Geçen Twitter’da, ne kadar doğru bilmiyorum, bir avukat meslektaşın mübaşirlik sınavlarına girdiğini okudum. Günümüzde neredeyse her ay bir genç avukat intihar etmeye başladı. Bu koşullarda büro açmaya cesaret eden genç meslektaşlar, büro giderlerini karşılayabilmek için avukatlığın yanında başka ek işler aramaya başladılar. Eskiden baro odalarında konuşulan meslek sorunları halka açık şekilde paylaşılır oldu. “Tevkil Avukatlığı” diye bir sektör oluştu. WhatsApp’ta oluşturulan onlarca tevkil grubunda avukatlar, 250-400 TL karşılığında yetki belgesiyle duruşmaya girmek için yarışıyor, hatta zaman zaman işi kimin alacağı konusunda avukatlar arasında ciddi kavgalar oluyor Tevkil Gruplarında, tevkil isteği geldiğinde işin kime verileceği, ücretin ne olacağı konusunda “informel meslek kuralları” konulmaya başladı. Bu kurallar TBB meslek kurallarından daha sıkı ve etkin uygulanıyor. Bu kurallara uymayan avukatlar grup yöneticisi tarafından gruptan atılıyor. Bir taraftan da sosyal medyada tevkil sektörünün sömürü aracı olduğu ifade ediliyor. Avukatların kahir ekseriyeti büro kiralarını, baro aidatlarını, Bağkur primlerini, vergi borçlarını ödeyemediğini, hukukçu olmayanların da erişimine açık sosyal medyada açıkça ifade ediyorlar.
Ücretli çalışan avukatlar ise asgari ücretin bile altında kölelik ücretleriyle çalıştırıldıklarını ifade ediyor.
Diğer taraftan baro başkanları, hukuk fakültelerinde yaptıkları avukatlık mesleğini tanıtım konuşmalarında, avukatlık mesleğinin kutsallığını vurguladıktan sonra kim olduğu pek de bilinmeyen Moliarac denen bir adamın mesleği kutsayan sözlerine muhakkak yer veriyorlar. Bu sözü tam olarak aktarabilmek için Google’da “Moliarac” anahtar sözcüğüyle yaptığım küçük bir araştırmada karşıma bir baro başkanının bu sözü içeren bir söylevi çıktı. Bu sözü söylevden kopyala yapıştır yoluyla aktarıyorum:
“Görevimizi yaparken kimseye, ne müvekkile, ne yargıca ve ne de iktidara tabiiz. Bizim aşağımızda kişilerin varlığı iddiasında değiliz. Fakat hiçbir hiyerarşik üst de tanımıyoruz. En kıdemsizin, en kıdemliden veya isim yapmış olandan farkı yoktur. Avukatlar esir kullanmadılar, fakat efendileri de olmadı.”
İnternette rastladığım bu söylevde, Kenett Robert Redden’in “So You Want To Be A Lawyer” adlı eserinin protokol sayfalarında yer alan ve ilk kez benim tercüme edip Ankara Barosu Dergisinde yayınladığım Lois Lande’nin “Ben Avukatım” başlıklı avukatlığı kutsayan şiiriyle de karşılaştım.
Oysa Türk avukatları uzuan zamandır köle kullanıyorlar, duruma göre bir veya birden fazla efendileri de olabiliyor. Avukatlar, Molierac’ın sözünde sıralanan ve sıralanmayan yasal, yasa dışı birçok kişiye, kuruluşa, topluluğa, cemaate tâbi olabiliyorlar. Hatta son zamanlarda sık sık haberlere yansıdığı üzere suça sürüklenebiliyorlar. Bir vakit, ünlü bir hukuk ofisinden işçilik hakları ödenmeden iş akdi feshedilen bir meslektaşın iş davasını üstlenmiştik. Bu hukuk ofisinin patron avukatı işten ayrılırken meslektaşa, meslektaşın aktardığında göre “ Ben senin Tanrınım” demişti.
Genç avukatların durumu bu iken, Ankara Barosunun 13.000-15.00 Sicil aralığındaki genç-orta yaşlı avukatların çoğu ise, EYT’den emekli olabilmek için yıllardır yatıramadıkları Bağkur primlerini banka kredisiyle ihya etme derdinde. Bağkur primleri güncel değerler üzerinden ihya edildiğinden ortaya çıkan yüklüce borca bankalar kredi vermediğinden meslektaş emekli olamıyor. Mesleki tükenme yaşayan, Depresyon, bipolar veya psikotik hastalıklara yakalanıp mesleği tamamen bırakan ya da bir rahatsızlığı olmadığı halde avukatlığa cesaret edemeyip anne-babasıyla yaşayan genç avukatlar tanıyorum.
Şimdi avukatlığın içinde bulunduğu durum bu iken, acaba geçmişte nasıldı? Staja başlayan veya stajını tamamlayıp ruhsatını alan sosyal sermayesi veya kapitali olmayan genç avukat, ne yapıyordu? Yoksa şimdi iyice derinleşen avukatlar arasındaki ekonomik tabakalaşma ve sınıfsal ayrışma o zaman da var mıydı? Genelde yargı düzeni, özelde avukatlık, eskiden mükemmeldi de son zamanlarda mı çürüme sürecine girdi? Eski avukatlar daha eğitimli, hukuk nosyonu, entelektüel kapasitesi çok gelişmiş meslek ustaları mıydı? Barolar eskiden mesleki sorunlara çok duyarlıydılar da, son zamanlar da mı bu duyarlıklarını yitirdiler?
İşte bu sorular, nispeten uzun sayılabilecek meslek hayatımdaki yaşadıklarım ve gözlemlediklerimin bir kısmını yazma arzusu doğurdu bende. Meslek yaşamının çoğunu geride bırakmış, meslek örgütünde çeşitli çalışmalar yapmış bir avukat olarak aslında vefatımdan sonra yayınlanması için yazmaya başladığım bu yazıların bir kısmını, artık avukatlık sorunları, özellikle genç avukatların sorunları alenen halkın erişimine de açık sosyal medyada tartışıldığı için mesleğe yeni başlamış ve başlayacak genç meslektaşlar için yayınlamayı bir borç bildim.
***
1990 yılında askerden yeni gelmiş ve önünü arkasını düşünmeden gençliğin verdiği cesaretle Ankara’da büro açmaya karar vererek ilginç avukatlık macerasına atıldım. Kelimenin tam anlamıyla beş parasız ve yalnızdım. Bir arkadaşımdan bulduğum borç para ile Ankara’nın meşhur Çinçin Bağları’nda bir gecekondu, Ulus’da YIBA çarşısında Roma Hamamına bakan tek odalık mobilyalı bir büro kiraladım.
Çinçin, benim için yabancı bir muhit değildi. Kiraladığım gecekondunun yakınında, üniversite öğrencisi solcu bir grup arkadaşın gecekondusunda geçici olarak bir süre kalmıştım. Bu gecekonduda bir odada altı yedi kişi kalıyorduk. Gecekondunun duvarında iki insanın içine girip boylu boyunca uzanabileceği ne maksatla yapıldığı belli olmayan tam anlamıyla mezara benzer topraktan bir kovuk vardı. Benim yatağım o kovuktu. Bu gecekonduda birlikte kaldığımız arkadaşlardan hukuk fakültesi öğrencisi olan, sonradan Ankara Barosuna kayıtlı avukat oldu. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde felsefe okuyan arkadaşla ise yıllar sonra karşılaştık. Arkadaş zaman içinde solculuktan vazgeçmiş o zamanki adıyla Fetullah Gülen cemaatine katılmış, çarşaflı bir kadınla (o zamanlar Fetullah Gülen cemaati mensubu kadınların tamamı peçeli çarşaf giyiyor eldiven takıyorlardı) evlenmiş, onların Kızılay’daki dershanelerinden birinde hocalık yapmaya başlamıştı. Öğretmen olarak atanamadığından ve iş bulamadığından buna mecbur mu kalmıştı, yoksa gerçekten böyle bir inanç ve ideoloji dönüşümü mü yaşamıştı bilemiyorum.
Yeni büromdaki yan komşularım, Emniyet Müdürlüğünde araç ruhsat ve tescil işlerini takip eden bir büro ve PTT’den telefon bağlatma işlerini yürüten bir başka büroydu. O zamanlar, cep telefonları olmadığı gibi eve veya iş yerine telefon bağlatmak “torpille” çözülebilecek bir meseleydi. Bu büro PTT’deki bağlantıları nedeniyle bir kaç günde telefonu bağlatabiliyordu
Han’da Özden’ciler denilen bir tarikata mensup orta yaşlı ilginç bir avukat vardı. Bürosundaki vitrinde ve büronun camekanında eski işi tır şoförlüğü olan tarikat lideri Abdulkadir Duru’nun, “Şerefbulim,” “Ekonomi Örgünöz,” “Örgünöz Devlet Düzeni” gibi tuhaf isimleri olan kitapları sergiliyordu. Merak saikiyle bu tuhaf ve deli saçması bulduğum kitaplardan bir ikisini okumuştum. Bu yazıyı hazırlarken Google’da aradığımda bu tarikatın hâlâ faal olduğunu gördüm.
Benim büronun bir üst katında ise yıllar sonra benim yönetim kurulu üyeliğimden (2004-2006) sonra Ankara Barosu Yönetim Kurulu üyeliği yapmış bir başka meslektaş ve ortağı daha vardı. Şu anda da birkaç meslektaşın YIBA’da mesleki faaliyetini sürdürdüğünü öğrendim. Yeni adalet sarayının açılmasından sonra avukatların çoğu Sıhhiye’ye taşınmış, Ulus ve civarında, nispeten az sayıda avukat bürosu kalmıştı. Oysa bir zamanlar Ulus avukatlığın merkeziydi.
O zamanlar avukatlık bürolarının adliyeye yakın olması gerektiği düşüncesi hâkim olduğundan uzun süre boyunca Ulus avukatlığın ve baro politikasının merkezi olmuştur. Ulus Konya Sokak 3 numarada bulunan İşkur Han, Ankara Barosu Demokratik Sol Grubun oluştuğu ve bu grubun Ankara Barosu ve Türkiye Barolar Birliğindeki iktidarının temellerinin atıldığı bir iş hanıdır. Ankara Barosu Demokratik Sol Grubu, iktidarını o günden bu güne kadar korumayı başarmıştır. Tespit edebildiğim kadarıyla İşkur Han’da TBB önceki başkanlarından ve eski Enerji ve Tabii Kaynaklar ile Çalışma Bakanlığı ve CHP Genel Sekreterliği yapmış olan Önder SAV; Barolar Birliği başkanlığı ve 1971 muhtırasından sonra kurulan hükümette 33 Yaşındayken Enerji ve Tabii Kaynaklar ile Çalışma Bakanlığı yapmış olan Atila Sav ve şiirde Garip akımının kurucularından Oktay Rifat, Şair/Avukat Şinasi Özdenoğlu vs. gibi isimler avukatlık yapmıştı. Ünlü ceza avukatı ve Türkiye Barolar Birliği kurucu başkanı Prof Dr. Faruk Erem’in bürosu da Ulus’taydı. O dönemde bu günün aksine büronun bulunduğu mekân ve taşıdığı fiziki özellikler, bir saygınlık kaynağı ve avukatlıkta yetkinliği gösteren bir başarı sembolü değildi. Eğer vakit bulabilirsem bu konuda, “Adli mekân politikaları ve avukatlığın kentsel dönüşümü” başlıklı bir yazı kaleme almayı planlıyorum.
Büroyu açmıştım açmasına, ancak hiç işim yoktu. Gecekondumdan büroya, bürodan adliyeye yürüyerek gidip geliyordum. Büroyu yürütebilmek için meslek kurallarına aykırı olmasına karşın son çare olarak Anadolu Hayat’ın hayat sigortalarını, sözleşmeyi imzalayıp ilk primi ödedikten sonra ikinci primin ödeyemeyecek yoksul insanlara satma işini üstlenmek zorunda bile kalmıştım. Gelen tek tük iş de genç bir avukatın işsizliğini istismar etmek isteyen tefecilerin, mikro-mafya (o zaman çoktular) tiplerin icra işleriydi. Bir de, yanında avukat çalıştıran icra takipçilerinin birlikte çalışma teklifleri. Bunlar, anlaştıkları avukatların imzalarını icra işlerinde kullanıyorlar, fiilen avukatlık yapıyorlardı. Zorunluluk halinden dolayı bu şekilde çalışmaya mecbur kalan meslektaşlarımız vardı.
***
Bir gün askerde disiplin subaylığı yaptığım dönemde Disiplin Mahkemesinin kâtipliğini yapmış olan çavuş büroma ziyaretime geldi. Askerliği bitmiş TBMM’de kavas olarak göreve başlamıştı. Beni Yargıtay’ın bir dairesinde kâtip olan biriyle tanıştırmak istediğini söyledi. Birlikte Yargıtay’da ziyaretine gittik. O zamana kadar Yargıtay’ın kapısından bir kere dahi içeri girmemiştim.
Tanıştığımız kâtibin, Dairedeki kâtiplerden çok farklı bir görünümü, hal ve tavrı vardı. Hâkimlerin not işlerine bakıyordu. Tavır ve davranış olarak diğer kâtiplerden oldukça farklıydı. Taşradan hâkimler telefonla onu arıyor, arayan hâkimlerden kimisi “kendisine tatil ayarlamasını” istiyor, kimisi “dava dosyası” veya “not düzeltme” işini soruyordu. O zamanlar Yargıtay dosyalarında kararı veren ilk derece hâkimlerine Daire tarafından bir not veriliyordu. Bu notlar, terfilerine esas alınıyordu. Ülkenin çeşitli yerlerinde görev yapan hâkimler, terfilerine engel olabilecek kötü not aldıkları dosyalarda, notlarını düzelttirmek için türlü girişimlerde bulunuyorlar, bunun için zaman zaman Yargıtay’a bizzat gelip, Daire başkanları veya üyelerle görüşerek kırık notlarını düzelttirmeye çalışıyorlardı. Kâtip arkadaşın bürokrasideki muhiti, hukuk camiasıyla da sınırlı değildi. Geniş bir çevresi vardı. Kısa bir sohbetten sonra bana Yargıtay’da ve Askeri Yargıtay’da murafaalara (murafaa Yargıtay’da yapılan duruşmalara deniyordu) girip giremeyeceğimi sordu. Bu konuda hiç deneyimim yoktu. Zaten Yargıtay’ın kapısından içeriye bu ilk girişimdi.
Kâtip arkadaş bir süre sonra beni aradı ve bir otelin restoranında buluştuk. Bana bir dava dosyası, içinde el yazısıyla yazılmış murafaada söyleneceklerin kısa bir özetini ve bir zarfın içinde bir miktar para verdi. Bu, o güne kadar kazandığım en yüksek paraydı. Yanlış hatırlamıyorsam ilk murafaa, Askeri Yargıtay’da bir örgüt davasıyla ilgiliydi. Bunun gibi Yargıtay’da birkaç murafaaya girdiğimi hatırlıyorum. Bu iş, benim için bir anlamda kurtarıcı olmuştu. İlk derece mahkemelerinde bile hiç tecrübem yokken Yargıtay’da murafaaya giriyordum. Ama içten içe bu iş, içime hiç sinmiyordu.
***
Yurt ve fakülteden çok yakın arkadaşım hâkim olmuştu. Bir karşılaşmamızda durumumu ve yaşadığım huzursuzluğu anlattım. Arkadaşım, bir süre sonra arayıp memleketi olan ilçede avukatlık yapmak isteyip istemeyeceğimi sordu. Bir partinin genel sekreter yardımcısı olan ve önümüzdeki seçimlerde milletvekilliğine aday olan bir meslektaşımız büroyu kapatacak ve avukatlığı bırakacakmış. Zaten büroyu da avukatlık yapmaktan çok ilçe onun seçim bölgesi olduğu için açmış. Arkadaşımın ağabeyi de bu avukatın yanında kâtip olarak çalışıyormuş. Avukat hanımın tek şartı, yanında kâtip olarak çalıştırdığı hâkim arkadaşımın ağabeyinin işten çıkarılmaması ve sigortasının düzenli ödenmesiymiş. Derhal kabul ettim. Zaten o şartlarda başka bir seçeneğim de yoktu. Birkaç gün sonra sabah 7:30’da ilçenin otobüsünde ilk mesaime başlamak üzere yola çıktım. Arttık kasaba avukatı olmuştum, ama onlarca dava dosyam vardı. Gerçekten avukatlık yapabilecektim. Ama hukukçu romancılarımızdan Necati Cumalı’nın, “Yağmurlar ve Topraklar” romanındaki Avukat Nihat gibi ben de bir gün Ankara’ya geri dönmek isteyecektim. İlçede kaldığım sürede büromu Ankara’ya taşımak için hazırlık yapacaktım.
İlçedeki meslek yaşamımda sürekli okuyor, hukuka dair bir şeyler yazmaya çalışıyordum. O dönemde avukatlık uygulamasına dönük tek eser Anayasa Mahkemesi eski başkanı ve eski Ankara Baro Başkanı Yekta Güngör Özden’in açıklamalı dilekçe örneklerinden ibaret “Hukuk Rehberi” adlı kitaptı. Daha sonra, uzun araştırmalardan sonra A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi kütüphanesinde Ali Haydar Özkent’in “Avukatın Kitabı” adlı eseri hiç kapağı açılmamış bir vaziyette bulacaktım. Ben de 1994 yılında “ Hukuk Davalarında Avukatlık Sanatı” adlı bu gün benim için hukuki ve manevi bir değeri olmayan kitabı yayınladım. Bu kitap hiç ummadığım bir ilgi görmüştü. İlçede kaldığım sürede bir de Banka Ticaret Hukuku Enstitü’sünde “Yargısal İçtihatlardan Yararlanma Yöntemi ve Türk Hukuku” adlı bir tebliğ verdim. Çok sonraları bu tebliğe Prof Dr. Yasemin Işıktaç’ın Hukuk Metodolojisi kitabında yer verip atıf yaptığını, keza Yrd. Doç. Dr. Ozan Ergül’ün “Türk Anayasa Mahkemesi Kararlarında İçtihat İstikrarsızlığı’ kitabında bu tebliğe atıf yaptığını görmek beni çok mutlu etmişti. Bir de bu dönemde İngilizcemi geliştirmek ve dış dünyadaki hukuktan az da haberdar olmak için International Bar Assocation’a (IBA) şimdi hangileri olduğunu hatırlayamadığım üç “section”da üye olmuştum. IBA’dan gelen “Newsletter”leri ve diğer yayınları sözlük yardımıyla zar zor tercüme etmeye çalışıyordum. Tabii ki IBA’nın her yıl başka bir ülkede yapılan etkinliklerine katılmak benim için hayal ötesi bir şeydi. IBA’nın gönderdiği üye listesini incelediğimde yanlış hatırlamıyorsam bireysel üye olarak, İstanbul Hukuk Fakültesinden sadece üç Avukat Prof. Dr. bir de ben vardım. Ankara’dan bireysel üye yoktu. Aslında bu üyeliğim, bulunduğum konuma ve ekonomime göre oldukça saçmaydı. Bir yıl sonra aidatını ödemeyerek üyelikten ayrıldım. Şimdilerde bazı meslektaşların CV’lerinde IBA üyesi olduklarını, uluslararası konferanslarına katıldıklarını görüyorum. Bu yazıyı hazırlarken, TBB’nin sitesinde yaptığım araştırmada bu konuyla ilgili tek bir duyuru gördüm. Yazıya göre TBB 1976 yılından bu yana, IBA’nın kurumsal üyesiymiş.
***
Sonraki meslek yaşamımda da hiç aklımdan çıkmayan bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim Avukatlık yaptığım ilçe’ye İtalyan kökenli olduğu söylenen 60 yaşlarında şeker hastası enteresan bir adam gelmişti. Belediye başkanının danışmanı olduğu söyleniyordu. Belediye başkanı, kendisine belediye misafirhanesinde kalması için bir oda tahsis etmişti. İtalyan, bir hanın giriş katında elektronik eşya tamir etmek üzere küçük bir dükkân da açmıştı. Hemen her türlü elektronik eşyayı tamir yeteneği vardı. Belediye Başkanının desteği ile televizyon yayını yapabilecek pahalı elektronik ekipmanlar getirmiş, ilçenin adını taşıyan bir televizyon kurmuş, ilçenin köylerinden iki genç kızı kameraman olarak istihdam etmişti. İlçedeki düğün törenlerin yayınlıyor, köylerin tanıtımıyla ilgili çekimler yapıyor, röportajlar yayınlıyordu.
Bu ilginç adam insanlarla sohbetlerinde, Amerikan hava kuvvetlerinden emekli olduğunu, 2. Dünya savaşında Türkiye’ye ailesiyle iltica ettiğini ve ailesine Türk vatandaşlığı verildiğini ileri sürüyordu. İlginç askerî anılar ve katıldığını iddia ettiği operasyonlarla ilgili inanılması güç masalsı hikâyeler anlatıyordu. İyi derecede İngilizce biliyor. İngilizce günlük tutuyordu. İlçe halkından kimisi bu adamın “ajan” olduğunu söylüyor, kimisi “define avcısı” olduğunu, kimisi de bu adamın “dolandırıcı” olduğunu iddia ediyordu. Halk arasında “İtalyan,” “gâvur” veya bir elinin birkaç parmağı olmadığı için “çolak” gibi lakaplarla anılıyordu. Fakat Belediye başkanının bu adamı niye danışmanlık payesi verdiği, kalacak yer temin ettiği, kendisine ne danıştığı muammaydı. Bu gizemli adamın hiçbir bağlantısı olmayan bu küçük ilçede işi neydi?
Bu gizemli yabancı zaman zaman büroma geldiğinde, bu hikâyeleri bana da anlatıyordu. Kâh istihbarat elemanı olarak bir sendika toplantısına işçi temsilcisi sıfatıyla katıldığını söylüyor, kâh bir adamı nasıl “paket”lediklerini, kâh Amerikan ordusunda katıldığı zorlu eğitimleri anlatıyor, sivil toplum kuruluşlarındaki istihbar yapılanmalardan bahsediyordu. Ben kendisine ve anlattığı hikâyelere inanmadığımı söyledim. Bu sefer, Amerikan Ordusundan emekli olduğuna ilişkin kimlik belgesini ve Türk vatandaşı olduğuna ilişkin nüfus kâğıdını gösterdi. Bana “USA Army Library” (Amerikan Ordu Kütüphanesi) kaşeli, “Applied Mathematics” (Uygulamalı Matematik) adlı bir kitap ve bir İngilizce bir “Holy Bible” (Kitabı Mukaddes) verdi. Adam Hıristiyandı. Bu iki kitap hâlâ kütüphanemde durur. Uygulamalı matematik kitabı, matbaacılıktan inşaata, marangozluktan tornacılığa, askerliğe kadar her meslek branşı için matematik uygulamalarını gösteren ilginç bir kitaptı.
Bu ilginç adama tüm gösterdiği kanıtlara rağmen inanmamıştım. Bir gün büroma gelerek, “Pazar günü müsaitsen seninle Ankara’da bir yerlere gitmek istiyorum”. dedi. “Olur” dedim. Benim için bir sakıncası yoksa Ulus’taki Fransız kilisesinde Pazar ayinine katılmak istediğini, orada buluşmamızı istedi. Pazar günü Fransız Kilisesinde buluştuk. Ayini ben de izledim. Oradan çıktıktan sonra onun yönlendirmesiyle Sıhhiye’ye doğru yürümeye başladık. Bir süre sonra Strazburg Caddesinde eski MHP binasının yakınlarında bir apartmanın yanlış hatırlamıyorsam birinci katında bir ofisin önündeydik. Kapıdaki tabela bir avukata aitti ve tabela geldiğimiz yerin bir avukat bürosu olduğunu gösteriyordu. Pazar günü bir avukat ofisinde ne işimiz olabilirdi?
Kapı açılıp içeri girdiğimizde şoke olmuştum. Büroda bir avukat beklerken büronun antresinde bir iki üniformalı astsubay, birkaç sivil kişi bizi karşılamıştı. Bu arada antredeki duvarın kenarına istiflenmiş bir araç plakası yığını gözüme çarptı. Sivillerden iki kişi, plakalardan birini alıp çıktılar. Bizi başka bir odaya aldılar. Burada bizi resmi harici üniformalı sanırım bir binbaşı karşıladı. Makam masasında o oturdu.. Selamlaşmadan sonra misafir koltuklarına oturduk. Subay, bizim italyana sürekli “hocam” diye hitap ediyor, çok büyük saygı gösteriyordu. İkisi hemen sohbete başladılar. Karşılıklı olarak, birlikte yaptıkları operasyonları anlatıyor, eski günleri yad ediyorlar, yeni “işlerden” bahsediyorlardı. Ben şaşırmış, duyduklarım karşısında ne yapacağımı bilemez haldeydim. Açıkçası korkmuştum. Daha sonra subay, bana yönelerek, işlerimde istersem yardımcı olacağını, bila tahsil icra alacak takiplerimi rahatlıkla tahsil edebileceklerini, güçlerinin yetmeyeceği bir iş olmadığını, istedikleri adamı Reo’ya atıp getirebileceklerini” falan söylemeye başladı. Bir ara bana bir tabanca uzatarak incelememi istedi. İstersem bu silahın benim olabileceğini söyledi. Şaşkındım ve bir an evvel buradan ayrılmak istiyordum. “Ben silahlarla aramın iyi olmadığını, sıradan bir avukat olduğumu, işlerimi hukuk içinde halletmeyi tercih edeceğimi” söyledim. Bir an önce bu tuhaf avukatlık bürosundan ayrılmak istiyordum. Oradan ayrılırken kapıdaki tabeladaki avukat ismini ve kapı numarasını ezberledim. Pazartesi büroya geldiğimde baro levhasından böyle bir avukat olup olmadığını kontrol ettim. Evet, öyle bir avukat ve avukatlık bürosu vardı.
Bir süre sonra bizim gizemli adam, ilçeyi terk etti. Sonradan duyduğuma göre kameraman olarak istihdam ettiği kızlardan biriyle evlenmiş ve Ankara’ya yerleşmiş. Kendisini bir daha görmedim. Hâlâ zaman zaman bu adamın bu küçük ilçeye ne amaçla geldiğini, beni niçin o tuhaf “avukatlık” bürosuna götürdüğünü, oradaki subayın yaptığı tekliflerle beni nerelere sürüklemek istediğini merak ederim. Acaba kaç avukat; çevre ve güç edinmek veya moda deyimle bir “Network”e dahil olmak için bu tür gerçek mahiyetin bilmediği/bilemeyeceği yapıların içine girmişti?
Bu tecrübe en azından bana, her avukatın gerçekte avukat olmayabileceğini, çok farklı yasal veya yasa dışı networklerin üyesi olabileceği, kapısında avukat tabelası bulunan büronun içinde ne iş yapıldığını bilemeyeceğimi göstermişti. Yıllar içinde bu tür yapıların içinde yer alan avukat/hâkim/savcılar zaman zaman gün yüzüne çıkacak, kimisi çeşitli suçlardan yargılanacaktı.
Nitekim 15 Temmuz sonrasında FETÖ’nün avukatlık yapılanması kapsamında açılan bir davada yargılanan bir meslektaşın müdafililiğini üstlenmiştim. Meslektaş beraat etmiş, meslektaşa ilişkin karar istinaf edilmediğinden kendisi, karar kesinleşmişti. Bu davada mahkeme başkanı her celse başladığında, “meslekteki tüm hayalinin Gaziantep’de aile hâkimi olmak olduğunu, ancak burada ağır ceza mahkemesi başkanlığı yapmak zorunda kaldığını ” söyleyerek celseye başlıyordu. Bir gün internette gazeteleri tararken bizim davaya bakan bu mahkeme başkanının, liderliğini sahte MİT kimliği taşıyan Salice Fedakâr’ın yaptığı “Atadedeler” adlı suç örgütünün yöneticilerinden olduğu iddiasıyla 5 bin 600 yıla kadar hapisle yargılandığın, itirafçı olduğunu ve Ankara Barosu levhasına kayıt olarak avukatlığa başladığını öğrendim. Geçmiş yıllarda bir kadın danışanım boşandığı hâkim eşinin MİT mensubu olduğunu, meslekte çok zor yıllar geçirdiklerini, şimdi eşinin emekli olup İzmir’de avukatlık yaptığını söylemişti. Ben de, anlattıklarına inanmamış, hâkimlerin hâkimlik mesleği dışında özel veya kamu görevi üstlenemeyeceğini söylemiştim. Kim bilir belki de bu eski danışanım yalan söylemiyordu.