeceği gerekçesiyle karşılanmamıştır. Bütün bu hususları dikkate alan İHAM; Hükümetin savunmasının aksine, hakimin, delillerin doğruluğunu teyit etmekten öteye giderek başvurucu aleyhine delil elde ettiğini ve bunların mahkumiyet kararına dayanak oluşturduğunu belirtmiştir. İHAM kararında, bilirkişinin duruşmada dinlenilmesi talebinin reddedilmesine büyük önem verildiği görülmektedir. İHAM’a göre; bu unsurlar bir arada değerlendirildiğinde, ilk derece mahkemesinin savcı ve hakim rollerini karıştırdığı, hakimin savcı tarafından yerine getirilmesi gereken görevleri üstlendiği sonucu ortaya çıkmaktadır. İHAM; son olarak, Hükümetin, nispeten basit davalarda savcıların duruşmalara katılmayabileceği yönündeki tezine katılmadığını, adil/dürüst yargılama ilkesinden bu şekilde tasarruf edilemeyeceğini vurgulamıştır (§ 24-27).
V. Değerlendirme ve Sonuç
Cumhuriyet savcısının asliye ceza mahkemelerindeki duruşmalara katılmaması savcı sayısının yetersizliği nedeniyle uygulamaya koyulmuş bir tedbirdir. Bu uygulamanın 01.09.2020 tarihi itibariyle terk edilmesi olumlu bir gelişme olsa da 9 yıl süresince çok sayıda davanın iddia makamının yokluğunda görülmüş olması adil/dürüst yargılanma hakkı bakımından telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açmıştır.
Her ne kadar duruşma savcılarının etkin olmadığı, mahkemenin ve hakimin savcı yerine hareket ettiği söylense de, esasen bu durum bile mahkemenin ve hakimin yansızlığı açısından vahimdir ve elbette bu durum “çelişmeli yargılama” ilkesine de aykırıdır, yani uygulamada yapılan hataları ve deyim yerinde ise zaten savcı da duruşmada bir iş yapmıyor, hatta soruşturmayı yapan savcı duruşmaya çıkmıyor, duruşmaya çıkan savcı dosyayı bilmiyor, soruşturmayı ben yapmadım, iddianameyi ben hazırlamadım diyor, hatta birçok celsede savcı değişiyor, hakim varken savcıya ne gerek var, savcıların iş yüklerini alalım gibi tatbikat hatasını meşrulaştırma gayretine giren, itham sisteminin ve “çelişmeli yargılama” ilkesinin özüne aykırı olan, mahkemenin ve hakimin tarafsızlığını da deyim yerinde ise alıp bir kenara koyan bu fikre katılmak mümkün değildir. Belki tutuklama ve adli kontrol tedbirlerinin tatbikinde uygulanan, soruşturma aşamasında Cumhuriyet savcısının sevk yazısı yazıp tutuklama veya adli kontrol tedbirinin tatbiki talebinin görüleceği duruşmaya katılmadığı durumu kabullenmek mümkün olabilir, çünkü bir tedbirin tatbiki işin esasına ilişkin değildir. Sonuçta, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını kısıtlayan tedbirin uygulanıp uygulanmayacağına hakim karar vermekte, yargılama yapmamakta ve sadece Cumhuriyet savcısının talebini değerlendirmektedir. Gerçi uygulamada adli kontrol tedbirine sevklerin de duruşmalı inceleme yapılmaksızın değerlendirildiği ve bu konuda fiili bir durum oluşturulduğu görülmektedir. Yeri gelmişken belirtmeliyiz ki, bizce kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını kısıtlama kapasitesi içeren Cumhuriyet savcısının adli kontrol talebinin değerlendirilmesinde de şüpheliye sorgu hakkı tanınmalı ve hakim sadece Cumhuriyet savcısının sevk yazısı ile yetinmemelidir.
Yukarıda izah edildiği gibi İHAM’ın bu konudaki içtihadı nettir. İHAM 2010 yılında verdiği Ozerov/Rusya kararında, savcının bütün duruşmalardan muaf tutulmasını eleştirmiş ve bunun mahkemenin objektif tarafsızlığına gölge düşüreceğini ifade etmiştir. Buna rağmen, 2011 yılında kabul edilen 6217 sayılı Kanunla Cumhuriyet savcılarının asliye ceza mahkemelerindeki duruşmalara katılmayacağının öngörülmesi ve bu uygulamanın birkaç kez uzatılması İHAM içtihadının dikkate alınmadığını göstermektedir. Aynı sorun, AYM kararlarında da görülmektedir. Oybirliği ile alınan bu kararlarda İHAM içtihadına yer verilmediği gibi İHAM’ın özellikle üzerinde durduğu “objektif tarafsızlık” ilkesi hakkında etraflı değerlendirmeler de yapılmamıştır. AYM, savcıların duruşmaya katılıp katılmayacağı hususunun kanun koyucunun takdirinde olduğunu, savcı ihtiyacının karşılanması amacıyla alınan bu tedbirin adil yargılanma ilkesi ile “mahkemelerin bağımsızlığı” ve “hakimin tarafsızlığı” ilkelerine aykırılık oluşturmayacağını ifade etmekle yetinmiştir.
Diğer yandan; İHAM kararları olsun ya da olmasın, Cumhuriyet savcısının duruşmada bulunmamasının ceza muhakemesi sistemimiz ile uyuşmadığını, bu uygulamanın 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yer alan bazı düzenlemeleri işlevsiz kıldığını söylemek mümkündür[7]. Nitekim, sözkonusu uygulamanın bir sonucu olarak savcı; yargılama devam ederken yeni delil toplanmasını talep edememekte, davanın taraflarına, tanıklara, bilirkişilere ve duruşmaya çağrılmış diğer kişilere soru yöneltememekte, delillerin tartışılması safhasından sonra sanığın beraatını isteyememekte ve suçun niteliğinin değişmesi halinde savunmaya ek süre verilmeden önce görüş bildirememektedir[8]. Bu koşullarda gerçekleşen bir yargılamanın gerçek anlamda çelişmeli sayılması mümkün olmadığı gibi çağdaş hukuk sistemlerinde benimsenen işbirliği sistemiyle bağdaştığını söylemek de güçtür[9]. Gerçekten de yukarıda değinilen somut vakalarda görüldüğü üzere, savcının yokluğunda gerçekleşen yargılamalarda iddia ve yargılama makamlarının rolleri birleşebilmekte ve böylece itham sistemi yerine tahkik sistemini andıran bir muhakeme sistemine geçiş yapılmaktadır.
Son olarak; değinilmesi ve eleştirilmesi gereken önemli hususlardan birisi İHAM’ın oldukça geç bir aşamada devreye girmesidir. 2012 yılında yapılan İmret/Türkiye başvurusunun karara bağlanması tam 12 yıl sürmüştür. Başvuruya konu olan hukuki sorunun İHAM açısından yeni ve karmaşık olmadığı dikkate alındığında -başvurunun üç yargıçtan oluşan bir komite tarafından incelenmesi bunu teyit etmektedir- bu sürenin hiç de makul olmadığı söylenmelidir. İHAM’ın başvuruyu kısa bir süre içinde incelemesi, 2014 yılındaki süre uzatımını güçleştirebileceği gibi, AYM’nin 2015 yılında ilgili düzenlemeyi Anayasa’ya aykırı bularak iptal etmesine vesile olabilirdi. Ne yazık ki; bu koşullarda, İmret/Türkiye kararı ne İHAM içtihadına ve ne de ülkemizdeki adil/dürüst yargılama standartlarının gelişimine bir katkı sunabilmiştir. Karar, geçmişe dönük bir ihlal tespitinden öteye geçememiştir. Ancak, bu yazımızda yer verdiğimiz uygulamamıza dönük birkaç hususun okunmasının ve dikkate alınmasının faydalı olacağına inanmaktayız.
Prof. Dr. Ersan Şen
Dr. Erkan Duymaz
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)
-------------
[1] Maddenin devamında, “Ancak, verilen hükümler ile tutuklamaya veya salıverilmeye ilişkin kararlara karşı Cumhuriyet savcısının kanun yoluna başvurabilmesi amacıyla dosya Cumhuriyet başsavcılığına gönderilir.” hükmü yer almaktadır.
[2] AYM, E.2011/43, K.2012/10, 19/01/2012; AYM, E.2015/9, K.2015/94, 22/10/2015.
[3] AYM, E.2015/9, K.2015/94, 22/10/2015, § 11 ve 13.
[4] Ozerov/Rusya, B. No: 64962/01, 18/05/2010.
[5] Bkz. Krivoshapkin/Rusya, B. No: 42224/02, 27/01/2011, § 44; Karelin/Rusya, B. No: 926/08, 20/09/2016, § 75-77.
[6] Thorgeir Thorgeirson/İzlanda, B. No: 13778/88, 25/06/1992, § 52-54. Bu başvuruda; savcı, 12 duruşmanın 6’sına katılmamıştır. İHAM, bu duruşmalarda mahkemenin suç isnadının esasını incelemediği gibi savcı tarafından yerine getirilmesi gereken herhangi bir görevi üstlenmediğini tespit ederek adil/dürüst yargılanma hakkının ihlal edilmediğine karar vermiştir.
[7] Bkz., Erkut Güçlü Kahraman, “Cumhuriyet Savcısının Asliye Ceza Mahkemelerindeki Duruşmalara Katılmamasının Ceza Muhakemesi Sistematiği ve Adil Yargılanma Hakkı Açısından İncelenmesi", Ceza Hukuku Dergisi, Cilt: 11, Sayı: 30, Nisan 2016, s. 207-226.
[8] A.g.m., s. 214-215.
[9] Ceza muhakemesi sistemleri hakkında bkz. Nur Centel, Hamide Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta, 2022, s. 123-125.