Her gün yeni bir kavramla ya da düşünce akımıyla karşılaşıyoruz. Allanıp pullanarak karşımıza getirilen bir başka dünya var. Yeni kavramlar, yeni yönelişler, yeni düşünceler. İnsan ömrünü düşündüğümüzde, bunların arkasından koşup yetişme imkanımız yok gibi.
Bir insan olarak hele de bir akademisyen olarak dünyadaki gelişmeleri elbette takip etmek gereğini ve ihtiyacını hep duydum. Hele hele insan oğlundaki iyilik ve güzellik gibi duyguların ortak olduğunu, aslında bütün güzel şeylerin kim yaparsa yapsın, orijini kime ait olursa olsun insanlığın ortak mirası olduğunu anladıktan sonra.
Fakat karşımıza getirilen bu düşüncelerin bir kısmının sanki servis edildiği kanaatini de taşıyorum. Gerçekten iyi ile görünürde iyi arasındaki farkı anlamak için bir turnusol kağıdına ihtiyacımız var gibi.
Mevlana’dan okuduğum bir hikayeyi paylaşmak isterim sizlerle.
Batılı sanatkarlar ile Çin’den gelen bir sanatkar grubunu yarışa sokmuş kralın biri. On beş gün müsaade etmiş her ikisi gruba da. “Birer oda vermiş, gösterin demiş maharetlerinizi”. Batılı sanatkarlar, on beş gün boyunca bin bir renkle boyamışlar odalarını. Binlerce nakış işlemişler. Çinli sanatkarlar ise ellerinde bezler, cila kovaları, on beş gün boyunca duvarları silmiş ve cilalamışlar. Süre sonunda açılmış odanın kapıları, krala ve adamlarına. Bugünün terminolojisi ile jürisine. Kral ve adamları, batılı sanatkarların odasına girince çok beğenmişler. Bin bir renkten oluşan ve o güne kadar görmedikleri bir güzellikle karşılaşmışlar. Bundan daha güzel ne olabilir diye de merak etmişler. Ama elbette diğer yarışmacıların odasına da girilmelidir. Çinlilerin odasına geçilmiş. Perde aralanınca ışığın içeri girmesiyle ışıl ışıl olmuş oda, renk yansımaları oynaşmış duvarlarda. Kral ve adamlarının her hareketinde odada sahneler değişmiş. Bunun üzerine tabii olarak yarışmayı Çinliler kazanmış ve ödülü almışlar.
Bu kadar değişik düşüncelerle ve söylemlerle karşılaştığımız bu günlerde bu hikaye bana çok şey anlatıyor. Kendi dünyamıza dönmeyi, kavramlarımızı yeniden parlatmayı…
Sevgili dostlarım ve öğrencilerim.
İnanın, ben yeniden dostluğu, vefayı, dürüstlüğü, erdemi, cesareti, kemali, sırdaşlığı, karşılıksız sevmeyi, aşkı ve muhabbeti öğreniyorum, öğrenmeye çalışıyorum. Bir yönüyle kendi dünyama dönüyorum. İçimi cilalamaya, kendi kültürümün kavramlarını olgunlaştırmaya, tozunu almaya çalışıyorum.
Bize sürekli “kişisel gelişimi” anlatıp durdular da kimseler “kemalat”ı anlatmadı. Güzel ve etkili konuşmayı öğretmeye çalıştılar da, “az ve öz konuşun, doğru söyleyin” demediler bir türlü.
“Dost kazanmayı” “sanat” olarak gösterdiler, ama dost olmayı, dost kalabilmeyi, arkadaşının yerine celladın baltasına kafayı uzatabilmeyi anlatmadılar hiç.
İçimden geleni anlatıyorum işte sizlere. Kendi dünyamdan bir şeyleri yeniden gönül bahçelerinize ekmeye çalışıyorum. Bir sabah uyandığınızda, bir dost sesi duyduğunuzda şaşırmayın, bir telefon aldığınızda ya da bir sıcak çorbaya davet ettiğimde sizleri, ne oluyor demeyin. Belki bir çikolata bırakırım ellerinize. Tadı sadece ağzınızda kalmasın, ta yüreğinize insin diye. Bir kitap veririm bir gün size, bir yazı ya da bir şiir okurum, içimden ta sizin kalbinize dokunur. Neden mi? Sizin içinizde de var bu duygular da ondan. Benimkisi ufak bir cila belki.
Kırıcı laflar işittiğimde hala gülümsüyorsam, ah etmiyorsam inanın araladığım bu dünyadan kemalat kırıntıları. Karşımda gözlerimin içine bakarak beni kandıran tanıdığım. Biliyorum, yalan söylüyorsun ama ben bilerek inanıyorum sana. Kalbimi kıran dostum, sen de biliyorsun ki, ne zaman gelsen hep açık sana gönlüm.
Ben kendi dünyamın kapılarını aralıyorum yeniden. Ve sizleri de benimle birlikte içeri girmeye davet ediyorum.
Bu yazı mı?
O da size kırmızı mumla gönderdiğim davetiyem…