“Artık hukuka inanmıyorum, ama adalete inanıyorum.” (I don’t believe in law anymore, but I believe injustice.)
Damages (Amerikan TV Dizisi)
Bazı cümleler sonradan çevrildiği dillerde de ilk kurulduğu dildeki anlamsal ve duygusal tesirini kaybetmez. Büyük önemi olsa da sadece basitlik değildir bu cümlelerin tesirini muhafaza eden.
Anlatmak istediği şeyin insanlığın ortak değerlerine, temel meselelerine dair olması da bu cümleleri yüreğe dokunur kılan unsurlardan biridir. Çoğumuz hukuk – adalet ilişkisini Hukuk Başlangıcı ve Hukuk Felsefesi dersleri başta olmak üzere akademik ortamda, belki de akademik ortamlardan önce kendi düşünsel yolculuklarımızdan birinde ya da yaşamda karşımıza çıkan bir zorluk vesilesiyle sorgulamışızdır.
Fakat bu sorgulamayı muhakkak bir surette neticelendirmek bu iki kavramın soyut ve müphem mahiyetinden dolayı pek mümkün değildir. Aslında zaten sorgulama da neticeye kavuşturmak maksadıyla yapılmaz. Yine de insan tabiatının bir gereği olarak ucu açık kalan sorular bizi rahatsız eder. İşte bu veciz cümle, hukuk ve adalet ilişkisiyle alakalı düşünerek, okuyarak, gözlemleyerek, yaşayarak elde ettiğim huzursuzluğu imha etmekte en büyük yardımcım oldu.
Ülkece ve hatta insanlık olarak çirkin zamanlar yaşıyoruz. Klişe söylemler olan “zor bir süreç” ya da “dönemden geçmek” ifadelerini kullanmamış olmam şuurlu bir tercih. Zira “dönemin” mevzu bahis olması için bir başının ve bir sonunun mevcut olması gerekir. Bense ne başladığı an hakkında ahkâm kesebilirim ne de bir sonunun olup olmadığını biliyorum.
Ülkemizde hukuk hiçe sayılıyor, ayak bağı olarak görülüyor ya da güçlünün silahı olarak kullanılıyor. Basın mensupları ve basın yayın organları hukuksuzluğun çarkları arasında eziliyor. Buna karşılık yaralama, tecavüz, cinayet gibi adi suçlar da dâhil ciddi suçları, bir kısmı alenen olmak üzere işleyenler ise ne devletin meşru sopası ceza hukukundan ne de zararları tazmin eden özel hukuktan gereğince nasipleniyorlar. Bunlar bildiğimiz şeyler elbette.
Durumun vahim yönü ise toplum olarak bunu kanıksamış olmamız. Yapılan anketlerde yargıya güvenin hiç olmadığı kadar az olduğu tespit ediliyor.
Bu demek oluyor ki insanlar hukuksuzluğun farkında. Fakat ya yapacak bir şey olmadığını düşündüğümüz için ya da durumdan rahatsız olmadığımız için akışına bırakıyoruz. Hukukçu akademisyenler olarak bize ise hukuki olan davranışa hukuki deyip desteklemek, hukuksuz olana ise hukuksuz deyip karşı çıkmak düşüyor. Bunu bile çoğumuz yapamıyoruz…
Başta paylaştığım alıntıya dönecek olursak: Repliğin geçtiği dizide genç ve başarılı bir avukat olan Ellen, büyük avukatlık şirketlerinden birinden iş teklifi alır ve kabul eder. İlerleyen zamanlarda başına türlü belalar gelir. Hatta hapse bile düşer. Sonradan öğreneceği üzere bu işleri başına açan entrikanın arkasında aslında çok yakınında olan biri vardır. Daha da ilginci, Ellen’ı bu sıkıntıların içine atarken uzmanlık alanı ve mesleği olan hukuk araç olarak kullanılır ve hakkını aramak istediğinde yine hukuk elini kolunu bağlar. Ellen’ı bu cümleyi kurmaya iten süreç işte bununla ilgili.
Haklının hakkını teslim etmesi gereken hukukun nasıl tam aksi yönde de cereyan edebildiğini gören Ellen’ın hukuka inancı kalmaz. Artık tutunacağı tek dal adalete olan inancıdır. Belki pes etmek anlamına geliyordur bu cümle, belki de bir hukukçu olarak hukuka her zaman inanmam gerekiyordur, bilemiyorum. Ancak içinde bulunduğumuz gerçeklik hukuka olan ümidimi baltalıyor.
Konu çok su götürür, hukukun her zaman adil olmadığı savı öne sürülebilir mesela ya da hukuksuz adaletin mümkün olmayacağı… Sanırım gerçekten en iyisi, hukuka olan inancımızı yitirmiş olsak bile adalete inanmaya devam etmek.