“Bir Sosyal Kontrol Aracı Olarak Hukuk ve

İnsanların Etkileşiminin Kolaylaştırıcısı Olarak Hukuk”

Temel soru, hukukun, insan davranışları üzerinde “sosyal kontrol” sağlama amacına yönelik olup olmadığı; ya da işlevinin insan etkileşimini kolaylaştıracak bir araç sağlamak olup olmadığıdır. Hukukun bu birbirine karşıt işlevine ilişkin oldukça farklı iki anlayış, hangisinin "doğru" olduğunu sergilemek gereğini içermemektedir. Amaç, her ikisini de "doğru" olarak kabul ederek tüm sorunu göz ardı etmek de değildir. Her bir anlayış, insanların hukuk yoluyla neyi başarmaya çalıştıklarını algılamasının mükemmel anlamlı yollarını sunabilmektir. İşte bu doğrultuda ortaya çıkan sorular şunlardır: Toplumda bazı yasalar benimsenirken ötekiler neden göz ardı edilmektedir? Sosyal normlar ve kanunlar, sürdürülebilir bir toplum yaşamına nasıl bir katkı sağlayabilir? İnsanların hukuka neden uydukları veya uymadıkları, neden bazı ülkelerde hukuk yerine moral değerlerin daha etili olduğu, ihtilafları çözmek için formal/resmi yerine neden enformal/gayri resmi yollara başvurdukları? İşte bu sorulara odaklanan hukuk sosyolojisi1 sosyal normlar ile kanunların uygulanması; onların işlevleri ve etkileri hakkında bilgi vermekte; hukuk sisteminin, sınırları, olanakları ve toplumla etkileşimi hakkında teorilerin testine olanak sağlamaktadır.

En iyi sosyal kontrolü yeterli bir biçimde tartışmak istiyorsak, önce, en çok istenilir yaşamın ne olduğuna karar vermemiz gerekir.  Hukuk yoluyla sosyal mühendisliğin bu konudaki işlevi nedir? Fazlaca geniş bir nüfusun iyi ve yasalara uygun olarak yönetilmesi olanaksız mıdır? Yoksa güç müdür? Yasaların bizatihi kendisi ne derece sosyal bir düzen sağlamaktadır?

Hukuk ve sosyal kontrole özgü  işlevlerin birleştirilmesiyle elde edilen karşılıklı pekiştirme, belki de en iyi şekilde  sosyal bir olgu olan dil ile açıklanabilir. Elbette dilin temel işlevi anlamın iki yönlü iletişimini içeren belirli bir tür etkileşimi kolaylaştırmaktadır. Aynı zamanda sözel davranışı kontrol eden dilbilgisi ve sözcük anlamı kuralları da vardır. Eğer anlaşılmak istiyorsak bu kurallara saygı duymalıdır. Gerçek anlamda dil, söylemek istediklerimizi nasıl ifade ettiğimize sınırlar koyarak bizi özgürleştirir.   Dil tarihsel süreç içinde zaman zaman yeni koşulların baskısı ile dilbilgisi kuralları ve mevcut sözcük dağarcığı sınırlamaları önemli değişikliklere uğrayabilir. Yalnız neyin ifade edildiğine veya bir şeyin nasıl söylendiğine hiçbir sınırlama getirmeyen bir dil işlevini yerine getiremez. Etkili iletişim, düzenli iletişim araçlarına bağlıdır; düzen, zorunlu olarak sınırları ve kısıtlamaların kabulünü ima eder. Sonuçta dil ve toplum arasındaki karşılıklı bağımlılık hukuk ve sosyal kontrol için de geçerlidir.

Düzen, orman ve deniz gibi doğal varlıkların aksine toplumsal bağlamda amaçlanan  insani bir üründür. Toplum için gerekli olan, gerekli olduğu zaman içinde fark edilir; ve zamanla gerekli görülenler, özellikle isteklere karşıt iseler, kural statüsünü kazanırlar. “Olgunluğun kural koyucu gücü” söz konusudur. Üç türden yanlış davranışa tanık olunmaktadır: Gayri ahlaki, haksız fiil ve suç. Hukuku genelde, riayet edilmesi gerektiği kadar riayet te edilmeyen bir buyuru veya yasaklayıcı bir kural olarak düşünmekteyiz. İşte kural karşısında her iki alternatife tanık olunmaktadır. Haklıca yaratılan bir görev/ sorumluluk, itaati ön görmekte ise de, yasa ihlali olmaksızın görevin yerine getirilmesinin ahlaki anlamı söz konusu değildir. Doğa yasalarının ise, örneğin Newton’un yer çekimi yasası, ihlal edilebilir niteliği yoktur.

Konfüçyüs’e göre, toplumsal dayanışma, düzenleme ve ceza ile değil, örnek ve yerleşik ahlak ile gelişmektedir. Çin kültüründe Li ve Fa arasında bir ayrım vardır: Fa(hukuk) tatsız bir gereksinme iken Li (uygun davranışa özgü etik bir sistem) daha değerli ve daha yararlı bir sosyal kontrol metodudur.

Hukuk, toplumun normlarını tartıştığı, test ettiği ve sonunda kararlaştırıp formüle ettiği bir ortamdır. De facto etkililiği önemlidir. De facto hukuk yaşamı, dava sonuçları hakkında dava türleri itibariyle bilgilendirme hukukun ne derece hayata geçirildiğinin göstergesidir. Mahkeme kararı sonrası infazın yokluğunda, kuşkusuz, hukuksuzluk baki kalır.

Sosyal Düzen

Tek başına cennette, bolluk için de yaşayan biri için sorun yoktur. Yanına biri geldiğinde yeterince bolluk olduğundan yine sorun yaşanmayabilir. Sorun, sen benim durduğum yerde durmak ister, onun için beni itelediğinde başlar. Bu açıdan her kesin konumuna saygı durulması kuralı oluşmuştur. İşte cennet dünyasından gerçekler dünyasına geldiğimizde sosyal düzen sağlanması için kurallar geliştirilmektedir. İhtilaflar kaçınılmaz nitelik sergilediklerinden düzen ihtiyacı belirmektedir. K.Lorenz’de aynı vurguyu yapmaktadır: Alan ve yiyecek kıt olduğunda çoğu yaratıklar yeniden üremeyi ve yaşam alanlarını sınırlayıp, dokunulmazlığı ihlal edenlere karşı savunarak yaşamlarını sürdürürler. İşte bu saldırganlık ve düzen gereksinmesi hukukun başlangıcı olmaktadır.

Hukuk düzeni, toplumsal disiplini sağlamlaştıran, insanların toplumsal davranışlarını düzenlerken mevcut düzeni koruyan, toplumun normatif ve değer kalıplarındaki değişime eşdeğerdir. Bu ilişkiye dayalı olarak hukuk düzeni, bir bakıma toplumsal değişimlerin önünde engel teşkil etmekte, diğer bir açıdan bakıldığında ise normatif ve öğretici özellikleri nedeniyle toplumun sosyal davranışlarını etkileyebilmekte, aynı zamanda toplumdaki tutum değişimini de tamamlayabilmektedir. Toplum, öte yandan, yeni değerler sisteminin kurulması, hukuk düzeninin araçlarının da uygulanmasını gerektirmektedir. Bu nedenle,   sosyal yaşamdaki dengenin garanti altına alınması için söz konusu çekişme gerekliliği de ortaya çıkmaktadır.

De facto Düzen Kavramı

Fransız sosyolog Didier Fassin'in hukuka yaklaşımı, hukuk ve düzenin yerel ortamlarda toplumsal düzeni nasıl oluşturduğunu gösteriyor. Fassin, Fransa'nın Paris kentinde polisin kanun ve düzeni nasıl dayattığını inceliyor ve sosyal düzenin ahlaki bir çerçeve üzerine inşa edilen polis uygulamaları yoluyla yaratıldığını savunuyor. Fassin, polisin işlerini sürdürmek adına hukukun üstünlüğü yerine kanun ve düzene daha fazla bağlı olma eğiliminde olduğunu iddia ediyor. Bu nedenle Paris'te polisin kanun ve düzen dayatmasıyla oluşturulan toplumsal düzen, haklı baskıyı da bünyesinde barındırıyor. Fassin bunu, çoğunlukla göçmen kökenli ailelerden oluşan yoksul mahallelerde uygulanan yoğun polis uygulamalarını açıklayarak örneklendiriyor ve bu bölgelerin hükümet tarafından sorunlu mahalleler olarak görülmesi ve “güvenliğin” siyasi bir öncelik olarak görülmesi nedeniyle polis varlığının haklı olduğunu açıklıyor. Sonuç olarak Fassin, keyfi güç unsurları açıkça görülse de, Paris'in yerel ortamında polis tarafından dayatılan yasa ve düzenin toplumsal düzeni oluşturduğunu gösteriyor. Fassin’in yaptığı bu saptamalar ülkemiz bazı yöreleri için de geçerliliğini korumaktadır.2

Kuşkusuz, bu konuda yanıt bekleyen temel sorular göz ardı edilemez: Kurallarınız, onlara tabi olan insanlar tarafından anlaşılabilir mi? Kurallarınız insanların dünya görüşleri, önyargıları ve heuristics yöntemleriyle uyumlu olacak şekilde mi  yazıldı? İnsanlar buna uymak için araçlara ve yeteneğe sahip midirler? Caydırıcılık, düzenleme alanınızda işe yarıyor mu? İnsanların uymaya yönelik gerçek motivasyonları (bunlar sosyal normları, itaat etmek için ahlaki bir görevi veya yalnızca alışılmış itaati içerebilir) nelerdir?  Bu sorulara ek olarak aşağıdaki sosyal psikoloji gerçekleri de göz önünde bulundurulmalıdır:

- Suçlular topluma kötü bir uyum içinde olabilecekleri gibi toplumda suçlulara karşı kötü bir uyum sergileyebilmektedir.

- Suçun işlenmesi için, motive edilmiş bir suçlu, uygun bir hedef /mağdur ve etkili koruyucuların, resmi veya özel gözetim şeklindeki “korumanın” olmayışı gibi asgari müşterek bir kaç etmenin bir arada olması gerekir.

- Düzeni ihlâl edenlerin başkalarından düzene uyma beklentisidir.

Özetle, gerçekler dünyasında vuku bulan ihtilafın kökeninde yer alan kaçınılmaz bir olgu, her şeyin çokça olmamasıdır (scarcity). İşte bu kıt eşyalar üzerinde münhasır kontrol sağlamak üzere mülkiyet hakkı kuralları oluşmuştur. Hukuk, sosyal kurumların bir parçası olarak anlaşılmalıdır. İşte bu nedenle, hukuk ve toplumun birbirleriyle nasıl etkileşime girdiğini eleştirel olarak analiz etmek önemlidir. Yasal kategoriler ve yasal akıl, yürütme, ırk, sınıf, cinsiyet ve cinselliğe dayalı sosyal hiyerarşilerle etkileşime girmektedir. İşte bu nedenle, hukuk ile sosyal kontrol ve sosyal değişim arasındaki ilişkileri analiz etmek önemlidir.

“Günahlarımı hatırladıkça yüreğimin ateşinden anlım terler.”  Ömer Hayyam

Kişiler toplumca kutsanan amaç değerlere ulaşım yolları tıkandığında edindikleri gerilim veya hayal kırıklığı sonucu sapkın bir yol izlemeye motive olabilmekte ve uyum şekli de farklılık göstermektedir. Diğer bir anlatımla, uyum seçimi kişiden kişiye değişmektedir. Yalnız hukuka normatif uyum sağlama ceza siyasetinin temel amacı ise, halkın sisteme olan güvenin sağlanması ön görülmelidir.3

Usul adaleti teorilerine egemen olan düşünce, otorite sahibi olan kişiler, öğretmen, işveren, kolluk  görevlisi  kişilere adil ve saygılı davrandığında, kişiler nezdinde hak ettikleri  saygı ve meşruiyet algısına mazhar olacaklardır. Mevcut kanıtlar «meşruiyet algısının»  uyum sağlamada daha güçlü bir saik olduğunu sergilemektedir. İşte sosyal olarak beklenen davranışları şekillendirmede normatif etmenler, enstrümental olanlardan (kişisel olarak eylemin artı ve eksilerinin değerlendirilmesi) daha fazla önemlidir. Kuşkusuz, bunun ceza siyaseti açısından önemi büyüktür.

Herkesin aynı fikirde olduğu bir dünyada değiliz”.

Peyami Safa

Sosyal düzen adına gerçekler size uymaz, siz gerçeklere uymak zorundasınız. Köklü çözüm aramayan, geçici palyatif tedbirlerle siyasetçilik oynanmamalıdır. Öte yandan, hukuk etkisini zayıfların değil, güçlülerin üzerinde gösterince adalet imkanı vardır. Hukuk ta, diğer sosyal kontrol biçimleri zayıf veya mevcut olmadığı ölçüde, sosyal yaşama dahil olma eğilimindedir.

Bu alanda,  hukuki yapıları ( hukuk sistemini), yasal süreci (hukuk nasıl yapılır)4 ve hukukun toplumsal değişim ve sosyal kontroldeki etkileşimini dikkate almak çok önemlidir. Hukukun ırk, sınıf, cinsiyet ve diğer sosyal farklılık değerleri üzerindeki olumlu ve olumsuz etkisini eleştirel bir şekilde analiz etmek ve ayrıca şunları vurgulamak önemlidir: 

- Hukuk, sosyal kurumların bir parçası olarak anlaşılmalıdır.

- Hukuk ve toplumun birbirleriyle nasıl etkileşime girdiğini eleştirel olarak analiz etmek önemlidir.

- Legal kategoriler ve yasal akıl yürütme, ırk, sınıf, cinsiyet ve cinselliğe dayalı sosyal hiyerarşilerle etkileşime girmektedir.

Hukuk Miktarı ve Stili

Donald Black’e  göre hukuk “miktar” ve  “tür/hukuk stili” olarak iki şekilde değişebilir.5 O’na göre, “Hukuk, nicelendirilen  bir değişkendir; hukuk miktarı zaman ve mekan itibariyle değişir.” Adalet sistemini oluşturan kurumların nasıl davrandıklarına bakıldığında, hukuk türü genelde cezai olurken, özel hukuk ta ekseriya tazminat içerikli olmaktadır. Sosyal kontrolün zayıf olduğu bir aile veya mahallede sosyal kontrolün güçlü olduğu aile veya mahalleye göre fazlaca hukuk uygulamasına tanık olunacaktır. Sosyal kontrol etkili olmadığında hukuk devreye girmektedir. Sosyal kontrol, birincil olarak, suç oluşturmayan sapkın davranışa odaklanmaktadır.  Burada önemli olan sosyal ve ekonomik statüdür (SES). Yalnız söz konusu olan yalnızca suçlunun veya mağdurun SES’idir; iki tarafın göreceli SES’i olmasıdır.  Ötekine göre, tarafların göreceli durumu toplumun geri kalanınca olayı nasıl tanımlayıp yorumladığı durumu yapılandırılmaktadır.

Black, hukuku, bir sosyal kontrol mekanizması olarak görmektedir.  Bu doğrultuda, şu dört tür sosyal kontrol stili hukukta temsil edilmektedir: 

- Cezai-kara para aklayıcısına hükmedilen hürriyeti bağlayıcı ceza;

- Tazmini-sözleşmenin yerine getirilmemesi sonucu hükmedilen tazminat;

- Terapötük- akıl hastası suçlunun psikiyatrik tedavisi;

- Uzlaştırıcı-kimin haklı kimin haksız olduğu irdelenmeksizin sosyal ihtilafın tatlıya bağlanması, örneğin aile içi anlaşmazlıklarda bir yanın sapkın davranışına odaklanılmasıdır.

Gerçekte söylenmesi gerekli olan, hükümetlerce sağlanan “sosyal kontrol”ün incelenmesi gerekli önemli bir olgu olduğudur. Hukuk kuralları, sosyolojik bağlamda eylemsel rehberliktir. Ve bu konumu ile ancak yorum ve ihlal halinde tepkisel infazla anlam kazanmaktadır. Aksi halde, anlamsız kalacaktır. Henry L.A.Hart’a göre, hukuk, sosyolojik anlamda, bir şeyleri yapma metodudur. İşte, sosyal etkileşimde insanlarca yerine getirilen hukuk sosyal bir süreç olarak  incelenebilir.

Yukarda  yer alan ithamcı (accusatory) nitelikteki ilk iki stilde, iki taraf, şikayetçi/davacı-davalı/ sanık, kazanan-kaybeden vardır. Son iki stilde ise, iyileştirici bir yaklaşım içerisinde, kişilere yardım eli uzatılarak içinde bulundukları kötü sosyal durumu düzeltmek/etkisini azaltmak hedeflenmiştir. Bazı hallerde bu türlerden iki veya daha fazlasına da tanık olunmaktadır. Örneğin TCK 32/2’ıncı madde uygulanması kapsamında hürriyeti bağlayıcı ile akıl hastanesinde tedaviyi içeren bir tretman uygulanmaktadır. Black’e göre, hukuk stili yönü ile değişmektedir. Sosyal sınıflara ilişkin olarak, hukuk yönü aşağı doğru olduğunda cezai stile; yukarı olduğunda tazmini veya terapötik stile; aynı sınıftaki insanlar arasında ise uzlaşmacı bir stile sahiptir.  Morfolojiye ilişkin olarak, yabancılar arasındaki hukuk ithamcı, birbirlerine yakın olan kişiler arasında terapötik veya uzlaşmacıdır. Az organize olmuş halk, ceza hukukuna fazlaca bel bağlarken,  fazlaca organize olmuş halk ise, tazminat hukukuna dayalıdır. Bu stildeki değişimler, örneğin mağdurun toplumdaki konumu suçlununkinden daha yüksek olduğunda suçlunun büyük olasılıkla niçin cezalandırılabileceğini ve fakat konumları ters olduğunda tazminata başvurulacağını, kolluk güçlerinin alt-kültür üyelerine neden diğerlerinden fazla duyarlı olduğunu ve örgütlerce bireylere karşı yapılan illegal uygulamaların genelde cezadan neden kurtulduklarını açıklamaktadır. Black, hukuk stilini nicel olarak ölçülebilir anlamında görmekte ise de, sorun, nicelendirmeden çıkmaktadır. Pozitivizm’de istatistik veri oluşturulması nicelendirmeye dayalı olduğundan hukuku nasıl nicelendirmekteyiz? Hukuku nicelendirilebilir bir değişken olarak gören D.Black, çok hukuk, az hukuk olarak diye ikili bir niceleme yapmıştır. Şöyle ki,

- Davacı lehine bir karar, sanık lehine olandan çok hukuk,

- Mahkumiyet beraatten çok hukuk,

- Hükmedilen fazlaca tazminat çok hukuk,

- Suçluya sağlanan hastane tretmanı veya rehabilitasyonu çok hukuk,

- Davacı aleyhine hükmedilen kararın davacı tarafından temyiz edilmesi çok hukuk; lehine bozulması da çok hukuk,

- Sanık lehine bozulması ise az hukuktur (Black 1976:3).

Black’e göre, “çatışma” her yerde bulunur ve kaçınılmazdır, ancak insanlar genellikle bundan hoşlanmazlar ve mümkün olduğunca önlemeye veya kaçınmaya çalışırlar. Öyleyse neden doğru ve yanlış çatışmaları olmaktadır? Ve neden bazıları diğerlerinden daha ciddidir?  

Moral Time adlı eserinde sosyolog Donald Black, bu ve diğer birçok soruya yanıtlar sağlayan yeni bir çatışma teorisi sunmaktadır. Teorinin kalbi tamamen yeni bir “sosyal zaman” kavramıdır. Black, çatışmanın temel nedeninin ilişkisel, dikey ve kültürel zaman dahil olmak üzere sosyal zamanın hareketi olduğunu iddia ediyor- samimiyet, eşitsizlik ve çeşitlilikteki değişiklikler. Ahlaki zaman teorisi, evlilik ve diğer yakın ilişkilerden yabancılar, etnik gruplar ve tüm toplumlar arasındaki tüm insan ilişkilerindeki çatışmanın nedenlerini ortaya koymaktadır. Dahası, teori, yalnızca modern toplumlarda değil, dünya çapında ve tarih boyunca, tecavüz, zina ve eşcinsellik gibi cinsel davranışlarla ilgili çatışmalardan, günlük yaşamdaki kötü davranışlara ve hoşlanmama, hırsızlık ve diğerlerine kadar doğru ve yanlışın kökenlerini ve çatışmasını açıklamaktadır.  “Time” teriminin kullanılması nedeni, statik nedenlerle dinamik ilişkileri açıklamak olanağının bulunmaması; değişimi ifade etmesidir. Bu şiddetin nedeni olarak fakirlik gibi statik koşullardan farklı bir yaklaşımdır.

İhtilafın geometrisine bakıldığında, taraflar arasındaki ilişkisel mesafe, kültürel mesafeye (örneğin farklı etnik gruptan olmaya) göre değişmektedir. İhtilafın yönü yukarı, aşağı veya yanlamasına olmaktadır.

Sosyal mesafedeki değişimleri, Black, sosyal zaman hareketi olarak isimlendirmektedir. Her ilişkideki herhangi bir artış veya azalış zaman hareketidir. İşte çatışmanın ana nedeni kültürel zaman aralığıdır. Sosyal mesafe aralığı ne kadar büyükse, hukuk fazlaca davet edilmektedir. Birbirine yakın kişiler arasında yakınlık buharlaşınca şiddet devreye girmekte ve bu ya terkten ve sadakatsizlik halinde oluşmaktadır.  İlkel kabilelerde, on beş-yirmi bin yıl önce homojen insan topluluğunda ana çatışma nedeni yakınlığın kaybı olmuştur-sosyal mesafe oluşması olgusu. Nitekim hukuk mesafeli insanlar için ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda,

- Şeref/haysiyet korunması için şiddete başvuru, aile içi şiddette ana neden olabilmektedir. Vuku bulan karşılıklı hakaretler sonrası şeref/haysiyet/namus uğruna neler olmaktadır!  Dikkat edin yalnızca olan anlatılmakta; bir değer hükmü verilmemektedir.

- Karı koca arasındaki eşitsizliğin kaybı da şiddete giden yolda önemli bir değişken olmaktadır. Diğer bir anlatımla yakın ilişkilerdeki dikey mesafenin yitirilmesi söz konusudur.

İşte birbirlerinden uzak kişiler arası ilişki ve çatışmada hukuk devreye girmektedir. Hukuk ihkak-ı hakkı ikame için devreye girdi ise de, orta çağdaki  bu yöntem halen devam etmektedir.

Genel olarak konuşacak olursak, Black’in teorisine göre, hukuk önünde eşitlik mevcut değildir. Realite, hukuki göreceliktir; yoksa, hukuki evrensellik değildir: Hukuk, sosyal geometrisine, sosyal alandaki konumu ve yönüne  göre  değişmektedir.

D.Black, “bilim yalnızca olguyu anlayabilir; yoksa, özü, cevheri değil” derken gerçeği ifade etmesine karşın “hukuk, hükümetçe sağlanan bir sosyal kontroldür” dediğinde ise, hukuk hakkında öze ilişkin bir iddiada bulunmaktadır. Ortaya koyduğu kavram iki açıdan sınırlıdır: Hukukça sağlanan diğer işlevler araştırma kapsamı dışında bırakılmakta; ve kavramsal olarak da, hukuk yanında hükümetin sahip olduğu diğer sosyal kontrol mekanizmalarına ilişkin olanak elimine edilmektedir. Gerçekte söylenmesi gerekli olan, hükümetlerce sağlanan sosyal kontrolün, incelenmesi gerekli önemli bir olgu olduğudur.

İhtilaf ve Hukuk

Araştırmacılar, hukukun bizatihi varlığının bazen ihtilâf doğurduğunu da gözlediler.6  Aksiyom olarak, hukukun kaynağında toplumsal yaşamı; toplumsal mücadeleyi buluyoruz. Toplumda var olan çatışmalar kaçınılmaz olup, grup varlığı içinde gerekli bulunmaktadır. Zıtlaşmaların ve çatışmaların bireyler ve gruplar arası ilişkileri belirlediklerini(çatışma teorisi),hukuk kurallarına da bu nedenle ihtiyaç duyulduğu açıktır. Bu kuralların oluşumunda çeşitli etkenler rol oynamaktadırlar. Ancak, hukukun kaynağı derken, hukuk kurallarının çıkış nedenleri veya çıkış biçimlerinden çok, toplumda doğurdukları sonuçlar önemlidir.  Bireyler ve gruplar arası ilişkilerinin gerçekte nasıl düzenlendiği, uyumsuzlukların gerçekte nasıl cezalandırıldığı sorunu bizleri ilgilendirecektir. Yalnız, hukuk sosyolojisi açısından, hukukun kaynağını toplumda ve toplumu meydana getiren çeşitli grupların üyelerinin gerçekteki davranışları aracılığı ile aramanın gerekli olduğu kanısındayız (A. Ünsal, 1976). Sosyoloji topluma ayna tutarken, hukuk sosyolojisi “yaşayan hukuka” ayna tutmaktadır.

Modern Kentler ve Sosyal Kontrol

Ferdinand Tönnies’e göre (1855-1936) modern kentler gibi geniş ölçekli toplumlarda iş bölümü ve iş gücünün hareketliği geleneksel bağları aşındırmıştır. Topluluk (Gemeinschaft) yerini topluma  (Gesellschaft) bırakmış ve bu tür toplumdaki ilişkiler daha çok kişi dışı ve yüzeyseldir; karşılıklı yardımdan ziyade bireysel çıkarlara dayanmaktadır.

Sosyal Kontrol-Stil Sorunu

Bir toplumun üyelerinin davranışlarını düzenleyebildiği ve yönlendirebildiği mekanizmaları ifade  eden sosyal kontroller günlük hayatımızın ne derece bir kısmı olmaktadır? 1960’lı yıllarda başlayan post modern evrede sosyal yaşamda risk değerlendirilmesi (Sivas, Çorum, Maraş’taki linçler; Reyhanlı, Suruç, Ankara, İstanbul terör saldırıları öncesi) yapılamaz mıydı?  Toplumda kaza, yaralanma, hastalık ve ölümlere karşı  kişilerin korunması yönelik önleyici nitelikte epidemiolojik  araştırmalara ihtiyaç yok mudur?  

Sosyal kontrol konusundaki çalışmalar, geleneksel olarak, sosyolojik uğraşın ana konularından biridir.  Bu kavramın iki temel anlamına tanık olunmaktadır:

1. Klâsik anlamda toplumun kendini düzenlemek kapasitesi olarak sosyal düzene katkıda bulunan ve özellikle kişileri uyum göstermeye yönelten tüm uygulamalar ve düzenlemeleri kapsamaktadır.

2. Dar anlamda ise, kişilerin topluma uyum geliştirme sürecinde, sapkın davranışı (deviant behavior) nasıl tanımladığı ve yanıtladığı anlamındadır.

Sosyal kontrolün bu farklı iki anlamı, toplumsal açıdan alternatif vurgulara sebebiyet vermiştir. Sosyal kontrolü uyum sağlamayı geliştirme süreci olarak görenler (çoğunlukla sosyal psikologlar), “sosyalleşme”yi ana sosyal kontrol mekanizması olarak belirlemişlerdir. Düşünceler ve değerler, eğitim yanında özellikle aile, televizyon, reklâm, müzik ve diğerleri vasıtasıyla toplum veya cemaat üyelerine intikal etmektedir. Paylaşılan kültürel değerlerin bireylerce benimsenmesi, grupta var olan geleneksel davranışları belirlemektedir.  Bu tür kontrol, içsel kontrol olarak adlandırılmakta; kişinin uyum göstermeğe (vicdan, şartlandırma süreci, eğilimler, telkinler ve sosyalleşme) motive edilmesi söz konusu olmaktadır.

Sosyal kontrol bağlamında olumsuz etkileri olan ideolojik dogmatizm  ile hayal kırıklığı tezi de göz ardı edilmemelidir.  İdeolojik dogmatikler, yaşama nispeten katı bir bakış sergileyen ve karşıt inançta olanlara da hoşgörüsüz olan kişilerdir. Bu kişiler, aklen kapalı, esneklikten yoksun ve otoriter kişilik tablosu sergilemekte; “bizler” ve “onlar” ayrımı yapmakta, farklılıkları belirtmekte ve kendilerini yüceltmektedirler. Hayal kırıklığı ise, her zaman saldırı doğurmakta ve saldırıya da her zaman hayal kırıklığı neden olmaktadır. Bu teze göre, hak ettikleri bir şeyden yoksun kaldığına inanan kişiler, hayal kırıklığı deneyimler. Bizlerin gerçekte (yaşam standardı gibi) edindiklerimiz ile beklentilerimiz (hak ettiğimizi düşündüğümüz yaşam standardı) bizlerin göreceli yoksunluğudur. Edinimler, yükselen beklentiler karşısında aniden düşüş kaydettiğinde göre göreceli yoksunluk akut hale gelerek, kolektif kargaşaya gebe olacaktır. Özetle sosyal kontrol olmasaydı kaos ve karışıklık hüküm sürerdi.

Tırmanan olaylar bağlamında  bir gazetenin “polis müdahalesi”, “eylem” ve “gösteri” kelimeleri geçen haberlerin yıllara göre dökümünde, 2007-2013 yılları arasında vahim olaylarda artış kaydedilmiş- salgın hastalık gibi sirayet riski  olgusuna tanık olunması bu soruların yerindeliğine işaret etmektedir.

Toplumsal olaylarda sorun, olayları sakinleştirmenin medeni dil ve tarzını bilip bilmemektir. Bilseydik bugün sokaklarımız eylemlerden, TOMA’lardan, biber gazlarından geçilmez hale gelir miydi? Norveç polisine bakıldığında  bir yılda yalnızca  iki kurşun sıkması;  Hollanda’da hırsızı bacağından vuran bir polisin kişiyi “iş yapamaz hale getirdi” diye 2.351 euro ödemeye mahkum olması; ve parayı halkın toplaması neyin göstergesi olmaktadır! İşte sosyal kontrolde stil sorunu ile karşı karşıyayız.

Sosyal kontrolü zayıflatan faktörler  şöyledir:

- Geleneksel olarak varlık gösteren sosyal sistemlerden ve bağlardan kopma; “ben merkezli bir dünya görüşünün” yaygınlaşması/geleneğin bittiği, modern olanın henüz yerleşmediği, iki arada bir derede toplumsal yapı;7

- Ekonomik düzende tevarüs edilen zayıflıklar örneğin fakirlik, işsizlik ve  depresyon.  “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” sendromunun düzen için suiistimal kadar zararlı olması;8

- Şehirleşmenin getirisi, örneğin şehirlerdeki mobilité (hareketlilik) ve anonim yaşam;

- Ailede çözülme örneğin ebeveynin ölümü, boşanma ve çocuklara hatalı disiplin uygulaması, dijital medya/uyuşturucu madde sarmalı ve şiddet patlaması;

- Toplumda özellikle merkeze yakın mahallelerde çözülme örneğin ilkel yaşam koşullarındaki gecekondular ve suç çeteleri;

- Ceza adaletinin etkinlikten yoksun yönetimi örneğin kolluk güçleri, savcılık ve mahkemelerin biçimsel bir görüntü sergileme ötesi etkinlikten yoksun olmaları, cezaevlerinin suç okulu olması ve organize suçta yoğunlaşma;

- Örgün ve yaygın eğitimde yetersizlikler, örneğin sınıfların çok kalabalık olması, sanat eğitimi kapasitesinin talepleri karşılamaktan uzak kalması; ve din eğitimin ehil olmayan kişilerce verilmesi;

- Anomik  baskıları körükleyen, cebir ve şiddet suçlarının yoğunlaşma gösterdiği  yazılı/görsel  medya ve sosyal realite; ile

- Kişiler ve gruplar arası örneğin etnik, dinsel ihtilaflar.

Linç Olgusu

“Linçin tepki görmemesi çok büyük bir sorun”:

 “Hırsıza meydan dayağı, tecavüzcünün mahallelinin hışmına uğraması”(!?)

 Linç “halktan bir topluluğun, bir suçluyu ya da kendilerine göre suç olan davranışta bulunmuş birini yumruk, taş, sopa gibi araçlarla döve döve öldürmesidir.”9  Sosyal gerçeklerin sergilediği üzere, ceza görmeyen suç faillerine mağdur veya yakınları ve halkın ceza uyguladıkları/linç girişiminde bulundukları görülmektedir. Bu tepki insanlara özgü doğal bir refleks işaretidir. Cezai tepki mağdur ve yakınlarını tatmin etme ötesinde grup normunun somut bir şekilde vurgulanmasına olanak sağlamaktadır. Pragmatik açıdan da, bir suç eylemine karşı hoşnutsuzluk/yaptırımsal tepki, oluşacak gayri insani ve adaletten yoksun toplum dokusunu önlemek açısından sağlıklı bir olgudur.

Sorun şudur: Şiddet kültürü sıradan insanlar arasında linç etmeyi nasıl meşrulaştırdı? Toplumdaki her grubun temel, ebedi ve kutsal olarak görülen bazı temel değerleri paylaştığına tanık olmaktayız.   Bu değerler sosyolojik somutlaştırmalar değilse de, bireylerin sosyal kimliğinde önemli bir rol oynarlar. İnsanların kendilerini bir grubun üyeleri olarak görmeleri ve bu aidiyete atfettikleri değer ve duygusal önem tepkilerin kaynağı da olmaktadır.  Ahlaki zorunluluklar olarak ta betimleyeceğimiz bu kavramlaştırma, bireylere eyleme geçmeleri gerektiğini hissettiren değerler, Kant'ın kategorik zorunluluklar kavramıyla kısmen uyumludur.

Soruyu yinelersek, siviller kolektif olarak yasayı neden kendi ellerine alıyor ve suçluları cezalandırmak için şiddete başvuruyor?  Kolluğa ve hukuk kurumlarına duyulan güven eksikliğinin yanı sıra, insanları suçluları bizzat cezalandırma fikrine duyarlı kılan şeyin ne olduğudur? 

- İnsanların kolluğu meşru ve etkili olarak algıladıklarında işbirliği yapmaları ve yetkililerin direktiflerine uymalarıdır; ancak bunları gayri meşru ve etkisiz olarak gördüklerinde kanunsuz şiddet de dahil olmak üzere kendi adalet tarzlarını kullanma eğilimindedirler. Ancak insanlar kolluğu meşru ve etkili olarak algılasalar bile kanun dışı şiddete başvurabilirler. Örneğin, insanlar yasal işlemleri beklemek yerine, suçluyu kendileri cezalandırmayı ve sosyal kontrol uygulamayı tercih edebilirler. Suç ve toplumsal davranışta önemli bir etmen de bulaşıcı/kopyacı şiddettir. Bu, taklide dayalı bir saldırganlık türüdür. Fransız sosyolog Tarde (1903) bir toplulukta işlenen dillere destan bir suçun kopya suçlara yol açtığına dikkat çekmiş ve bu görüşü tanıtmıştır.10

- İnsanların bazı değerleri, “ahlaki zorunlulukları”  grup kimlikleri için gerekli olarak algılamalarına tanık olunmaktadır. Bu tür ahlaki zorunlulukları ihlal eden davranışlar korku, haklı öfke ve cezai eylem arzusu gibi güçlü duyguları uyandırmakta; bu duyguların harekete geçirildiğini ve katılımcıların ahlaki zorunlulukların bütünlüğünü yeniden tesis ettiği ve suçluları cezalandırarak grubun birliğini güçlendirdiği kanun dışı ritüeller aracılığıyla kolektif şiddet eylemine dönüştürüldüğü söz konusu edilmektedir. Bu cezalar genellikle utandırma, tokat atma, işkence yapma ve linçe kadar gitmektedir.  Bu koşullar altında, insanların işi kolluğa bırakmak yerine ahlaki zorunluluklara yönelik tecavüzlere şiddet içeren tepkiler verme konusunda motive olduklarını ve kendilerini haklı hissettiklerine tanık olunmaktadır.

- Kanun dışı şiddet tanımımızdaki ikinci yeni unsur ahlaki zorunluluklardır. Her grubun temel, ebedi ve kutsal olarak görülen bazı temel değerleri paylaştığını öneriyoruz; Durkheim'ın olağanüstü (profan olmayan) anlama sahip olduğu ve dokunulmasının, manipüle edilmesinin veya değiştirilmesinin yasak olduğu anlamında kutsaldır (Durkheim, 1912). Bu değerler sosyolojik somutlaştırmalar değilse de, bireylerin sosyal kimliğinde önemli bir rol oynarlar: İnsanların kendilerini bir grubun üyeleri olarak nasıl gördükleri ve bu aidiyete atfettikleri değer ve duygusal önem söz konusudur(Tajfel,1981:255). Ahlaki bir topluluğa (bir dizi ahlaki zorunlulukları paylaşan bir gruba) ait olmak, aşkınlığı deneyimlemek anlamına gelmekte; bireysel varoluştan daha büyük bir şeyin parçası olunmaktadır.

Kutuplaşma/Kutuplaştırma Süreci

Bu sürecin aşamaları şöyle şekillenmektedir:

- Çözümlenmemiş ve uzun süre devam eden bir çatışma durumu;

- Farklı iki grubun belirmesi-dijital molotoflar;

- Kutuplaşma-cepheleşme;

- İnsanlık dışı tutum ve davranışlar;

- Kriz yaratan bir olgu; ve

- Saldırgan ve yıkıcı eylemlerin belirmesidir.

“İnsanlara çocukluklarında birbirlerine karşıt iki akide öğretildi mi, bu akideler, karşılıklı geçip tartışabilecek iki parti değil, dövüşecek iki ordu yaratır. Hipnotize edilmiş olan her bir otomat, en kutsal olan şeyin, kendi tarafının zaferine bağlı olduğu ve en korkunç olan her şeyi de karşı tarafın temsil ettiği inancını besler.”

“Kutuplaşmayı yansıtan ‘münferit’ olayları asla küçümsememek, ‘geçer gider’ diye bakmamak gerekir. Geçip giden olan, taraftarlarını daha da bileyerek, yeni çatışmaları körükleyerek geçer gider.”   Kamuoyunun belleğinde yer eden 6-7 Eylül 1955 olayları, Aralık 1978 Maraş katliamı, Temmuz 1980 Çorum olayları ve 2 Temmuz 1993 Sivas katliamı bu türdendir.  Araştırmalar, sorunun etnik/mezhep farklılıklarından olmayıp, hükümetlerin tüm grupları tarafsız bir yaklaşımla aynı çatı altında toplayamamasından kaynaklandığını göstermektedir.  

Sonuç

Paylaşılan değerler ve normatif inançlar toplumun kültürel içeriğinin önemli bir kısmıdır. Kültürel içerik sosyalleşme süreci ile öğrenilirken sosyal değerler ve normlar içselleştirilmekte ve bireylerin algısal yapısında yer etmektedir. Davranışı sınırlayan iki öğe sosyal kontrol ve hukuktur.  

Her bilimsel uğraş veren kişinin bileceği üzere, iki faktör arasındaki bir korelasyon, sebep ve sonucun bir kanıtı olarak alınamaz.  Nitekim, düşük sosyo-ekonomik statünün tek başına bir suçlu davranış nedeni olmadığı hususunda haklı nedenler vardır. Düşük sosyo-ekonomik statü daha ziyade diğer faktörle birleşerek bir suç kaynağı olarak işlev görebilmekte ve bu koşullar işlenen suçlarla karşılıklı olarak etkilenmekte; sosyal kontrolü zayıflatmaktadır. Yalnız, aynı koşullar farklı kişilerde farklı etkiler yaratmakta; “yağı eriten de yumurtayı katılaştıran da aynı ateştir” sözü bu bağlamda çok şey anlatmaktadır.11

Adalet İstatistiklerinde yayınlanan verilere göre, tüm suçluların, işledikleri suç ve aldıkları cezadan bağımsız olarak, yaşam koşulları düşük ise de, genel nüfustakinden ne kadar düşük olduğu henüz saptanmış değildir.  Bu amaçla hükümlü nüfusu ile genel nüfustakiler arasında işsizlik, okulu terk, sanat eğitimi, düşük gelir, hastalık durumu,  bekar veya boşanmış, ölüm oranı gibi yaşam koşulları açısından karşılaştırmanın yapılması gerekmektedir. 

Sosyologlara konu olan değişkenler arasında çok azı “sosyo-ekonomik”/ “sosyal kontrol”  kadar tahmine esas olacak güçtedir. Faktörlerden gelir düzeyi, eğitim ve mesleğin oluşturduğu ilişkisel biçimin çeşitli alanlardaki insan davranışı ile yüksek derecede korelasyon içinde olduğu ve suç eylemleri alanının bir istisna olmadığı bilinmektedir. Ekonomik açıdan yoksul yörelerdeki çocuklar dört kat daha fazla sorunlu davranış sergileme riski altındadır. Keza, şiddetin egemen olduğu yörelerde, fakirlik, kötü yaşam koşulları ve yüksek işsizlik oranı on bir yaş ve üstü gençlerde şiddete eğilim riskini artırmaktadır(risk faktörleri).  Yoksul kent yörelerinde özellikle şiddete yönelten mekanizmanın ne olduğu bilinmese de, fakirlik ve kötü yaşam koşulları, sosyal ayrım ve fırsat yokluğunu içeren çoğulcu faktörler kümesi kaderci bir nitelik sergileyen gençlik gelişmesini ortaya çıkarabilir.

Yüksek suç oranı ile karşılaşan ülkeler suç seviyesini azaltmak için ceza siyaseti geliştirmektedirler. Tüm sorun bu siyasetlerin çalışıp çalışmadığı; bedelinin ne olacağı ve yararları nelerdir?12

“Tüm isteklerin tatmini, insanı mutlu etmeye yetmemektedir. Sahip olmak tek hedef
olduğunda insan, daha ihtiraslı ve açgözlü olur; çünkü ne kadar çok şeyi olursa o kadar mutlu
olacağını sanır. Böylelikle kişinin kandırmak istediği  müşterileri, geçmek istediği rakipleri,
sömürmeyi arzuladığı işçileri vardır ve onun daha az sahip olmasına neden olan herkes
düşmandır.” (Eric Fromm. Sahip Olmak ya da Olmak, Arıtan Yayınevi, 2003).

Prof. Dr. Mustafa Tören Yücel

--------------------

1 Bkz. M.T. Yücel. Hukuk Sosyolojisi, 6. Bası, 2023. Aynı kaynaklar (arazi, su, yiyecek, yakıt) için rekabet halinde olan gruplar arasında ihtilaf ve düşmanlıklar oluşabilir. İşe toplam sıfır olan(zero-sum/win-lose) durumlar, rekabetçi davranış modellerinin oluşmasını etkilemektedir. “Sosyal kontrol” belirli bir toplumun kurallarına uygunluk ve uyum sağlamak amacıyla bireysel ve grup davranışlarını düzenleyen toplumsal ve politik mekanizmaları ifade eder.

2 Bkz. D. Fassin. At the Heart of the State: The Moral World of Institutions. Chicago: Pluto Press 2015.“İstanbul’un Esencılıs’ı” Hürriyet (1/08/2023), s.10.

3 Solomon Asch’in uyum deneyleri veya Asch paradigması: Solomon Asch tarafından yönlendirilen ve bireylerin çoğunluk grubuna nasıl boyun eğdiğini veya buna nasıl karşı çıktığını ve bu etkilerin inançlar ve görüşler üzerindeki etkisini inceleyen bir dizi çalışmaydı. Ayrıca bkz. Millgram’ın  itaat çalışması.

4 Bkz. M.T. Yücel. Yasama Teorisi Arayışı, HukukiHaber

5 D.J.Black’ın iz bırakan üç eseri sırasıyla şöyledir:The Behavior of Law, 1976; Sociological Justice, 1989; ve The Social Structure of Right and Wrong, 1998; Ayrıca bkz. A.U. Türkbağ. Hukuk Sosyolojisine Güncel Bir Bakış: Donald Black, Derin Yayınları, İst.,2009. D.Black. Hukukun Hareket Tarzı (Çev. H.B.Çiftçi) Kitap Yurdu, 2020.  S. Çetin. “Hukukun Davranışına Donald Black’in Gözüyle Bakmak” Hukuk ve Adalet Eleştirel Hukuk Dergisi   C.13 S. 30, 2021, ss. 363 – 390.

6 Bkz. D.Black, Sociological Justice New York: Oxford University Press, 1989, p.80).  Mal rejimleri açısından “mal ayrılığı” rejimi geçerli iken, Yeni Medeni Kanun’da "edinilmiş mallara katılma" adında yeni bir rejim tesis edilmektedir(TMK.Md.218).  Bu tür düzenlemenin  tenkis davaları örneğinde olduğu gibi ihtilaflara (ve hatta adam öldürmeye kadar varan suçların işlenmesine) sebebiyet verebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Bu konuda açılacak bir davada her şeyden önce dava konusu malın davalının zilyetliğinde ve mülkiyetinde olup olmadığı, sonra bu malın kişisel mal olup olmadığı, eğer evlilik içinde edinilmiş mal ise, ödenen veya mevcut borçların hangi mal kümesine ait olduğu, davalı eşe ait bir malın edinilmesine yada iyileştirilmesine katkıda bulunup bulunmadığı gibi Kanunun on altı maddesindeki faktörler araştırılıp tartışılacaktır.  Bu hal çok az mal varlığı olan bir ailede dahi evliliğin tasfiyesinin en az üç yıl sürmesine yol açacak niteliktedir (T.Alp). Fransa’da 1965 yılında mal rejimleri konusunda gerçekleştirilen reforma, özel bir araştırma kurumunca yapılan araştırma sonuçları dayanak olmuştur. 

Öte yandan, aileyi, anne, baba ve çocuklarından  oluşan çekirdek/dar aile olarak  algıladığımızdan ne ihtilaflar ortaya çıkmaktadır. Sosyal yaşam gerçeği ise, anne/babayı kapsayan geniş aile biçimindedir.  İşte bu örneklerle de hukuk kuralı ile sosyal kural arasındaki boşluk kristalize olmaktadır. Ayrıca bkz. E. Gökçe. “Tenkis Davasında Deliller Nasıl Toplanır?” İst. Barosu Dergisi , 72/7-8-9 (Eylül 1998) ss. 65-79.

7 Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” sendromu düzen için suiistimal kadar zararlıdır.

8 Bkz. M.Akdağ. Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası “Celalî İsyanları” Bilgi Yayınevi, Ank., 1975, ss.102-107; Yoksulluk çalışması (2004)  (1) gıda yoksulluğu  verilerine göre, toplam nüfus 70.3 milyondan % 1.3’ü açlık sınırının altında gelir elde etmekte; % 70’i kırsal kesimde, % 30’u ise kentlerde yaşıyor; (2) gıda+gıda dışı yoksulluğa göre ise, nüfusun % 25.6’sını oluşturan 3.5 milyon hane (ortalama 4.1 kişinin yaşadığı) halkı yoksulluk sınırının altında kalıyor-dört kişiden biri daha genel yoksulluk tanımına giriyor. Beş kişiden büyük haneler yoksulluk sınırı altında kalanların % 73’ünü oluşturuyor. Yoksulluk oranı yüksek eğitim görenlerde % 1.6 iken, ilk okul mezunlarında % 21.6, okur–yazar ama okul bitirmeyenlerde % 33.2’ye, okur-yazar olmayanlarda % 44.1’e tırmanıyor. Gıda güvenliği ciddi bir sorun olarak güncelliğini korumaktadır. Aristotle, fakirliğin isyan ve suç doğurganı olduğunu belirtmiştir.

9 T. Bora. Türkiye’nin Linç Rejimi 5. Bası, İletişim Yayınları ,2016. R. Blackford. Görüş Zorbalığı ve Linç Kültürü, İletişim Medya, 2022. E. Aloğlu. “Sosyolojik Perspektiften Linç ve Toplumsal Şiddet Sarmalı”  Sosyoloji Dergisi S. 38, 2018, ss.219-230. Bu konudaki başlıca teoriler şunlardır: Deindividuation teorisi- Bireyin bir grup veya kalabalıkta tümden birleşimi ve kişisel kontrolün kaybıdır. Convergence teorisi- Bireylerin düşünce, duygu ve eylemleri eşzamanlıdır. Fiziki bir kalabalık olmaktan çıkıp, psikolojik bir kalabalık oluşmaktadır. Bkz. J. van Ginneken. Collective Behavior and Public Opinion, Lawrence Erlbaum Associates, London, ss.75-90, 2003. Linç kültürünün  hortlaması için bkz. N.Doğru. “Ankara’da yine linç!” Sözcü (12/05/2019) s.3. Ayrıca bkz. S. Vural. “Linç Rejimi” Kriminolojik Yazılar, Savaş, 2015, ss.161-199.

10 Ayrıca bkz. M.T.Yücel.  “Kopya Suçlar ve Kopyacı Suçlular” HukukiHaber; M. Foucault. Hapishanenin Doğuşu, İmge, 6. Bası, 1992.

11 Bkz. Euronews Türkçe Rapor: “Küresel Organize Suçlar Endeksi 2023”: Türkiye Avrupa’da lider, dünyada 14. Sıradadır. Silah ticareti, eroin ticareti ve mafyavari suç gruplarında ise Türkiye’nin puanı 8,5. İnsan ticareti puanın 8 olması da bunun Türkiye’de ne kadar büyük bir sorun olduğunu ortaya koyuyor.

12 M.T. Yücel. Yeni Türk Ceza Siyaseti, İmge, 2011. Aristoteles. Politika, Remzi Kitapevi İst.,1990, ss.191-192: “Hak ve adalet konularında yargılar vermek, eğer bu kararların bir etkisi olmayacaksa hiçbir işe yaramaz. İnsanlar için yargı kararlarının olmadığı bir toplumda yaşamak nasıl olanaksızsa, bunların yerine getirilmediği bir toplumda yaşamak da öylece olanaksızdır.”